Anayasa Mahkemesi hâlâ etkili bir iç hukuk yolu mudur?

Anayasa Mahkemesi hâlâ etkili bir iç hukuk yolu mudur?

AİHM’in, AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkinliğiyle ilgili şüphelerini dile getirdiği ve Birleşmiş Milletler İHK’nın da AYM’yi artık etkin bir iç hukuk yolu olarak görmemesinin sebebi, hiç şüphesiz AYM kararlarının ilk derece mahkemelerince uygulanmamasıdır.

Bu yazıda, yaşanan son yargı krizinin ardından Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hâlâ etkin bir iç hukuk yolu olup olmadığına ve başvurucuların AYM’ye başvurmadan doğrudan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM veya Mahkeme) gidip gidemeyecekleri hususu üzerinde durulmuştur.

Öncelikle, etkin bir iç hukuk yolunun bulunduğunun kabul edilebilmesi için; varlığının somut uygulama örnekleriyle ortaya konulması ve bu yolun başarı şansı sunacak şekilde pratikte de işlediğinin kanıtlanması gerekir. Başka bir ifadeyle, başvurucuların iç hukuk yolunu tüketmeleri gerektiğinin ileri sürülmesi için bu yolun pratikte başarı şansı sunan ve işleyen bir iç hukuk yolu olduğuna dair teorik açıklamalar dışında yeteri kadar somut karar gösterilmesi zorunludur.

Mevcut durum itibariyle AYM, hem cezai (tutuklama ve mahkûmiyet) hem de idari (ihraçlar) başvurularla ilgili makul başarı şansı sunan etkin bir iç hukuk yolu olmaktan çıkmıştır ve başvuruculardan pratikte işlemeyen ve aynı konuda on binlerce kabul edilemezlik kararı veren AYM yolunu tüketmelerini beklemek aşağıdaki sebeplerle hakkaniyete aykırıdır.

  1. CEZAİ KONULARLA İLGİLİ OLARAK AYM ETKİN BİR HUKUK YOLU DEĞİLDİR

AYM, cezai konularla ilgili, yani hem tutuklama ve hem de mahkûmiyete ilişkin cezai kararlarla ilgili etkin bir iç hukuk yolu değildir. Şöyle ki;

  1. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin konuya yaklaşımı

Esasen AYM’nin bir kısım başvurular açısından etkili bir iç hukuk yolu olmadığına ilişkin iddialar yeni değildir ve uluslararası merciler önünde de gündeme gelmiştir. Nitekim bu iddia, AİHM’in, 20/3/2018’de açıkladığı Mehmet Altan[1] ve Şahin Alpay[2] başvurularında da ileri sürülmüş ve başvurucular, Türk AYM kararlarının ilk derece mahkemeleri tarafından uygulanmadığını belirterek AYM’nin tutukluluğa ilişkin başvurularda artık etkin bir iç hukuk yolu olmadığını söylemişlerdir. AİHM ise, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına rağmen, ilk derece mahkemelerinin bu kişilerin tutukluluklarının devam ettirilmesinin tutukluluğa ilişkin davalarda Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun etkinliğine ilişkin olarak ciddi şüpheler yarattığının altını çizmiş, ancak Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının, kişilerin özgürlükten yoksun bırakılma şikâyetleri için etkin bir hukuk yolu olduğuna dair önceki görüşünü değiştirmemiştir.

AİHM neden böyle düşündüğünü Şahin Alpay kararında şu şekilde açıklamıştır; “Anayasa’nın 153. maddesinin 1. fıkrası, Anayasa Mahkemesi kararlarının, “nihai” olduğuna hükmetmektedir. Üstelik Mahkeme’nin daha önce Koçintar kararında altını çizdiği gibi, Anayasa’nın 153. maddesinin 6. fıkrası, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının, yasama, yürütme ve yargı kuvvetleri organlarını bağladığına hükmetmektedir (bk. yukarıda anılan Uzun, § 66). Dolayısıyla Mahkeme’ye göre, Anayasa Mahkemesi’nin, Türk anayasal yapısı içerisinde yargı erkini tamamlayan bir unsuru teşkil ettiği ve Mahkeme’nin daha önce Koçintar kararında hükmettiği gibi ve Hükûmetin mevcut davada Mahkeme önünde açıkça ileri sürdüğü gibi, ceza yargılaması sırasında tutuklanan kişilere etkin bir başvuru yolu sunarak, Anayasa’nın 19. maddesi ve Sözleşme’nin 5. maddesi uyarınca özgürlük ve güvenlik hakkının korunması açısından önemli bir rolü olduğu açıktır.” (§ 117)

Yani AİHM, AYM’yi etkin iç hukuk yolu olarak kabul ederken başka hususların yanında özellikle Anayasa’nın 153/6. maddesine[3] dayanmıştır. Ancak, gelinen nokta itibariyle artık Anayasa’nın 153/6. maddesindeki AYM kararlarının nihai olduğuna ve yasama, yürütme ve yargı organlarını bağladığına ilişkin düzenlemenin fiilen bir hükmünün kalmadığı rahatlıkla iddia edilebilir. Zira, son milletvekili seçimlerinde Hatay’dan milletvekili seçilen ve cezaevinde bulunan Ş. Can Atalay hakkında verilen haksız tutukluluğa ilişkin 25/10/2023 tarihli AYM kararı,[4] İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yerine getirilmeyip dosya Yargıtay 3. Ceza Dairesine gönderilmiş, Daire de emsali görülmedik şekilde şu kararı vermiştir; Anayasa’nın 153. maddesi kapsamında uygulanması gereken bir karar bulunmamakla; keza Şerafettin Can Atalay hakkında verilen mahkumiyet kararının temyizi üzerine yapılan temyiz incelemesi sonucu 28.09.2023 tarihinde Dairemizin 2023/12611 esas 2023/6359 sayılı kararı ile onanarak kesinleşen ve infazı kabil bir hükmün mevcudiyeti karşısında; Anayasa Mahkemesi’nin anılan kararına UYULMAMASINA ve Anayasa hükümlerini ihlal eden ve kendisine verilen yetki sınırlarını yasal olmayacak şekilde aşarak hak ihlalinin kabulü yönünde oy kullanan ilgili Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında gereğinin takdir ve ifası için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda BULUNULMASINA…”[5]

Diğer birçok ciddi suçlar yanında başvurucu Ş. Can Atalay’ın serbest bırakılmadığı her an için ‘kişinin hürriyetten yoksun bırakılması’ suçunun (TCK m. 109) işlendiği tartışmasızdır. Ülkemizde hukukun yeniden tesisi edildiği günlerde, kimler olursa olsun bu suçların faillerinin cezai yargılamalara maruz kalacakları aşikârdır.

Türk yargı pratiğinde bir ilk olan bu oldukça tartışmalı karar üzerine Ş. Can Atalay vekilleri tekrar AYM’ye başvurmuştur.  AYM, ilk kararında dile getirdiği hususlardan sapmadan 21/12/2023 tarihinde yeniden ihlal kararı vererek[6] İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine hükmün gereğinin yerine getirilmesini işaret etmiştir. Ancak, anılan yerel mahkeme AYM’nin ikinci ihlal kararının gereğini yine yerine getirmeyip dosyayı tekrar Yargıtay 3. Ceza Dairesine göndermiş, Daire de 03/01/2024’te önceki gerekçesini tekrar ederek bir kez daha AYM kararına uyulamamasına karar vermiştir.[7]

Yargıtay’ın hiçbir hukuki karşılığı olmayan bu kararlarıyla birlikte, AİHM’in 2018 yılında verdiği Mehmet Altan ve Şahin Alpay kararlarında AYM’nin etkili bir yol olduğu noktasında dayanak yaptığı Anayasa’nın 153/6. maddesi böylece bizzat Yargıtay tarafından çiğnenmiş ve bir yüksek mahkeme, tarihte bir ilk olarak AYM kararına uyulmamasına karar vermiştir. Ağır ceza mahkemelerinin AYM kararlarına uymamalarının AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkinliğine ilişkin ciddi şüphe yarattığı yerde, Yargıtay tarafından hem de iki kez AYM kararlarına uyulamamasına karar verilip bir de AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasından sonra AYM’nin – en iyimser yaklaşımla – bazı hak şikâyetleri açısından etkin bir başvuru yolu olduğunu söylemek artık mümkün değildir. Yani, daha önce ağır ceza mahkemelerinin verdikleri hukuksuz kararları Yargıtay zirveye taşımış ve hukuk tarihine geçecek skandal kararlarla adeta AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkisiz olduğunu ilan etmiştir. Hali hazırda AYM’nin iki kez verdiği ihlal kararına rağmen Ş. Can Atalay serbest bırakılmamış ve AYM kararının gereği (bu satırların kaleme alındığı tarih itibarıyla) henüz yerine getirilmemiştir.

Yeri gelmiş iken belirtelim ki, hangi saik ve sebeple olursa olsun Anayasanın amir hükmüne rağmen AYM kararının gereğini yerine getirmeyen kişilerin eylemlerinin bu haliyle Türk ceza kanununda yer alan birden çok suça vücut verdiği tartışmasızdır. Bu yazının konusu olmamakla birlikte önemine binaen bilinmelidir ki; diğer birçok ciddi suçlar yanında başvurucu Ş. Can Atalay’ın serbest bırakılmadığı her an için ‘kişinin hürriyetten yoksun bırakılması’ suçunun (TCK m. 109) işlendiği tartışmasızdır. Ülkemizde hukukun yeniden tesisi edildiği günlerde, kimler olursa olsun bu suçların faillerinin cezai yargılamalara maruz kalacakları aşikârdır.

  1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin konuya yaklaşımı

AYM’nin özellikle haksız tutuklulukla ilgili başvurularda etkisiz bir iç hukuk yolu olduğu iddiası Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’ne (İHK) yapılan başvurularda da gündeme gelmiş ve Komite, Mukadder Alakuş kararında şu tespitlerde bulunmuştur; “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Anayasa Mahkemesi’nin ihlal tespit ettiği iki davadaki tespitlerinin alt mahkemeler tarafından uygulanmaması nedeniyle, tutuklu yargılama davalarında bu hukuk yolunun etkinliğine ilişkin endişelerini dile getirdiğini not etmektedir. Komite ayrıca, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel şikâyette bulunma hakkının, özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili durumlarda hem teoride hem de pratikte etkili olduğunu kanıtlamanın hükümetin görevi olduğunu belirtir. Komite, başvurucunun durumu göz önünde bulundurularak, taraf devletin, Anayasa Mahkemesi’nde başvurucunun tutukluluğuna itiraz için bireysel bir şikâyette bulunmanın etkili olacağını, pratikte göstermediğini tespit eder.”[8]

Komite, Mümine Açıkkollu başvurusunda da; “başvurucuya ait mevcut dava koşullarında ve son davalarda alt derece mahkemeleri tarafından AYM kararlarına gösterilen itibar bağlamında, Taraf Devlet’in, başvurucunun, eşinin gözaltına alınmasının ve ardından gözaltındayken ölümünün hukukiliğini sorgulamak için Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmasının, uygulamada etkili olacağını göstermediğini tespit etmektedir” demiş[9] ve önceki kararındaki tespitlerini yenilemiştir.

AİHM’in aksine Birleşmiş Milletler İHK, özellikle özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili başvurularda AYM’ye bireysel başvuru yolunun pratikte etkili olmadığını (ineffective domestic remedy) belirtmiştir.

AİHM’in aksine Birleşmiş Milletler İHK, özellikle özgürlük ve güvenlik hakkıyla ilgili başvurularda AYM’ye bireysel başvuru yolunun pratikte etkili olmadığını (ineffective domestic remedy) belirtmiştir. Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay kararı sonrası yaşanan süreç, Birleşmiş Milletler İHK’nın gerekçelerinin yerinde olduğunu ve AYM’nin artık etkin bir iç hukuk yolu olmadığını göstermiştir.

  1. Anayasa Mahkemesi’nin Yıldırım Turan kararı

AİHM’in, AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkinliğiyle ilgili şüphelerini dile getirdiği ve Birleşmiş Milletler İHK’nın da AYM’yi artık etkin bir iç hukuk yolu olarak görmemesinin sebebi, hiç şüphesiz AYM kararlarının ilk derece mahkemelerince uygulanmamasıdır. Burada ilginç olan, etkili bir hukuk yolu olduğu son derece tartışmalı hale gelen AYM, ilk derece mahkemelerinin kendisine karşı takındığı tavrı AİHM’e karşı sergilemekten geri durmamış, Yıldırım Turan başvurusunda şu ifadeleri kullanmıştır; “AİHM’in kesinleşmiş kararları bağlayıcı olmakla birlikte, Türk hukukunda yargı mensuplarının tutuklanmasına ilişkin kanun hükümlerinin yorumlanması Türkiye Cumhuriyeti’nin kamu gücü makamlarına ve nihai olarak mahkemelerine ait bir yetkidir. Türk mahkemelerinin ulusal hukuka ilişkin yorumlarının Sözleşme’de güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ihlal edip etmediğini incelemek AİHM’in yetkisinde ise de AİHM’in ulusal mahkemelerin yerine geçerek ulusal hukuku ilk elden yorumlaması uygun görünmemektedir. Türk hukukundaki kanun hükümlerinin anlamlandırılmasında ve yorumlanmasında Türk mahkemeleri AİHM’e göre çok daha iyi konumdadır.”[10]

Yıldırım Turan başvurusunun sahibi, 15 Temmuz sonrasında 667 sayılı Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri (OHAL KHK’sı) ile HS(Y)K’ya verilen yetkiye dayanılarak mesleğinden ihraç edilmiş bir yargı mensubudur. AYM, bu başvuruya ilişkin kararında AİHM’in Alparslan Altan ve Hakan Baş gibi eski yargı mensuplarıyla ilgili verdiği kararlarındaki tespit ve değerlendirmelerini eleştirerek, kendisinin ve diğer mahkemelerin Türk hukukundaki kanun hükümlerinin adlandırılmasında ve yorumlanmasında AİHM’den daha iyi konumda olduğunu söylemiş ve AİHM’in aynı konuya ilişkin verdiği ihlal kararlarını görmezden gelerek bu başvuruyu kabul edilmez bulmuştur. Yani, kararlarının objektif etkisine sürekli olarak atıf yapan AYM, hepsi aynı basmakalıp gerekçelerle tutuklanan AİHM’in bu güne kadar verdiği 1.103 yargı mensubuyla ilgili ihlal kararlarının tamamında AİHM kararlarının objektif etkisini ve bağlayıcılığını görmezden gelmiş ve bu kişilerin başvurularını kabul edilmez bulmuştur. Dolayısıyla, AYM de bu başvuruların hiç birinde AİHM kararlarını dikkate almamış ve uygulamamıştır.

Bu durumda ortaya çıkan garip tabloda; Anayasanın 90. maddesine göre iç hukukumuzun bir parçası olan AİHM kararlarının bağlayıcılığını görmezden gelen ve hiçbir kararında benimsemeyen Türk AYM’nin kararlarını da Türk yargı teşkilatının gerek yüksek mahkemesi gerekse taşra mahkemeleri dikkate almamış ve gereğini yerine getirmemiştir.

AİHM’in, AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkinliğiyle ilgili şüphelerini dile getirdiği ve Birleşmiş Milletler İHK’nın da AYM’yi artık etkin bir iç hukuk yolu olarak görmemesinin sebebi, hiç şüphesiz AYM kararlarının ilk derece mahkemelerince uygulanmamasıdır.

  1. AİHM’in Akgün/Türkiye kararı

AYM’nin AİHM kararlarına uymadığı tek örnek eski yargı mensuplarına ilişkin de değildir. Zira AİHM, Bylock’un tutuklama için makul şüphe (reasonable suspicion) sebebi oluşturmadığına ilişkin Akgün/Türkiye kararının[11] gereklerini de yerine getirmemiş ve bu karardan sonra da Bylock nedeniyle yapılan tutuklamaların haksızlığıyla ilgili başvuruların tamamını kabul edilemez bulmaya ısrarla devam etmiştir. Bu kapsamda AİHM, Mecit ve diğerleri[12] ile Kolay ve diğerleri[13] karalarında 366 kişinin Bylock ve diğer faaliyetleri nedeniyle tutuklanmaları nedeniyle ihlal kararı vermiştir. Kısacası görülmektedir ki, bu zamana kadar AİHM’in incelediği ve ihlal kararı verdiği 1564 haksız tutuklama dosyasının tamamı AYM incelemesinden geçmiş ve bu başvuruların hiçbirinde AYM en küçük bir ihlal bulmamıştır.

AYM’ye başvuru yolunun etkili olmadığı, aynı konuya ilişkin başvurulardan sonuç alınamamasından ve her biri ayrı yapılan başvurulardaki hukuksuzluğu gören AİHM’in dosyaları gruplandırarak sonuçlandırmasından da anlaşılmaktadır. Ayrıca, AİHM önünde aynı sebeplerle bekleyen binlerce dosyanın varlığı ve bunlardan da ihlal kararı çıkacağı düşünüldüğünde, AYM’nin artık fiilen etkin bir iç hukuk yolu olarak kabulü mümkün değildir. Zira benzer iddialarla haklarının ihlal edildiğini ileri süren kişilerin AYM yoluna başvurmaları halinde başarı elde etme olasılıkları neredeyse yok gibidir.

  1. AİHM’in Yalçınkaya/Türkiye kararı

Türk AYM’nin bazı başvurular açısından artık tüketilmesi gereken etkin bir iç hukuk yolu olmamasıyla ilgili en önemli karar hiç şüphesiz AHİM’in 63 yıllık tarihinde verdiği en ağır ihlal olan Yalçınkaya kararıdır.[14] Zira bu kararda AİHM, Sözleşme’nin 7 ve 6. maddeleri kapsamında verdiği ihlallerin, özellikle ulusal mahkemelerin Bylock kullanımına ilişkin nitelendirmelerinden kaynaklandığını ve bu yaklaşıma göre, Bylock kullandığı iddia edilen herkesin, yalnızca bu gerekçeye dayanılarak, yani otomatik biçimde örgütü üyesi olarak kabul edildiğini ve cezalandırıldığını belirtmiştir (§ 413). Bu nedenle AİHM, AİHS’in 6 ve 7. maddelerinden verdiği ihlalin münferit bir olaydan değil, sistemik bir sorundan (systemic problem) kaynaklandığını kabul etmiştir. AİHM’e göre bu sorun çok sayıda kişiyi etkilemiştir ve hâlâ da etkileme potansiyeline sahiptir. Bunun en önemli delili de Bylock kullanımı nedeniyle verilen mahkûmiyetler nedeniyle AİHS’in 7. ve/veya 6. maddeleri kapsamında yapılan benzer şikâyetleri içeren 8.000’den fazla başvurunun şu anda Mahkemenin önünde bulunmasıdır (§ 414).

Ayrıca Mahkeme, yetkili makamlar tarafından tespit edilen Bylock kullanıcı sayısının yüz bin civarında olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Sözleşme’nin 7 ve/veya 6. maddeleri kapsamında benzer şikâyetler içeren çok daha fazla başvurunun önüne geleceğini belirtmiştir (§ 415). Kısaca AİHM, halen derdest ya da yargılaması biten benzer nitelikteki 100 binden fazla dosyanın kendisine geleceğini öngörmektedir. (§ 414). Burada önemle belirtelim ki, Strazburg Mahkemesi, Sözleşme’nin 7. ve/veya 6. maddeleri kapsamında benzer şikâyetleri içeren daha birçok başvurunun kendisine yapılabileceğini not etmekle aslında anılan başvuruların Türk AYM tarafından kabul edilemez bulunacağını önceden ilan etmiş olmaktadır. Diğer bir ifadeyle Türk AYM’nin bu başvurular açısından artık etkisiz bir iç hukuk yolu olduğu bizzat AİHM tarafından zımnen kabul edilmiştir.

Yine AİHM, gelecekte çok sayıda dosyada benzer ihlalleri tespit etmek zorunda kalmamak için Yalçınkaya kararında tespit edilen hususların Türk makamları tarafından daha geniş bir ölçekte ele alınması gerektiğini belirtmiştir. AİHM’e göre Türk makamlarına düşen görev, Yalçınkaya kararından gerekli sonuçları çıkarmak ve ihlale neden olan sorunu çözmek için uygun olan diğer genel tedbirleri (general measures) almaktır. Özellikle yerel mahkemelerin, Yalçınkaya kararında yorumlandığı ve uygulandığı şekliyle AİHS standartlarını gerekli şekilde dikkate almaları bir zorunluluk halini almıştır. AİHM ayrıca, usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş uluslararası anlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve bunların anayasaya uygunluğuna itiraz için Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı şeklindeki Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90/5. maddesi gereğince, AİHS’in 46. maddesinin Türkiye’de anayasal bir kural hükmünde olduğunun altını çizme gereği de duymuştur (§ 418).

Yalçınkaya kararında yer verilen bu hususlar başlı başına AYM’nin benzer şikayetler açısından artık etkisiz bir iç hukuk yolu olduğunun ispatıdır. Zira AİHM önünde bekleyen 8 binden fazla dosya, AYM denetiminden geçip hiçbir ihlal bulunmayarak AİHM önüne gelmiştir. Ayrıca AİHM, belki de ilk defa ihsas-ı reyde bulunurcasına 100 binden fazla dosyanın da AYM’nin ‘göstermelik’ denetiminden geçerek önüne geleceğini söylemiştir. Yukarıda da belirtiğimiz üzere; AİHM’in bu tespiti, 100 binden fazla dosyada da tıpkı Yalçınkaya kararında olduğu gibi AYM’nin hiçbir ihlal bulmayacağını öngördüğünü göstermektedir. Aslında bu ifadelerin anlamı, AİHM’in varlığından bahsettiği Türkiye’deki sistemik sorunun kaynağının bizzat AYM olduğudur.

Aynı şekilde AİHM, 18/12/2023 tarihinde Bylock bağlantılı 1.000 dosyayı Hükûmete tebliğ etmiş ve Hükûmetin bu şikâyetlerle ilişkin savunma yapmasını dahi istememiştir. Bunun anlamı da AİHM’in önünde bekleyen 8 bin ve bilahare gelmesi muhtemel 100 binden fazla dosyada da Yalçınkaya kararını gerekçe göstererek ihlal vereceğinin aşikâr olmasıdır.

Bütün bu tespitler ışığında, AİHM’in bu kadar açık ve net tespitlerinden sonra Bylock ve diğer kriterlerle ilgili ihlal iddialarını 8 yıldır görmeyen AYM’ye başvuru yapılmasının ve bu suretle AİHM sürecinin geciktirilmesinin hiçbir anlamının olmadığını değerlendirmekteyiz.

Benzer şekilde, AYM Başkanı yaptığı her konuşmada AYM kararlarının bağlayıcılığından, uygulanmasının zorunlu olduğundan ve objektif etkisinden bahsetse de Yalçınkaya kararının açıklanmasının üzerinden neredeyse 4 ay geçmesine ve önünde AİHM’in vurgu yaptığı benzer nitelikte binlerce dosya bulunmasına rağmen bugüne kadar tek bir karar vermemiştir. Yani AYM, AİHM kararının gereğini yerine getirmemekte ve kendi kararlarının Türk mahkemelerince uygulanmadığından yakınsa da kendisi de AİHM kararlarını uygulamamaktadır. AYM’nin kendi kararlarının uygulanmamasına yönelik yakınmalarının ciddiye alınmamasının altında yatan sebeplerin başında kendisinin Strasburg içtihatlarına karşı takındığı ikircikli tutumun olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

AİHM Mehmet Altan ve Şahin Alpay kararlarında, AYM kararlarının alt derece mahkemeleri tarafından uygulanmamasının AYM’ye başvuru yolunun etkinliğiyle ilgili şüphe oluşturduğunu söylerken, gelinen nokta itibariyle artık AYM, AİHM kararlarını uygulamayan bir mahkeme haline gelmiştir ve bu şartlar altında AYM’nin bahse konu şikâyetler bakımından etkin bir yol olduğundan bahsetmek kanaatimizce mümkün görülmemektedir.

Kısaca, irtibat ve iltisak kavramlarıyla yapılan ihraçlardaki en büyük sorun olan kanunilik (belirlilik) ilkesi ve özel yaşam hakkına yapılan müdahaleyle ilgili AYM hiçbir sorun görmemiştir.

  1. İHRAÇ DOSYALARI AÇISINDAN AYM ETKİLİ BİR YOL DEĞİLDİR

Bilindiği üzere OHAL KHK’ları ile yüz binden fazla kişi terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle kamu görevinden savunmaları dahi alınmaksızın ihraç edilmişlerdir. İhraç gerekçelerinden irtibat ve iltisak kavramları daha önce Türk hukuk sisteminde bulunmayan ve idari yargı kolunun en üst mercii Danıştay’ın bile ne olduğunu tam olarak bilmediği için AYM kararına atıfla açıkladığı kavramlardır.

AYM konuyla ilgili verdiği bir kararında; “…iltisak ve irtibat kavramları ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi 14/11/2019 tarihli ve E.2018/89, K.2019/84 sayılı kararında, iltisaklı kavramının kavuşan, bitişen, birleşen; irtibatlı kavramının ise bağlantılı anlamına geldiğini, bu ibarelerin genel kavram niteliğinde olduğunu, objektif anlamının kapsam ve sınırlarının durum ve şartlara göre yargı içtihatlarıyla değerlendirilerek belirlenebileceğini, bu yönüyle anılan ifadelerin kategorik olarak belirsiz olduğunun söylenemeyeceğini ifade etmiştir (aynı kararda bkz. §§ 30, 31). Dolayısıyla kapsam ve sınırlarının tespiti mümkün olan söz konusu ifadelerin belirsiz olduğu söylenemez” demiştir.[15]

Danıştay 5. Dairesi ise konuyla ilgili verdiği kararında bu kavramlarla ve bu kavramlara dayanılarak tesis edilen idari işlemlerle ilgili şunları söylemiştir;  “Anayasa Mahkemesi 14/11/2019 tarih ve E:2018/89, K:2019/84 sayılı kararında iltisaklı kavramını ”kavuşan, bitişen, birleşen”, irtibatlı kavramını ise ”bağlantılı” olarak tanımlamıştır. Bu kavramlar ile kişilerin cezai sorumluluğunu gerektiren örgüte üyelik ve mensubiyet kavramlarına nazaran terör örgütleri ile daha az yoğun ve atipik bir bağlantının vurgulandığı açıktır. Bu kapsamda kişilerin terör örgütleri ile irtibat ve iltisaklarının ortaya konulabilmesi için, örgütün amaçlarının gerçekleştirilmesi ya da örgütten yarar sağlamak maksadıyla gerek örgütten gelen talimatlar doğrultusunda gerekse inisiyatif alarak bulundukları hal ve hareketler neticesinde örgüte veya kendilerine yarar sağladıkları ya da örgüt ile amaç birliği veya sosyal birliktelik görünümü içinde oldukları yönünde kanaat oluşması yeterli olacaktır.”[16]

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, irtibat ve iltisak muğlak ve hiçbir hukuki karşılığı olmayan kavramlardır. Ancak, yüz binden fazla kişi bu içi boş kavramlarla ihraç edilmiş ve beraat etseler ya da haklarında takipsizlik kararı verilmiş olsa bile bu kavramlar gerekçe gösterilerek kamu görevlerine iade edilmeleri engellenmiştir.

Bu kavramların konumuzu ilgilendiren kısmı, bu kavramların içini bizzat AYM’nin doldurması ve bu kavramlara dayanılarak yapılan ihraçların Anayasa’ya aykırılığıyla ilgili yapılan başvuruyu, bu kavramların belirsiz olmadığı ve bu nedenle yapılan ihraçların özel yaşam hakkına bir müdahale teşkil etmediğini belirterek reddetmesidir. AYM’nin gerekçesi şöyledir; darbe girişimiyle devletin demokratik düzenine açık ve yakın bir tehlike oluşturan FETÖ/PDY ve diğer terör örgütleriyle mücadele etmek amacıyla terör örgütlerine veya devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ekli (1) sayılı listede yer alan kişilerin olağan usullerin ötesinde bir uygulamayla liste usulüne göre kamu görevinden çıkarılması ve memuriyetlerinin alınmasını düzenleyen kuralların, olağanüstü hâle neden olan şartlar ve özellikle bireyselleştirmeyi sağlamaya elverişli idari ve yargısal başvuru imkânları dikkate alındığında milli güvenliğin ve demokratik anayasal düzenin korunması amacı bakımından kişilerin özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına durumun gerektirdiği ölçüyü aşacak şekilde bir sınırlama getirdiği söylenemez.[17]

Kısaca, irtibat ve iltisak kavramlarıyla yapılan ihraçlardaki en büyük sorun olan kanunilik (belirlilik) ilkesi ve özel yaşam hakkına yapılan müdahaleyle ilgili AYM hiçbir sorun görmemiştir. Her ne kadar bu karar norm denetimine ilişkin olsa da AYM ihraçlarla ilgili bireysel başvurularda nasıl karar vereceğini çok net ortaya koymuştur ve cezai dosyalarda olduğu gibi ihraçlarla ilgili başvuruların tamamını da büyük bir olasılıkla kabul edilmez bulacaktır. İşin bir diğer ilginç tarafı, ihraçların üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen henüz AYM tarafından verilen bir kararın bulunmaması ve AİHM’den ihlal çıkacağı neredeyse kesin dosyaların tamamının AYM önünde bekletiliyor olmasıdır. Mevcut durumda AİHM’den ihraçlarla ilgili bir karar çıkması ile ilk ihraçlar arasından en az 10 yıllık bir süre geçecektir. Bu durum, başvurucuların makul sürede yargılanma hakkının açıkça ihlal edilmesi bir yana AYM’ye başvurunun söz konusu şikayetler açısından başarı şansı sunmadığının da açık kanıtı hükmündedir.  Yapılan ihraçların tamamına yakınının irtibat ve iltisak kavramlarıyla yapıldığı ve bu konuyla ilgili AYM’nin görüşünün ve tavrının çok net olduğu düşünüldüğünde, ihraçlarla ilgili AYM’ye bireysel başvuru yolunun etkinliğinden söz edilemez.

SONUÇ

Tartışmalı 15 Temmuz sürecinden sonra yaşanılan yaygın ve ağır hak ihlalleri karşısında Türk Anayasa Mahkemesinin bireysel hak ve özgürlükleri korumada sergilediği cılız tutum, BM ve AİHM gibi mekanizmaların tespitleri ve son olarak Yargıtay ile bir ağır ceza mahkemesinin AYM’yi açıkça yok kabul etmesi ve kararlarını tanımaması birlikte ele alındığında, AYM’nin -bazı şikayetler açısından- tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olup olmadığını tartışmanın zamanı gelmiştir.

Yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, 8 yıllık süreçte ortaya koyduğu performans, verdiği kararları ve AİHM kararları ışığında AYM’nin artık etkili bir iç hukuk yolu olmadığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem cezai (tutukluluk/mahkûmiyet) hem de idari yargılama (ihraç) dosyalarında kanımızca tutukluluk dosyalarında tutukluluk kararının, cezai hükümlerde Yargıtay kararının ve ihraç davalarında idari yargı kararının kesinleşmesinin ardından AYM’ye başvurmadan doğrudan AİHM’e başvuru yapılabilir. Ancak, AİHM’in bu yolla gelecek dosya yükünden çekindiği ve OHAL Komisyonu kurulması sırasında oynadığı rol dikkate alındığında, AYM’yi yine etkili bir yol olarak görmesi ihtimal dahilindedir. Bu nedenle, bu konuda AİHM’in tavrını görene kadar aynı anda hem AYM’ye hem de AİHM’e başvurulmasında ve bu suretle yaşanması muhtemel hak kayıplarının önüne geçilmesinde fayda vardır.

[1]          https://hudoc.echr.coe.int/?i=001-192019

[2]          https://hudoc.echr.coe.int/?i=001-181827

[3]          Anayasanın “Anayasa Mahkemesinin kararları” kenar başlıklı 153’üncü maddesinin 6’ncı fıkrası şu şekildedir: “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

[4]          https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2023/53898

[5]          Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 08/11/2023 T., 2023/12611 Esas ve bila Değişik iş sayılı kararı.

[6]          https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2023/99744

[7]          Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 03/01/2024 T., 2023/12611 Esas ve 2024/1 Değişik iş sayılı kararı.

[8]          https://yasambellekozgurluk.org/wp-content/uploads/2023/09/TR.BM-Mukadder-ALAKUS-CCPR-C-135-D-3736-2020-karar.pdf

[9]          https://yasambellekozgurluk.org/wp-content/uploads/2024/01/Gokhan-Acikkollu-.pdf

[10]        https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2017/10536

[11]        https://hudoc.echr.coe.int/?i=001-213284

[12]        https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-229393

[13]        https://hudoc.echr.coe.int/tur?i=001-229392

[14]        https://hudoc.echr.coe.int/?i=001-229312

[15]        Anayasa Mahkemesinin 24/6/2021 T, 2018/81 E., 2021/45 K. sayılı kararı.

[16]        Danıştay 5. Dairesinin 15/06/2020 T., 2016/58289 E., 2020/2340 K. sayılı kararı

[17]        Anayasa Mahkemesinin 24/6/2021 T, 2018/81 E., 2021/45 K. sayılı kararı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir