“Çamaşırcı geldi haanım!”

“Çamaşırcı geldi haanım!”

İklim değişikliğiyle mücadele için elini taşın altına koyanlar kuzey ülkeleri ve petrol üreticisi ülkeler; her iki grup da bugüne kadar kuralsız büyümeden bol bol istifade etmişler. Bugüne kadar karbondiyoksit salınımın büyük kısmı ABD ve Avrupa (sömürgeleri de dahil edil) tarafından üretilmiş, Arap ülkelerini zengin eden fosil kaynaklı yakıtların etkisi de tartışılmaz. O zaman bu ülkelerin aciliyet çağrısı biraz samimiyetten uzak kalmıyor mu?

Yine bir COP (Conference of the Parties), yani Birleşmiş Milletler Taraflar Konferansı zamanı geldi. Bu kez değişiklik olsun diye bir petrol üreticisi ülkenin başkentinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai şehrinde gerçekleştirilen bu toplantıya 197 taraf ülkenin yanı sıra, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ve özel sektörden temsilciler katılmış. Toplam katılımcı sayısı yaklaşık 25.000 olarak tahmin ediliyor. COP28’in gezegenimize yükü 1 milyon ton karbon emisyonu olarak hesaplanmış, bu miktarın karşılık geldiği örnekleri şöyle sıralayabiliriz: 200 bin otomobilin bir yıl boyunca ürettiği emisyon, 10 bin kişinin bir yıl boyunca kullandığı doğal gazın yanmasından kaynaklanan emisyon ve 20 bin kişinin bir yol boyunca uçtuğu uçuşlardan kaynaklanan emisyon. COP28’e 500 özel uçağın geldiği göz önünde tutulursa bu rakamlar şaşırtıcı değil. Yine de iyi bir haber, bir önceki COP26’nın karbon emisyonu 1,5 kat daha fazlaymış, bu da iyileşme sayılabilir.

Peki, attığımız taş ürküttüğümüz kuşa değdi mi? COP28’den ne bekleniyordu ve ne elde edildi? Bir çiçekle bahar gelmez ama bu toplantılarda iklim değişikliğiyle mücadelede kayda değer ilerleme bekleniyordu, en büyük beklenti de Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşabilmek için katılımcı ülkelerin daha fazla ellerini taşın altına sokması ve sorumluluğu paylaşmalarıydı. Konferansın sonucunda nereye varıldı denirse, iklim değişikliğinden zarar gören topluluklara kaynak aktarmak için bir uluslararası fon kuruldu, fonu BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) yönetecek. Keza BM Kalkınma Programı (UNDP) tarafından yönetilecek bir başka fon da hayata geçirildi, bu fon da kalkınma meselelerine odaklanacak. Bu fonlara toplam 83 milyar ABD doları tahsis edildi, paranın çoğu da gelişmiş ülkelerden geldi. Ayrıca aralarında Türkiye’nin bulunmadığı 120 ülke de, yenilenebilir enerji kapasitelerini üç katına çıkarma taahhüdü verdiler, bizim neden katılmadığımız tek başına bir muamma. Bu konferansta doğal kaynakların korunması, ormansızlaşmanın önlenmesi ve biyoçeşitliliği korunması için bir dizi daha konuda katılımcı ülkelerden sözler alındı.

Bununla beraber, iklim değişikliği konusu ülkelerde ana akım siyasetin bir parçası haline gelmiş değil, yani seçim kazandırıp kaybettirmiyor. 2019 Avrupa Parlamentosu ve 2020 ABD Başkanlık seçimleri bir “Yeşil Devrim” umudu yaratmıştı ama son anketler bu renklerin artık eskisi kadar rağbet görmediğini işaret ediyor.

Her ne kadar konunun uzmanları bu taahhütlerin küresel iklim değişikliğiyle mücadeleye yetmeyeceği konusunda uzlaşsalar da, atılan adımların küçümsenmemesi gerektiği de ortada; eninde sonunda ekonomide “ortak mal” diye adlandırılan bir oyundan bahsediyoruz, fazla çaba harcamadan da eylemlerin sonucundan istifade edebileceğiniz bir oyun bu, beleşçilik hayli teşvik görür durumda. Buna rağmen siyasetçiler adım atıyorlarsa bunu takdirle karşılamak gerek, çünkü iklim değişikliğiyle mücadelede çaba harcamak için insani güdülerinden başka bir motivasyonları yok gibi.

Eğer demokratik siyasetten bahsediyorsak, seçimle gelen siyasetçilerin en büyük motivasyonu koltuklarını korumak ve yeni koltuklar kazanmak. Sürekli muhalefette kalan bir partinin ilçe başkanını bile en çok korkutacak şey koltuğunu kaybetmek, istisnaları tenzih ediyorum burada. O yüzden de seçmen isterse dağları delecek cesaretteki Ferhatlar, seçmenin “takmadığı” konularda harekete geçmeye pek de hevesli değiller, eğer başka bir çıkarları yoksa. Peki, seçmen, sıradan insan bu iklim değişikliği meselesini ne kadar umursuyor? BM’nin yaptığı ankete göre 50 ülkede katılımcıların sadece %14’ü COP28’in ne anlama geldiğini biliyormuş, Türkiye’de bu oran sadece %9’muş. Kendi yaptığımız bir çalışmada Greta Thunberg ismini duyanların oranı %12, Paris Şartı hakkında bilgisi olanların oranı %11 çıkmıştı. Aynı çalışmada iklim değişikliğinden kaygı duyduğunu söyleyenlerin oranı %82, harekete geçmeye hazır olanların oranı da %77’ydi. Bilgi sahibi olmadan eyleme geçeceğini söylemek ne kadar doğru, ayrı mesele.

Belki zamanın ruhundan, belki de daha köklü nedenlerden, seçmende iklim değişikliği konusunun sahici bir karşılığı yok gibi gözüküyor. Diğer ülkelerde de durumun farklı olması için bir sebep yok.

Bu durum sadece ülkemize özgü değil. Farklı anketler insanların en az üçte ikisinin iklim değişikliği hakkında kaygılandığını gösteriyor, bu konuda harekete geçmeye hazır olduğunu söyleyenlerin oranı da bundan az değil. Bununla beraber, iklim değişikliği konusu ülkelerde ana akım siyasetin bir parçası haline gelmiş değil, yani seçim kazandırıp kaybettirmiyor. 2019 Avrupa Parlamentosu ve 2020 ABD Başkanlık seçimleri bir “Yeşil Devrim” umudu yaratmıştı ama son anketler bu renklerin artık eskisi kadar rağbet görmediğini işaret ediyor. Seçmenlerin gündemini ekonomik durum, pandemi, işsizlik ve göçmenler işgal ediyor, tabii son dönemde iyice kendisini göstermeye başlayan savaşlar da gündemde. Böyle bir ortamda “küçülme” gibi fikirler biraz fazla medeni kalıyor, büyümenin kaymağını yüzyıllarca yemiş Batı ülkelerinde bile. Ülkemizde palazlanmış bir Yeşil Parti yok, parti bildirgelerine baktığımızda partilerin en yeşili HDP imiş bir önceki seçimde. Bir de sürpriz, eğer bu bildirgelere bakacak olursak AK Parti ve CHP’nin eşit derecede çevreci olduğunu görüyoruz, bu da durumu bize iyice özetliyor, yeşil olup olmamak fark etmiyor.

Belki zamanın ruhundan, belki de daha köklü nedenlerden, seçmende iklim değişikliği konusunun sahici bir karşılığı yok gibi gözüküyor. Diğer ülkelerde de durumun farklı olması için bir sebep yok. Bu işlerin çok tartışıldığı ABD’de bile çevre konularını oy verirken göz edenlerin sayısının çok az olduğu biliniyor, bu ülkede çevrecilik bir kültürel sermaye meselesi haline gelmiş, beyaz üst sınıflar umursuyorlar. Bir açıdan çok çelişkili, çünkü iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarından en fazla kırılgan gruplar, yani köylüler, niteliksiz işçiler, göçmenler ve diğerleri etkileniyor; buna rağmen iklim için kaygılanmak kuzey ülkelerine üst sınıflara kalmış.

COP28’in kendisi de benzer bir çelişkiyi içinde barındırıyor. İklim değişikliğiyle mücadele için elini taşın altına koyanlar kuzey ülkeleri ve petrol üreticisi ülkeler; her iki grup da bugüne kadar kuralsız büyümeden bol bol istifade etmişler. Bugüne kadar karbondiyoksit salınımın büyük kısmı ABD ve Avrupa (sömürgeleri de dahil) tarafından üretilmiş, Arap ülkelerini zengin eden fosil kaynaklı yakıtların etkisi de tartışılmaz. O zaman bu ülkelerin aciliyet çağrısı biraz samimiyetten uzak kalmıyor mu? Eğer bir çevre adaletinden bahsedeceksek bugüne kadar elde edilen kazanımların da paylaşılması gerekirken, tartışmalar oraya gelmiyor bile. Böyle bakınca da COP28 de, çok büyükmüş gözüken fedakârlıklar da “greenwashing”ten, yani günahları yeşil-miş gibi davranarak aklamaktan öteye geçmiyor, o kadar yalan ve sahicilikten uzak.

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir