Bir Karagöz – Hacivat Oyunu olarak siyaset…

Bir Karagöz – Hacivat Oyunu olarak siyaset…

Birisi tam tersini yaparsa, az yürünmüş patikaya dalarsa, başımıza gelen her şeyin ne kadar siyasi olduğunu ve bunların çözümünün ancak siyaseten mümkün olduğunu söylerse, ne olur? İyi para, kötü parayı kovar mı? Eski köye yeni adet gelir mi? Yoksa eski tas, eski hamam; aynı Karagöz-Hacivat oyunu devam mı eder?

Bugün itibariyle AK Parti de İstanbul’da yarışacak adayını açıkladığına göre artık koltuklarımıza yerleşip seçim sürecini heyecanla takip edebiliriz. Meraklısı bilir, derler ya “atlar start hakeminin emrine verildi”, işte tam o noktadayız, bundan sonrası kıran kırana bir yarış. Eğer başka bir tür gelişme dikkatimizi çalmazsa -coğrafyanın kader olduğu gerçeği burada kafamıza dank ediyor, depreminden savaşına her tür bela var buralarda- önümüzdeki yaklaşık üç ayı seçim adrenalini bağımlısı olarak geçireceğiz demek ki.

Eskisinden yenisine her türlü medya ekmeğini bu tür “at yarışı” benzeri seçimlerden yediğinden; alaylı ya da mektepli her türlü uzman “uzmanlığını” bu fırsatla gösterdiğinden; yerel de olsa seçimin sonucu hepimizi bir derece ırgaladığından ve en önemlisi bu seçimi kazanmak ya da kaybetmek siyasetçi tayfası için hayati olduğundan bu derece gerilim anlaşılır. Bu sadece bize özgü değil, bakın ABD’de başkanlık yarışı şubat ayı itibariyle başlayacak, orada da başka bir şey konuşulmayacak bir yıl. 2024 yılı seçimler yılı, elli ülkede milyarlarca kişi ulusal, çok daha fazla ülkede de yerel seçimlerde oy kullanacak. Ulusal seçimler arasında tabii ki ABD, Hindistan, Rusya ve Meksika; yerel seçimlerde de Meksika, Brezilya, Endonezya, İngiltere ve tabii ki Türkiye ilgi çeken seçimler olarak ön plana çıkıyor. Bahis sitelerinde bu seçimlerin bazıları için masa açıldı bile, Trump 1’e 2.4, Biden 1’e 3.3 veriyor. Türkiye henüz dikkati çekmiş olmasa da geçen seçimler ülkemizin de kumarbazlar tarafından sevildiğini gösteriyor.

Ülkenin kaçınılmaz kaderi, yaşanan her şey üç şehir, üç siyasetçi ve üç takım arasında yaşanıyormuş gibi temsil edildiğinden, dikkatimizi tabii ki İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlıkları ve birkaç tane de ilçe belediyesi yarışına vereceğiz, diğerleri de yerelin meselesi olarak algılanacak. Bu şehirlerin nüfus ve ekonomik ağırlıklarına bakıldığında böyle bir şaşılık insanı şaşırtmamalı, öte yandan İstanbul’u kimin yönettiğinin Yozgat merkez ilçe mahallelerinde yaşayan insana çok da faydası yok. Görmediğimiz, daha doğrusu medyanın bize göstermediği o şehirlerde de belki kıran kırana seçim yaşanacak ama bizim bundan haberimiz olmayacak, magazin değeri taşıyacak birkaç gelişme olmazsa.

Son dönemde demokrasilerin gerilemesinden ya da daha kötümser bir bakışla ölmesinden bahsediyoruz ya, işte yerel siyasetin görünmez hale gelmesinin bunda hayli bir katkısı var. Ulusal seçimlerin “kazan ya da öl” sloganıyla çerçevelenen sıfır toplamlı oyun olarak temsil edilmesi hem siyasetçinin hem medyanın hem de bir yerde kafasını çok karıştırmak istemeyen seçmenin işe geliyor. Yerelin önceliklerinin ya da yerel siyasetin dolambaçlı yollarının anlaşılmasına gerek duymayan, liderler ya da alt-liderler arası laf atışmasına indirgenmiş bir siyaset tarzı aslında tam tersine bir işlevi, siyasetsizleşmeyi de kendiliğinden yerine getiriyor. Siyaset meydanında değinilmemiş meseleler “mesele edilmediğinden” ya siyaset-dışı ya da siyaset-üstü olarak tanımlanıyor, böylelikle de vatandaşın müdahale alanının dışına çıkmış oluyor. Oysa aslında yaşadığımız her şey siyasi, yaşamın sık sık bize hatırlattığı gibi.

Üretim süreçleri nasıl teknikleştiyse, siyasanın da teknikleşmesi, akıl ve bilime yer açması gerektiği görüşü yirminci yüzyılın tamamına damgasını vurmuş. Kitleler duygunun, bürokratlar/teknokratlar da aklın tarafında görülmüş. Siyasetçiler de bu gerilimden rant sağlayan ve kitlelerin hezeyanlarını kendi çıkarları için kullanan aktörler olarak sahnede yerlerini almışlar.

Kolaylıkla uzun bir liste yapabiliriz, kadına yönelik şiddetten eğitim sisteminde tıkanıklığa, geçim zorluğundan artan genç işsizliğine, sağlık hizmetlerindeki gerilemeden trafik sıkışıklığına; bunların tamamı hayli siyasi meselelerdir, öyle sunulmasa da… Daha âli meselelere de gelebiliriz, hak-hukuk meselelerine, yargı bağımsızlığına ve düşünce özgürlüğüne; bunlar da siyasi. Ya da küresel ısınma, depremler, yangınlar, su baskınları ve kıtlıklar gibi insanlığa dair sorunları da masaya koyabiliriz, onlar da siyasi. Bir pandemi daha kapımızı çalabilir, ona ne kadar hazır olduğumuz sorusu da siyasi… Bütün bunlar ve sayamadığım onlarca sorun siyasiyse, tartışılan çözüm önerileri siyasi mi?

“Akılcı bürokrasi” kavramının keşfinden beri bu ve benzeri birçok konu insanın aklının yetmeyeceği, kamunun havsalasının almayacağı “teknik” konular olarak görülmekte, “bırakınız uzmanlar çözsün” denmekte. Kitle iletişimi, kitle üretimi ve kitle demokrasisinin yaygınlaştığı, kitle partilerinin doğduğu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kitle kelimesi biraz mekruh bir şeymiş gibi kullanılmakta. Gustave LeBon bizi “sürü psikolojisine” karşı uyarmış, Ortega y Gasset “kitlelerin isyanından” bahsetmiş ve elitleri sorumlu davranmaya çağırmış, Nietzsche ve Freud’de kitleleri ele avuca sığmaz niteliksiz güruhlar olarak görmüşler, irrasyonellikle eş tutmuşlar. Üretim süreçleri nasıl teknikleştiyse, siyasanın da teknikleşmesi, akıl ve bilime yer açması gerektiği görüşü yirminci yüzyılın tamamına damgasını vurmuş. Kitleler duygunun, bürokratlar/teknokratlar da aklın tarafında görülmüş. Siyasetçiler de bu gerilimden rant sağlayan ve kitlelerin hezeyanlarını kendi çıkarları için kullanan aktörler olarak sahnede yerlerini almışlar.

Bizim asli meselemize, yani birazdan seyre koyulacağımız kendi yarışımıza bakarsak ormanda bir yol ayrımından bahsetmek söz konusu değil. Yani önümüzdeki dönemde herhangi bir siyasetçinin, medya mensubunun ya da vatandaşın “az yürünmüş yoldan gitme” olasılığı yok, cümbür cemaat, otobana dönmüş yola gireceğiz.

Oysa unuttuğumuz bir husus var, zanaat anlamındaki “tekhne” de hayli siyasi. Bu saydığım düşünürler başta olmak üzere -onlar da kanaat zanaatkarı, oksimoron gibi gözükse de-, bürokratlar, teknokratlar, bilim insanları ve işinin ehli gözüken her türlü profesyonel var olan siyasi sistemin bir parçası. İçinde ya da dışında olmaları, iktidara ya da muhalefete destek vermeleri, söylemlerinde kendilerini aklın ve bilimin temsilcisi olarak sunup sunmamaları fark etmez. Yaptıkları eylem, karşılığında maaşlarını ya da benzer kazançları sağladıkları iş var olan siyasi gerilimlerle bir şekilde mutlaka ilişkili. Müteveffa Bruno Latour bize steril laboratuvarların ne derece politikaya gark olduğunu göstermişti, benzer bir şekilde bürokrasilerin nasıl işlediğini yerinde gözlemleyen, Güney Amerika’dan Afrika’ya, Komünizm-sonrası Rusya’dan Hindistan’a kadar çok farklı coğrafyalar “sokak bürokratlarının” kafalarının çalışma biçimine odaklanan çok sayıda akademik çalışma var. Şirketlerin, sendikaların ya da sivil toplum örgütlerinin de ne derece siyasallaşmış olduğu konusunda kişisel gözlemlerimiz yeter herhalde. Yaşamı siyasi ve siyasetdışı gibi iki yapay parçaya bölmek ve ikinci yarıyı sorgulanamazmış gibi sunmak, kişilerin ve zümrelerin iktidarından öte bir şeye yaramıyor, gördük.

Aslında bir tür diyalektik ilişki olduğunu söyleyebiliriz, ne zaman dizginler halka verilse, bunu teknokratik yeniden yapılanma takip etmiş, bahanesi de halkın “duygularını” kötüye kullanan siyasetçiler olmuş. Öte yandan halkı halka rağmen yönetme arzusundaki teknokratların başarısızlıkları da sözü sahibine verme iddiasındaki “popülist” siyasetçilere fırsat sağlamış, sonra yine bir “akılcılaşma” sürecine girilmiş. Batı’nın başımıza açtığı küresel ısınma, finansal kriz ve mülteci sorunu gibi ağır meselelerle baş etmedeki kasıtlı/kasıtsız beceriksizlikleri, tıpkı şu anda şahit olduğumuz Gazze’deki kırım karşısındaki aciz tutumları; bu halin uyandırdığı hınç duygusundan istifade etmek isteyen “kaba” siyasetçilerin önünü açmış durumda. Önümüzdeki yıl yapılacak seçim sonuçlarını bu perspektiften değerlendirmek hayli fikir açıcı olabilir, şimdiden yazalım.

Bizim asli meselemize, yani birazdan seyre koyulacağımız kendi yarışımıza bakarsak ormanda bir yol ayrımından bahsetmek söz konusu değil. Yani önümüzdeki dönemde herhangi bir siyasetçinin, medya mensubunun ya da vatandaşın “az yürünmüş yoldan gitme” olasılığı yok, cümbür cemaat, otobana dönmüş yola gireceğiz. Seçim tartışmaları bizi pek de ırgalamayan konulara sıkışacak, zaten diğer konular da pek heyecan verici olmadığından ilgi çekmeyecek. Seçim akşamı da haritada il boyamaca oynayıp biraz gerilip, biraz rahatlayacağız; seçim kaybetme travması kolayca atlatılabiliyor, gördük. Peki, birisi tam tersini yaparsa, az yürünmüş patikaya dalarsa, başımıza gelen her şeyin ne kadar siyasi olduğunu ve bunların çözümünün ancak siyaseten mümkün olduğunu söylerse, ne olur? İyi para, kötü parayı kovar mı? Eski köye yeni adet gelir mi? Yoksa eski tas, eski hamam; aynı Karagöz-Hacivat oyunu devam mı eder? Tıpkı çok bilmiş Hacivat’ın da söylediği gibi: “O söylese ben dinlesem, efendim haddim olmayarak bendeniz söylesem, bizi seyreden dostlar gülseler eğlenseler…” Hadi size iyi eğlenceler…

 

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir