Odadaki fil Türkiye: AB genişleme gündeminin kaçınılan gerçeği

Odadaki fil Türkiye: AB genişleme gündeminin kaçınılan gerçeği

AB’yle yeni bir dönemin hikâyesini yazmak için şimdiye kadar edindiğimiz deneyimler ışığında, Batı ile ilişkilerde fabrika ayarlarımıza dönmek ve cesur, ezber bozan demokrasi adımları atmak durumundayız. Partiler üstü bir anlayışla şeffaf iletişim yürütmeli ve çevik, esnek, sürdürülebilir bir AB ajandası çalışmalıyız.

Batı dillerinde yaygın olarak kullanılan ‘Odadaki Fil’ metaforu, kimsenin görmek ve tartışmak istemediği açık bir gerçeği veya aşikâr bir meseleyi tanımlar. Bu tabir kullanıldığında, var olan bir sorun veya zorluk hakkında tarafların konuşmaktan imtina ettiği anlaşılır. Aslında söz konusu mesele o kadar barizdir ki, göz ardı etmesi neredeyse imkânsızdır. Yine de taraflar, konfor alanlarını bozmamak veya gerçeklerle yüzleşmemek adına, odadaki filin varlığını görmezden gelir ve hayatlarına devam ederler. Oysa eninde sonunda, bu meseleyle yüzleşilmelidir; zira ondan kaçınma pratiği sürdürülebilir değildir. İşte son dönemde yeniden canlanan AB genişleme gündeminde aday ülke Türkiye’nin durumu da buna benziyor.

14-15 Aralık 2023’te düzenlenen AB Zirvesi, genişleme politikası açısından önemli bir dönemeç teşkil etti. Ukrayna ve Moldova ile katılım müzakerelerinin başlaması ve coğrafi olarak Avrupa dışında kalan Gürcistan’a resmi adaylık statüsü verilmesi kararlaştırıldı. Bosna Hersek konusunda gerekli kriterlerin yerine getirilmesinin ardından katılım müzakerelerinin başlatılabileceği bildirildi, yeniden değerlendirme için Mart 2024’e işaret edildi. Batı Balkanlar özelinde 13 Aralık’ta ek bir zirve toplantısı düzenlendi. Genel anlamda, Batı Balkanlar’daki ülkelerin katılım süreçlerinin hızlandırılması konusunda fikir birliği pekiştirildi. Aralık Zirvesi’nde genişleme sürecindeki 10 ülke arasında ele alınmayan, gündemden düşürülen tek ülke ise Türkiye oldu.

Geçtiğimiz Eylül ayında Avrupa Parlamentosu, “Türkiye’deki demokratik gerilemenin artarak devam ettiği” gerekçesiyle, “AB-Türkiye ilişkileri için paralel ve gerçekçi bir çerçeve bulunması” ihtiyacına dikkat çekmişti. AB Komisyonu’nun Kasım başında yayımladığı 10 rapor arasında ise en negatif geri bildirimin Türkiye için yapıldığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle Yargı ve Temel Haklar faslında AB’den gelen eleştiriler keskin bir dille ifade edilmişti. Brüksel’deki yaygın izlenim, Türkiye’nin yeni genişleme dalgasında sürecin dışında kalacağı yönünde kemikleşiyor. Bunu kısmen kıran tek gelişme, AB liderlerinin görevlendirmesiyle AB Komisyonu ve Dış Politika ve Güvenlikten Sorumlu Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in ortaklaşa hazırladığı kamuoyunda kısaca Borrell Raporu olarak anılan 29 Kasım tarihli AB-Türkiye siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerinin durumu” belgesi oldu. İkili ilişkilerde stratejik bir bakışla nasıl ilerlenebileceğini değerlendiren, dengeli ve yapıcı tondaki bu rapor, ikili ilişkilerdeki gerçek potansiyelin tam anlamıyla değerlendirilememiş olduğuna işaret ediyor ve görece olumlu sinyaller vererek bazı şartlara bağlanmış olsa da somut öneriler içeriyordu.

Zirve öncesinde, Borrell Raporu’nun Konsey tarafından Türkiye bahsinde değerlendirilmesi, önerilerinin hayata geçmesi noktasında bazı olumlu yaklaşımların ortaya konulabileceği beklentisi oluşmuştu. Ancak Türkiye açısından durum hiç öyle olmadı. 14-15 Aralık’ta düzenlenen 2023 yılının son AB Zirvesi’nde mevcut üye devlet ve hükûmet başkanları sıkı pazarlıklar sonrasında genişleme politikasına dair tarihi kararlara imza atarken, Türkiye ile ilişkiler gündem dışı bırakıldı ve Zirve’nin sonuç bildirgesinde sadece birkaç cılız satırla, belirsiz ileri bir tarihe ertelendi.

Eskileri hatırlayanlarımız için bu durum, 12-13 Aralık 1997 Lüksemburg Zirvesi ve Türkiye’nin o dönemki genişleme sürecinden fiilen dışlanmasını anımsatır nitelikte. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Avrupa kıtası açısından gerçek bir dönüm noktası olmuş, yarım yüzyıllık bölünmüşlüğün bitişi, tüm Avrupa’da coşkuyla kutlanıyordu. Demir Perdenin AB nezdinde çöktüğü o süreçte, Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Slovenya ve (Güney) Kıbrıs’la tam üyelik görüşmelerine başlanması; Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Litvanya ve Letonya ile görüşmelere başlamak üzere hazırlıkların hızlandırılması kararlaştırılmış, Türkiye’ye ise üyelik perspektifi yerine upuzun bir koşullar manzumesi sunulmuştu. 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’nde aday ülke olarak açıklanmaması üzerine, Türkiye o dönemde AB ile siyasi diyaloğu askıya almış, ancak Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde, Türkiye’nin resmi adaylığının teyit edilmesini takiben ilişkiler yeniden rayına oturmuştu. Kanaatimce eski travmalarımıza yoğunlaşmak yerine önümüze bakmalı ve yeni dönemde AB ile ilişkileri canlandırmak için akılcı ve proaktif olarak neler yapılabileceğine odaklanmalıyız. Zira Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde yeni bir hikâyeyi mümkün kılabilecek bazı dinamikler hâlen mevcut.

AB, Ukrayna Savaşı’ndan itibaren Rusya tehdidine karşı safları sıklaştırmaya çalışıyor ve jeopolitik saiklerle genişleme gündemini yeniden canlandırıyor. Genişlemenin birleştirici ve dönüştürücü etkisini tekrar Avrupa kıtasının gelecek tahayyülünün merkezine yerleştiriyor. Birkaç sene öncesine dek aday olması dahi düşünülmeyecek ülkelerle genişleme süreci yürütülüyor, 10 senedir bekleme odasında duran Batı Balkanlara yönelik yeni açılımlar yapılıyor. Lakin AB içerisinde de bu yeni dalga genişlemeye dair ciddi çekinceleri olanlar da var. Olası genişlemenin siyasi ve ekonomik maliyetleri oldukça yüksek, ayrıca AB’nin mevcut kurumsal mimarisi ve sorunlu karar alma mekanizmalarının yeniden düzenlenmesi gibi sınamalar söz konusu.

Yunanistan ile ilişkilerde Şubat 2023 depremleri sonrasında buzların yavaş yavaş erimeye başlamasının, Türkiye ve AB arasında pozitif bir ivme yarattığını gözlemliyoruz. İyi komşuluk ilişkilerinde önümüzdeki dönemde devamlılığı sağlamanın, Türkiye’nin lehine olacağı şüphesiz.

Örneğin Macaristan 2023’ün son AB Zirvesi’ne, Ukrayna’nın katılım sürecine yönelik sert muhalefeti ve veto kartını ortaya koymasıyla imzasını attı. Almanya’nın geliştirdiği yaratıcı bir çözüm önerisiyle Macar lider Orban’ın odadan çıktığı bir anda Ukrayna oylaması gerçekleştirilerek, karar alınması mümkün kılındı. Hatta aynı metotla gelecekte Türkiye bağlamında (Güney) Kıbrıs’ın odadan çıkarılabileceği esprisi düşünülebilir. Ancak sıra Türkiye’ye gelince, bu tarz bir yaratıcılığın sınırlı olacağını kestirmek pek de zor değil.

Yunanistan ile ilişkilerde Şubat 2023 depremleri sonrasında buzların yavaş yavaş erimeye başlamasının, Türkiye ve AB arasında pozitif bir ivme yarattığını gözlemliyoruz. İyi komşuluk ilişkilerinde önümüzdeki dönemde devamlılığı sağlamanın, Türkiye’nin lehine olacağı şüphesiz. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 6 yıl aradan sonra 7 Aralık’ta gerçekleşen ilk Atina ziyareti ve iki ülke arasında Dostane İlişkiler ve İyi Komşuluk Hakkında Atina Bildirgesi‘nin imzalanmış olması önemli bir dönüm noktası oldu.

Ancak, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlük AB ile ilişkilerin kalbinde durmaya devam ediyor. AB, Türkiye’den, Kıbrıs meselesinde yapıcı bazı adımlar atmasını, Birleşmiş Milletler liderliğindeki müzakere masasına geri dönülmesi yönünde güçlü destek vermesini bekliyor. Borrell Raporu’nda da geniş yer bulan Kıbrıs konusunun Türkiye’nin çeşitli şekillerde tekrar tekrar önüne gelmesi kaçınılmaz.

Türkiye’den genel olarak AB ile uyumunu derinleştirmesi ve daha fazla iş birliği yapması beklenmektedir. Bu bağlamda, 19-20 Aralık’ta Ankara’da gerçekleşen Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu 80. Toplantısı önemli bir zemin oluşturdu. Toplantının ardından yayımlanan ortak bildiride, parlamenterler Türk Hükümeti’ne ve AB kurumlarına, Brüksel’de üst düzey diplomatik temasları da içeren daha aktif bir diyalog çağrısında bulundular.

Türkiye’nin AB-NATO stratejik ortaklığını daha da güçlendirmesi teşvik edilmektedir, özellikle İsveç konusunda hızla atılacak olumlu adımların, Türkiye’nin hem AB hem de genel olarak Batı’yla ilişkilerini pozitif yönde etkileyeceği açıktır. 26 Aralık’ta İsveç’in NATO’ya katılım protokolünün uygun bulunduğuna ilişkin yasa teklifinin TBMM Dışişleri Komisyonu’nda kabul edilmiş olması çok kritik bir gelişmedir. Protokolün yürürlüğe girmesi için, bir sonraki aşamada Genel Kurul’da kabul edilmesi öngörülüyor.

Gümrük Birliği modernizasyonu, Türkiye’nin uzun süredir üzerinde çalıştığı bir konu olup, 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasının kapsamının genişletilerek yenilenmesi ve güncel yeşil ve dijital dönüşüm ajandalarıyla uyumlulaştırılması gerekliliği, tüm paydaşlarca kabul görmüş olsa da süreç, siyasi sebeplerle sekteye uğramıştı. Borrell Raporu’nun, Gümrük Birliği modernizasyonu olası müzakerelerinin yeniden başlatılmasını iki şarta bağlayarak önerdiğini unutmamalıyız. İlki, Rusya’nın Türkiye üzerinden AB yaptırımlarını atlatması konusunda önlemler alınması, özellikle bazı kritik malların trafiğinin önlenmesi. İkinci şart ise Kıbrıs görüşmelerinin yeniden başlamasıdır. Bu önkoşulların yeniden karşımıza çıkması kuvvetle muhtemel. Ticaret Bakanı Ömer Bolat’ın 21 Aralık’ta, “Gümrük Birliği anlaşması müzakereleri önümüzdeki yıl başlayabilir” şeklindeki ifadesi dikkat çekicidir.

AB’yle ilişkilerde Türk vatandaşlarının gündelik hayatına birebir değen başka bir husus, vize konusudur. Son dönemde iyice artan sorunlar, ret oranlarındaki yükseklik, vize randevularının karaborsaya düştüğü haberleri can sıkıyor.

AB’yle ilişkilerde Türk vatandaşlarının gündelik hayatına birebir değen başka bir husus, vize konusudur. Son dönemde iyice artan sorunlar, ret oranlarındaki yükseklik, vize randevularının karaborsaya düştüğü haberleri can sıkıyor. Vize serbestisi süreci, AB tarafından öne sürülen 72 kriterin 6 tanesinin Türkiye tarafından halihazırda karşılanamamış olmasına takılmış durumda. 1 Ocak’ta Kosova vatandaşlarının Schengen bölgesine vizesiz seyahat etmelerine imkân tanıyan vize serbestisi uygulaması yürürlüğe girdi. Böylelikle Batı Balkanlar’daki altı ülkenin tümü muafiyet kazanmış oldu. Türkiye’nin AB nezdinde bu konuyu hep gündemde tutması ve ilk kertede en azından belirli gruplar için kolaylaştırma sağlanması yönünde bastırması gerekiyor.

Türkiye-AB ilişkileri için mevcut katılım çerçevesi geçerliliğini korumakla birlikte fiilen genişleme başlığı altında değerlendirilmediğini görüyoruz. Bu tatsız gerçekle, Aralık Zirvesi’nde bir kez daha yüzleştik. Borrell Raporu’nun dikkatle not edildiği ancak konuya ileri tarihli bir Zirve toplantısında tekrar değinileceği belirtildi. Gerçekçi olmak gerekirse, ocak ayı başında AB Konseyi dönem başkanlığını devralan Belçika’nın önünde kritik 6-9 Haziran Avrupa Parlamentosu seçimleri süreci var.

Bu dönemde Türkiye açısından çığır açıcı bir gelişme beklenmesi zor görünüyor. Avrupalı siyasilerin de önceliklerinin genişleme dosyası olması pek muhtemel değil, özellikle de aşırı sağın yükseldiği ve güçlendiği şu dönemde. 2024’ün ikinci yarısında ise dönem başkanlığı dost ülke Macaristan’a geçecek. Türkiye açısından bu, yeniden bir fırsat penceresi yaratabilir ve süreç, ön hazırlık aşamasından itibaren doğru şekilde yönetilirse Macaristan’ın olumlu katkısıyla daha hareketli ve kazanımlı bir şekle evrilebilir. Ankara’nın şimdiden bu zamana yatırım yaptığı anlaşılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 18 Aralık’taki Budapeşte ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilerin 100. yıl dönümü olması vesilesiyle de ses getirdi.

‘Tango iki kişiliktir’ derler, ancak tam üyeliği stratejik bir hedef olarak ortaya koyan Ankara’nın Türkiye-AB ilişkilerine yeniden işlerlik ve dinamizm kazandırma noktasında artık vakit kaybetmemesi gerekiyor. AB’den beklenen hamleler istenen takvimde gelmemiş olsa da zaman kendi kabuğumuzdan çıkma ve belirlenmiş rotaların ötesinde, kutunun dışında düşünme zamanıdır. Atılan olumlu adımların sürdürülmesi ve karşılıklı güven ve iş birliğinin tesisi elbette elzemdir. Ancak eski yöntemlerle yeni bir strateji kurgulanması yeterli gelmeyebilir. Mevcut döngüleri kabullenip süreci akışına bırakmak yerine, daha öncü ve yaratıcı tavır almalıyız.

AB’yle yeni bir dönemin hikâyesini yazmak için şimdiye kadar edindiğimiz deneyimler ışığında, Batı ile ilişkilerde fabrika ayarlarımıza dönmek ve cesur, ezber bozan demokrasi adımları atmak durumundayız. Partiler üstü bir anlayışla şeffaf iletişim yürütmeli ve çevik, esnek, sürdürülebilir bir AB ajandası çalışmalıyız. İlişkilerde yeni normali oluşturabilmek için anahtar AB tarafında olduğu kadar bizde saklı. En doğru hamle, odadaki fili yeniden tanımlamak olabilir. Zira kadim Doğu kültüründe fil hem madden hem manen yol açıcı ve problem çözücü, uzun yaşamın ve bilgeliğin simgesidir. Türkiye, kendini doğru bir konumlandırmayla sorun değil, çözüm; yük değil, fırsat olarak ortaya koyarsa, Ankara’nın AB’nin genişleme konusunda uzun süredir değişimlere en açık olduğu bu dönemi en iyi ve hızlı şekilde değerlendirmesi ve bu trenin bir kez daha kaçırılmaması gelecek kuşaklar için en büyük dileğimizdir.

Ayşe Yürekli, MA MSc Uyuşmazlık Çözümü ve Avrupa Çalışmaları Kıdemli Uzmanı

Bu yazı AB uzak bir hayal mi? dosyasında yayımlanmıştır. Dosyanın diğer yazılarına erişmek için buraya tıklayınız.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir