31 Mart bir fırsat; ama kimin için?

31 Mart bir fırsat; ama kimin için?

31 Mart 2024’te çok sandalyelerin devrilmesi, koltukların el değiştirmesi mümkün… Ama bu heyecan fırtınası sıradan vatandaşın hayatını etkileyecek mi, bunu bir detaylı düşünmemiz gerek; belediye başkan aday adayları, özellikle kazanılacak yerden çıkanları tek tek belli olurken bunu da bir yere yazalım.

Güneşin git gide daha erken batıp daha geç doğduğu, nedeni bilinmez ve sonucu tartışmalı bir karar sonucunda, gecenin karanlığında yollara döküldüğümüz bu günler elbette geçecek, günler bir haftaya kalmaz uzamaya başlayacak ve baharı umutla beklemeye başlayacağız. Yılbaşını az geçe siyasi rekabet de ısınır kesin; 31 Mart’a da doğru herkes yeni bir öforyanın içine düşer, malum siyasetçilerimiz “gaz vermekte” çok mahirler, tabii hayal kırıklığına uğratmakta da. Hızlı, 9/8 şarkıların ritmiyle küstüğümüz siyasete yeniden ısınır; sosyal medyada tanıdık tanımadık herkes, mahallede de alt komşuyla siyaset didişiriz; yaşamımız Kızılcık Şerbeti dizisinin kötü bir uyarlaması zaten. Sonra seçim gecesi gelir, elde çekirdek çerez meşrebimize göre yanan sönen illeri ve birbirine bağıran sopalı erkekleri izleriz. Daha sonrası yaz zaten, pandemiden depreme neleri unutturdu, bu kara kışı mı unutturmayacak…

Takvim yaprakları böyle hızlıca dökülürken, bize ne olur peki? Büyük harfle, “insanlık” adına sormuyorum da, her filozofun küçümseyegeldiği ekmeğinin peşinde, geçim kaygısı içerisinde, rüzgârın önünde, dalgaların arasında sallanan ve kaderiyle didişen küçük insanlardan bahsediyorum. Filler tepişirken arada ezilenlerden, “toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok” olanlar sorunun öznesi, biz derken kasıt o. Siyasetin ve dolayısıyla siyasetçilerin tercihlerinin yaşamımızı etkilediğini kimse sorgulamıyor artık sanırım. Kötü siyaset ve kötü siyasetçi, sıradan yaşamın hayatını cehenneme kolaylıkla çeviriyor; savaşlar, ekonomik-siyasi krizler, soykırım, anarşi ve birçok daha şey siyasetçilerin eylemlerin doğrudan bir sonucu zaten. Bunlara yapmadıklarından dolayı neden oldukları diğer kırımları sayalım: Depremler, küresel ısınma, orman yangınları, su baskınları ve her türlü “doğal” felaket siyasetçilerin almadıkları tedbirler ya da bilakis teşvik ettikleri yanlış uygulamalarla felaket sıfatı taşıyabiliyorlar; bunu birinci elden biliyoruz.

Üstelik siyasetçilerin kendi yanlış politik tercihlerinin bedelini ödedikleri de nadir görülen bir şey… Seçim kaybeden siyasetçi kendiliğinden “akil adam” sıfatı kazanıyor, en fazla emekli oluyor. Elimizde rakamsal veriler az ama siyasetçiler temsil ettikleri kesime kıyasla daha erkek, daha yaşlı, daha beyaz, daha fazla eğitimli ve tabii ki daha zengin. Siyasetçilerin arasında yurtdışında eğitimlerini tamamlamış olanların sayısı da tabii ki sıradan halka kıyasla çok daha fazla, özellikle çevre ülkelerde. Siyaset hem bir sermaye işi; paranız, bağlantılarınız ve boş zamanınız olabilmeli; hem de bir kazanç işi, her türlü yatırım gibi bu işe yaptığınız yatırımın da geri dönüşü oluyor, bu geri dönüş kaynağı belirsiz para akışları da olabilir -evinden zarflarla para çıkan Lindsey Graham gibi- ya da emeklilik sonrası kıyak bir iş de bulabilirsiniz, Rusların şirketinde yönetim kurulu üyeliği kapan Gerard Schröder misali. Bunlar bilinen ve ilk akla gelen örnekler; her ölçekte ve coğrafyada sayısız örnek bulabiliriz.

Siyasetçilerin her türlü profiliyle vatandaş profilimiz o kadar farklı ki neredeyse iki farklı ülke ya da gezegenden geldikleri söylenebilir. Bu uçurum, sadece bizim ülkemiz için geçerli değil; Belçika’da bile politikacılar sıradan insanlara göre daha Belçikalı diyeyim, siz anlayın.

Siyasetçilerin sadece demografik ve ekonomik profilleri değil, psikolojik profilleri de ortalamadan hayli farklı. Siyasetçilerin daha girişken ve daha az nevrotik olduğunu gösteren çalışmalar da var, psikologların “Karanlık Üçlü” dedikleri narsisizm, psikopati ve Makyavelizm gibi özellikleri de taşıdıklarını bulan da… Burada neden-sonuç ilişkisi nasıl bilemiyoruz; belki de siyasette başarılı oldukları için kişilik özellikleri değişiyordur, kim bilir. Siyasetçiler, her zaman temsil ettikleri kitleyle aynı dünya görüşünü bile paylaşmıyorlar; ülkedeki siyaset iklimine göre siyasetçiler daha radikal ya da daha mutedil ideolojik görüşlere sahip olabiliyorlar. “Zamanın ruhu”na biçim veren kutuplaşma ikliminde siyasetçiler arasındaki uçurumun, sıradan insanlara kıyasla çok daha fazla olduğu aşikâr.

Örneklem biliminde basit bir yöntem bulunur: Herhangi bir kitleden rastsal olarak belli sayıda kişiyi seçtiğinde belli hata payları içinde benzerlik taşımaları beklenir. Eğer farklılıklar hata payı aşmışsa, o zaman eldeki örneklemin genel kitleyi temsil ettiği söylenemez. Bizdeki durum da bu. Siyasetçilerin her türlü profiliyle vatandaş profilimiz o kadar farklı ki neredeyse iki farklı ülke ya da gezegenden geldikleri söylenebilir. Bu uçurum, sadece bizim ülkemiz için geçerli değil; Belçika’da bile politikacılar sıradan insanlara göre daha Belçikalı diyeyim, siz anlayın.

“Siyaset elit işi, ne olacaktı ki?” demek mümkün. Evet, elit demek, ülke işlerini vatandaş hayrına yürütmesi beklenen kişi demek; demokrasi öncesi rejimlerden bu işi, büyük ölçüde aristokrasi, onların olmadığı rejimlerde de başka oligarşiler üstlenirdi. Şimdi imrenerek anılan elit okulların işlevi de hem devlet hem de siyasi işleri yürütecek insan kaynağını yetiştirmekti. Demokrasinin yaygınlaşması, elit olma yollarını biraz da çoklaştırdı; eleğin üstünde kalma kriteri seçim aldığından, işin rengi de değişti. Demokrasiye geçilse bile dizginlerin elitlerin elinde kalması gerektiğini öne sürenler az değil; Schumpeter, Pareto ve Michels ilk aklımıza gelenler arasında.

Büyük İskender’in bu topraklardaki geleneği iyi özetleyen bir tarzı var. Malum “Gordion Düğümü”nü çözmekle uğraşmaktansa, “kaba kuvvet” kullanmış, işi kılıçla halletmiş.

Haydi siyasi elitin -gözünüzde Meclis TV canlansın, hah, onlar- halkın geri kalanından farklı olduğunu kabullendik. Peki, bu kişilerin halkın çıkarını kollayacaklarını nereden bileceğiz? “Oyun Teorisi” adı verilen yaklaşımda “müdür -ajan” sorunu bu işlerle uğraşır, oraya gönderdiğimiz temsilcinin kendi çıkarını değil de bizim çıkarımızı düşündüğünü nereden bileceğiz? Kendi apartman yöneticinizi düşünün, resim açık değil mi? Bazı ülkelerde bu sorunun farkında olanlar kendilerince çözümler geliştirmişler, bu çözümlerin bazıları başlarına daha fazla gardiyan dikmek, yani siyasi finansmanı didik didik etmek, daha fazla denetlemek ve kusuru görülenin hemen cezalandırmak… Bazılarıysa “liberal” davranmışlar, medyanın bağımsızlığı ve güçlü bir sivil toplumun varlığını teminat olarak görmüşler. İlk grup, “Quis custodiet ipsos custodes?”- “Koruyuculardan kim koruyacak?” özdeyişini yok saymış, ikinci gruptakiler de, siyaset-medya-sivil toplum ve ticaretin iç içe girdiği bir dünyayı görmezden gelmişler; aynı hegemonyanın organik parçası olanların birbirini denetleyeceğini düşünmek aşırı iyimserlik değil mi?

Büyük İskender’in bu topraklardaki geleneği iyi özetleyen bir tarzı var. Malum “Gordion Düğümü”nü çözmekle uğraşmaktansa, “kaba kuvvet” kullanmış, işi kılıçla halletmiş. Siyasetçiler ve vatandaşlar arasındaki uçurumun yarattığı akut sorunları çözmek için klavyedeki bütün tuşlara basanlar da yok değil; ne kadar “otantik” oldukları tartışılsa da, en azından halkı kendi bünyelerinde temsil ettiklerini iddia ederek daha gerçekçi bir öneri getirmişler, bu stratejinin seçim kazanmakta ne kadar işe yaradığını zaten gördük, görüyoruz.

31 Mart 2024’te çok sandalyelerin devrilmesi, koltukların el değiştirmesi mümkün… Ama bu heyecan fırtınası sıradan vatandaşın hayatını etkileyecek mi, bunu bir detaylı düşünmemiz gerek; belediye başkan aday adayları, özellikle kazanılacak yerden çıkanları tek tek belli olurken bunu da bir yere yazalım.

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir