Muharebe meydanı…

Muharebe meydanı…

Batılıların “kibar şövalye” adını verdiği I. Murad, yirmi senelik hükümdarlığına, hepsine bizzat katılıp hiçbirini kaybetmediği otuzyedi savaş sığdırmış. Osmanlı ordusunun topu ilk defa kullandığı bu savaş, Osmanlı’nın Balkanlara çıkmamak üzere yerleştiğini de gösteriyordu. Murad savaş meydanında ölü sandığı bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek öldürünce iç organlarını buraya gömmüşler.

“Balkanlar” ve “savaş” iç içe geçen iki kelime gibi, sanki biri olmasa öteki eksik kalacak.

Priştine’ye indim, havaalanına Adem Yaşari’nin adını vermişler.

Adem Yaşari, Arnavutların milli kahramanı; fotoğraflarına bakıyorum eli hep silahlı…

Sırplar tarafından öldürülmüş; tabii, “bizim” kaynaklara göre şehit edilmiş.

Neyse, ben 1389’daki Kosova Meydan Muharebesi’nin izini süreceğim.

Ve tam da bu muharebenin geçtiği meydandayım.

Karşımda türbeyle yaşıt olduğu iddia edilen ve yirmi senedir meyve vermediği, sadece yeşillendiği söylenen dev kollu bir dut ağacı var.

Sekiz kilometrekarelik bir alanda yapılmış savaş.

Gene bizim kaynakların “şehit olan ilk ve tek padişah” olarak doğrudan cennete gönderdiği Sultan I. Murad, şu bulunduğum türbenin üç kilometre uzağında otağını kurduğunda iki rekât namaz kılıp bir dua etmiş.

“Bir yağmur nasîb eyle! Bu toz bulutu kalksın… Kâfirin askerini âşikâr görüp, yüz yüze cenk edelim!..”

Duası kabul olmuş, yağan yağmur tozu kaldırmış, sekiz saatlik savaşın sonunda da Osmanlı büyük bir zafer kazanmış.

Ama Murad’ın duası bu kadarla sınırlı değilmiş, şöyle bitirmiş.

“Asâkir-i İslâm için teslîm-i rûha râziyim. Tek ki, bu mü’minlerin uğruna benim rûhum fedâ olsun… Beni gâzi kıldın. Sonunda da lütfen ve keremen şehîd eyle! Amin!..”

Dua olduğu gibi kabul edilince bu bölümü de atlamak mümkün olmamış tabii; savaş sonunda meydanda yürürken bir Sırp askeri tarafından hançerlenmiş.

Bize türbenin içinde yer alan müzeyi gezdiren ve “Prizrenli Ali Şen’in Galatasaraylı hemşerisi” olmakla övünen Zekeriya, hikâyenin bu faslına geldiğinde, titreşen sesine engel olamadan “buracıkta şehit oldu,” dedi.

Aslında bu hamasi milliyetçilik yerlerinden, devasa direklere çekilmiş kocaman bayraklardan falan hiç hazzetmem ama burası, nasıl olduysa, çok sevimli bir yer -öyle devasa bayraklar falan yok zaten.

Bu türbenin türbedarı, aslen Buharalı bir Özbek olan Saniye Hanımmış ama onun hikâyesi belki hepsinden etkileyici.

Kabaca üç-dört asırdır bu türbede türbedarlık eden bir aileye mensupmuş!

Soyadı da çok şaşırtıcı olmayabilir ama, Türbedar!

Türbenin bir köşesinde türbedarların, dolayısıyla Saniye Hanım’ın bütün ailesinin mezarları var…

Küçük, iddiasız mezarlar; küçük ve iddiasız oldukları ölçüde de güzel ve sevimliler.

Sultan Reşat, 1911’de Rumeli’ye gidince bu türbeyi de ziyaret etmiş, girişte sağdaki ilk odada o gezinin bazı fotoğrafları yer alıyor.

O günden beri bir daha restorasyon görmeyen bu türbeyi 2005’te TİKA deyim yerindeyse kurtarmış.

“Neredeyse bütün Balkanlar Halifesini görmeye geldi,” dedikten sonra bize Kosova’nın önemini anlatmaya çalışıyor Zekeriya: “Üst katta Murad Hüdavendigar dönemindeki Osmanlı haritası var, çok önemli, ezberbozan bir harita. Mutlaka görmeniz gerekiyor. Daha İstanbul, Trabzon, İzmir, hatta Anadolu bile Osmanlı değilken burası, bizler Osmanlıydık! Daha eskiyiz yani!”

Tabii Sultan Murad’ı öldüren de Sırpların kahramanı: Savaşı kaybeden Lazar Hrebeljanoviç’in damadı Milos Obiliç. Milos Obiliç’in de karşı tarafta bir anıtı dikilmiş. Ama hikâye git git çetrefil bir hâl alıyor.

Devam: “Düşünün, al bayrağımızın üstüne düşen ilk ay-yıldız da burada görülmüş. Gene bu meydanda, şu aşağıdaki dereden öyle kan akmış ki su kıpkırmızı olmuş, geceleyin sekiz köşeli yıldız ile ay yansımış… Bu olaya sonra bir de Çanakkale’de şahit olunacak.”

İnanıyor bu anlattıklarına.

Müthiş sevimli bir adam, çok güzel Türkçe konuşuyor, hatta hızlı konuştuğunun farkında ve “bizde virgül yok!” gibi espriler de yapıyor ama gel gör ki bunlara inanıyor!

Dere kırmızı olmuş da ay-yıldız yansımış da…

Bizden daha çok “Türk ve Müslüman” olduğunu göstermeye gayret ediyor.

Peki, kime gösterecek bunu?

Bize!

Çok fiyakalı adı olan bir de dernek kurmuşlar, gözlerinin içi gülüyor anlatırken: “Meşhed-i Hüdavendigar Kosova Tarih ve Kültür Derneği”.

TİKA’nın yaptıklarını anlatırken Türkiye ile duyduğu gurur bütün benliğinden fışkırıyor adeta.

Bunu ben daha önce Karadağ’da, Eski Bar’da da görmüştüm.

Bizatihi Tayyip Erdoğan’ın kendilerine sahip çıktığını, başka kimsenin umurunda olmadıklarını düşünüyorlar.

Sadece restorasyon tarihlerini mukayese etmek bile, bir ölçüde haksız olmadıklarını söylemeye yeter sanıyorum.

Dönelim savaşa…

Batılıların “kibar şövalye” adını verdiği I. Murad, yirmi senelik hükümdarlığına, hepsine bizzat katılıp hiçbirini kaybetmediği otuzyedi savaş sığdırmış.

Osmanlı ordusunun topu ilk defa kullandığı bu savaş, Osmanlı’nın Balkanlara çıkmamak üzere yerleştiğini de gösteriyordu.

Murad savaş meydanında ölü sandığı bir Sırp askeri tarafından hançerlenerek öldürünce iç organlarını buraya gömmüşler.

Murad ölünce savaş meydanındaki iki oğlunu çadıra çağırıyorlar; daha sonra “Yıldırım” unvanını alacak Şehzade Bayezid’e biat edilirken, olası bir taht kavgasından kaçınmak amacıyla kardeşi Yakup o çadırda boğduruluyor.

Tabii öldüren de Sırpların kahramanı: Savaşı kaybeden Lazar Hrebeljanoviç’in damadı Milos Obiliç.

Milos Obiliç’in de karşı tarafta bir anıtı dikilmiş.

Ama hikâye git git çetrefil bir hâl alıyor.

Şimdi ben bu kitaptan bahsetsem bütün anlatı çökecek! Sırplar, kendi kahramanlarını kanlı bıçaklı oldukları Arnavutlardan mı devşirdiler? Nerede olursa olsun, milliyetçiliği biraz silkelemeye başlayınca sapır sapır dökülüşünü izlemek çok keyifli.

Murat Belge, Anna di Lellio’nun The Battle of Kosovo 1389 – An Albanian Epic (Kosova Savaşı 1389 – Bir Arnavut Destanı) adlı incelemesinden yola çıkarak Milliyet Kitap’a yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Hatırlıyorum, çocukluğumda popüler tarih metinlerinde Sultan Murat’ı (tabii ‘haince’) öldüren Sırp’ın adı Miloş Kabiloviç olarak geçerdi. Ama daha yakınlarda Miloş Obiliç diye biriyle (Sırp kahramanı) karşılaşmıştım. ‘Herhalde aklımda yanlış kalmış’ demiştim, pek üstünde de durmamıştım. Şimdi bu metinde ve önsözünde karşıma Milloş Kopilik (Millosh Kopiliq) adında bir Arnavut çıktı. Öyleyse benim Kabiloviç buradan geliyor, yanlış değil. Şimdi Hammer’e bakıyorum, o da Kobiloviç diyor; Kantemir ise adını söylemiyor, bir ‘Hıristiyan Tribal askeri’nden söz ediyor.”

Buradaki herkes öldüren askerin adının Miloş Obiliç olduğunda mutabık.

Murat Belge, tartışmaya Uzunçarşılı’yı da çağırmış: “Triballiler Trakya’da, ama belki de Kosova kadar Batı’da yaşayan ve İliryalılar’ın soyundan geldiği sayılan bir halk. Zaten o soy Arnavutlar’ın ataları olarak bilinir. Britanika’daki maddenin sonunda ‘Daha sonra da Makedonya’nın Romalı valileri için bir sorun kaynağı oldular’ denilmiş. Sorun oldularsa bu da Arnavut olmalarına kanıt sayılabilir.  Uzunçarşılı çeşitli kaynaklarda geçen çeşitli adları dipnotunda saymış, orada Bayezid’in ‘Kopilek’ yazdığını da belirtmiş. Herhalde en doğrusu bu olmalı ve bu doğruysa Miloş da Arnavut olmalı.”

Şimdi ben bu kitaptan bahsetsem bütün anlatı çökecek!

Sırplar, kendi kahramanlarını kanlı bıçaklı oldukları Arnavutlardan mı devşirdiler?

Nerede olursa olsun, milliyetçiliği biraz silkelemeye başlayınca sapır sapır dökülüşünü izlemek çok keyifli.

Kosova Yazıları serisinin ikincisini okumak için lütfen tıklayınız...

Bilgehan Uçak
Latest posts by Bilgehan Uçak (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir