Çiçekler ve çığlıklar

Çiçekler ve çığlıklar

Faşizmi anlatan filmler içinde Auschwitz başlı başına müstesna bir alan teşkil eder. İlgi Alanı bunların dışında bir film; çarpıcı, tuhaf ve sinir bozucu. Film, Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss’ün eşi Hedwig ve çocuklarıyla birlikte, toplama kampının bitişiğindeki lojmanında yaşadığı hayatını anlatıyor. Sadece Höss ailesinin çiçeklerle bezeli villasını, havuzbaşındaki eğlencelerini görüyoruz.

Faşizmi anlatan filmler içinde Auschwitz başlı başına müstesna bir alan teşkil eder.

Auschwitz’i anlatan sayısız anı kitabı yayımlandı, gerçeği olanca çıplaklığıyla aktardığı iddiasında olan pek çok film çekildi.

İlgi Alanı bunların dışında bir film; çarpıcı, tuhaf ve sinir bozucu.

Film, Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss’ün eşi Hedwig ve çocuklarıyla birlikte, toplama kampının bitişiğindeki lojmanında yaşadığı hayatını anlatıyor.

Hiçbir şekilde çitin diğer tarafına geçmiyor; toplama kampında neler yaşandığını göstermiyor, trenler gelmiyor, mahpuslar rampada bekleşmiyor, kimse ölüme gönderilmiyor…

Aşina olduğumuz hiçbir şey olmuyor.

Sadece Höss ailesinin çiçeklerle bezeli villasını, havuzbaşındaki eğlencelerini, nehirdeki yüzme sefasını görüyoruz.

“Auschwitz Kraliçesi” olduğunu gururla haykıran Hedwig, yarattığı bu cennet parçasında yaşamaktan o kadar mutludur ki adeta ömrünün en huzurlu günlerini geçirmektedir. Kurduğu düzen kusursuz şekilde işlemekteyken istediği her şeye ulaşabilmektedir. Nazizmin zaferinden kendine düşen payı memnuniyetle kabul etmiştir. 

‘AUSCHWITZ KRALİÇESİ’NİN KUSURSUZ DÜZENİ

“Auschwitz Kraliçesi” olduğunu gururla haykıran Hedwig, yarattığı bu cennet parçasında yaşamaktan o kadar mutludur ki adeta ömrünün en huzurlu günlerini geçirmektedir.

Kurduğu düzen kusursuz şekilde işlemekteyken istediği her şeye ulaşabilmektedir.

Nazizmin zaferinden kendine düşen payı memnuniyetle kabul etmiştir.

Mahpuslar ona kölelik etmektedir; kömür taşımak, gümüş parlatmak, etrafı toplamak, yerleri temizlemek ve sürekli hizmet etmek için seçilenler haricinde hiçbiriyle teması yok gibidir.

“Ülke olmayan Kanada”dan gelen malları -buradaki “Kanada”, mahpusların yanlarında getirdikleri ve Auschwitz’e gelir gelmez el konan en değerli mallarının depolandığı yer- adeta bir özel defilenin başrolündeymişçesine villasında inceleyip beğendiklerini dolabına kaldırıyordu.

Yeni yaşam alanını, her anlamda hayallerindeki cennete çevirmişti.

Gelgelelim, bütün bu çiçekli, rengârenk sahnelerin arkaplanında asap bozucu çığlıklar, bağırışlar, yakarışlar işitiriz film boyunca.

Bir müddet sonra, görmediğimiz mahpusların sonsuz çığlıkları, gördüğümüz çiçekli bahçeleri karanlık bir ölüm tarlasına çevirir.

Kamera bir cennet bahçesini göstermekteyse de biz arkasını görür, Hedwig’in sevincine değil mahpusların çığlıklarına ortak oluruz.

Kameranın göstermedikleri filmin esas anlatısı haline gelir.

Rudolf’ün tayin edildiği haberi geldiğinde Hedwig isyan eder, gitmeyeceğini, binbir zorlukla kurduğu bu cennet parçasını bırakamayacağını, çocuklarının ve kendisinin bütün düzenini buradaki hayatlarında göre kurduğunu söyler.

Höss ailesi o sahte cennette yaşayamadı.

Birkaç sene içinde “burası benim yuvam,” dedikleri yerlerin tamamından tası tarağı toplayıp kaçmak zorunda kaldılar.

Dahası, Rudolf’le Hedwig’in aynı soyadı taşıyan torunları, seneler sonra faşizm karşıtı hareketin Almanya’daki en önemli aktivistlerinden biri olarak tanındı.

Bütün bunlar bir yana, İlgi Alanı, bana, sıradan Almanların soykırım sürecindeki tavırını düşündürdü.

Hedwig, çevresini saran ve hayallerinin gerçeğe dönüştüğünü simgeleyen bütün o güzelliklerin ne pahasına oluştuğunu bilmiyor muydu?

Mesela, kocasının yüzbinlerce insanı ölüme yolladığını, kamptaki herkesin işkencenin her türlüsünü gördüğünü, her şeyin çalıntı olduğunu, harcadığı paranın kaynağının bitmek bilmeyen toplu cinayetler serisi olduğunu bilmiyor muydu?

Tıpkı, Almanya’dan kızı Hedwig’i ziyarete gelen annesi gibi…

Önce bu mutluluğa ortak olmak ister, bu gösterişli hayattan payına düşeni alacağını sanır, kendini zorlar ama “Auschwitz’in Büyük Kraliçesi” olmayı beceremez.

Yine çığlıklar yüzünden uyuyamadığı gecelerin birinde, bir not bırakıp geride, apansızın kampı terk eder.

Hedwig’in annesi, şahit olduklarını anlattı mı döndüğünde? Hayır, anlatmadı. Ama biliyordu, kampa kadar gitmiş ve neler yaşandığını görmüştü. Almanların birçoğu için de benzer bir ikilem olduğunu düşünüyorum; neler yaşandığını bilmiyorlar mıydı, yoksa bilmek mi istemiyorlardı?

ALMANLARIN ZOR İKİLEMİ

İyi de, Hedwig’in annesi, şahit olduklarını anlattı mı döndüğünde?

Hayır, anlatmadı.

Ama biliyordu, kampa kadar gitmiş ve neler yaşandığını görmüştü.

Almanların birçoğu için de benzer bir ikilem olduğunu düşünüyorum; neler yaşandığını bilmiyorlar mıydı, yoksa bilmek mi istemiyorlardı?

Bilenler vardı, ama anlatmalarına imkân verilmiyordu; anlatabilecekleri hiçbir alan yoktu, ezkaza cüret ederlerse kendilerini bir yük treninin vagonlarından birinde toplama kampına doğru giderken bulacakları ise kaçınılmazdı.

Bildiklerini saklaması Hedwig’in annesini suçlu yapar mı?

Evet, demek kolay ama acaba orada biz olsak, sadece doğruyu söylemenin cesaretiyle, başımıza gelecekleri bile bile Berlin’de bir taşın üstüne çıkıp Polonya’da olanları anlatır mıydık?

Yoksa bu fırtınanın dinmesini mi beklerdik?

Damadınız binlerce insanın katili, kızınız suç ortağıysa ve ikisi de hayatlarından çok memnunsa; yine de konuşur muydunuz?

Doğrusu ya, bu soruya evet diyebilecek insan sayısı çok azdır.

Peki, kızının cennet gördüğüne annesi neden katlanamadı?

1908 doğumlu Hedwig’in çocukluğu Versailles Anlaşması sonrasındaki öfkeye, ilk gençliği hiperenflasyon dönemine, yirmilerinin ortası Nazizmin yükselişine denk gelir.

Hemen her akranı gibi o da bolluğu, refahı, huzuru, güçlü bir devletin vatandaşı olma gururunu ilk defa yaşamaktadır.

Bütün hayalleri gerçeğe dönüştüğünde, Hedwig, pek çok Alman gibi bunun hakkı olduğuna emindi.

O yüzden sorgulamasına da gerek yoktu çünkü çok çekmişlerdi ve talih en sonunda yüzlerine gülmüştü.

Oysa, annesi, başka bir döneme aitti.

Bütün bu süreçlerin içinden geçtiyse de faşizm onu ileri yaşlarda yakalamıştı.

Ne kadar benimseyebileceği meçhul.

Zaten, milliyetçi ideolojilerin “gençlik sevdasının” altında da bu sabite yatar: Çocuklardan faşist yaratmak ihtiyarlara nazaran daha kolaydır, ayrıca bugünün çocukları ilerde ebeveyn olduklarında kendi çocuklarını da aynı ideolojiyle yetiştireceklerdir, üstelik, nüfus içindeki payları ve etkinlikleri ihtiyarlardan çoktur.

Hedwig, hak gördüğü için yaşananları umursamadı.

Annesi ise hiçbir zaman kızı kadar inançlı bir faşist olamadığı için bir aşamada tahammül edemedi.

Elimde hiçbir veri ya da bilgi yok, ama anne-kız arasındaki bu ikiliğin Alman toplumunda da olduğunu düşünüyorum.

Bilgehan Uçak

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir