Tanpınar’a Huzur Yok | 22. Bölüm | Kimliğinden uzaklaş, kendine yaklaş

Tanpınar’a Huzur Yok | 22. Bölüm | Kimliğinden uzaklaş, kendine yaklaş

Kesik kulaklarıyla ve suratındaki yırtık bir maskeye benzeyen lekeyle kabuslardan fırlamış gibi görünen dev köpek, hoplayıp zıplarken bir inliyor, bir hırlıyor. Sahibine karışık duygular besliyor besbelli; onun buruşuk derisini hırsla parçalayıp etini kemiğini çatır çutur yesin mi, zalimane şakalarına katlanıp yorulmasını mı beklesin?

 

Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bî-sükûn

Derd çok hem-derd yok düşmen kavî tâli’ zebun*

[FUZULÎ, 1483-1556]

 

TELHİS [ÖZET]

1959… Ahmet Hamdi Tanpınar mahzun ve yalnız bir yazardır. Eserlerinin ilgi görmemesi, anlaşılmaması ve memleketin hali onu üzmektedir. Bahtiyar Kont adlı, Londra’da öğrenim görmüş milyoner bir koleksiyoner, Tanpınar’a yakınlık gösterir. Kısa sürede dost olurlar. Bahtiyar Bey, Tanpınar’ın aksine son derece iyimser, ümitvar ve neşelidir. Zamanla, Bahtiyar’ın hoşnutluğu Tanpınar’a sirayet eder. Her şey iyiye giderken, Bahtiyar Kont öldürülür. Tanpınar, baş-şüphelidir. Cinayet silahında onun parmak-izleri vardır. Fatin Fantom adlı polis şefi, Tanpınar’ın peşine düşer. Bu arada entelektüel ve gizemli dilber Nermin Mermi, Yazar’a bir mektup gönderir. Rus asıllı meyhane şarkıcısı Nastasya Flippovna ise aynı anda hem Fatin Bey’in hem Tanpınar’ın alakasını celbetmiştir. Tanpınar, üstüne yıkılan suçun failini bulmak üzere harekete geçer. Dostunu kimin, neden öldürdüğünü bulabilecek midir? Derken, Bahtiyar Kont’un hayaleti çıkagelir ve neşesini kaybetmiş yazarın karşısına dikilir…

 

***

Can çekişen bir balina misali ilerleyen feribot, yavru örümceğin ördüğü ağ inceliğindeki sabah sisini dağıtıp, Çamlıca sırtlarından yükselen azametli güneşin ışıklarıyla sıvanarak Üsküdar sahiline yanaştığında saat 6.45’ti.

Chrysler’le, yamaçlardan taşan iri güllerin rayihalı gölgeleri ile dibine bakır levhalar döşenmiş denizin arasından geçiyorum. Yemyeşil yamaçlardan yükselen rengarenk kuşlar, bulutların çevresinde daireler çizip minareden minareye çizgiler çekiyor. Baharın düşsel geometrisi.

Hayalet Kont yanımda. “Bilecik sizin olacak. Tümüyle. Fakat Bilecik’ten hiç çıkmayacaksınız!” diyor. Refikimin pek sevdiği ‘şartlı teklif’ oyunu bu. Farazi [varsayımsal] teklifi, muhatabın değerlendirmesi, yorumlaması gerekiyor. Sağlığında böyle garip huyları yoktu. “Bilecik herşeyiyle size tapulanacak. Şehri dilediğiniz gibi biçimlendirebileceksiniz. Oranın siyasi lideri de sizsiniz; düşünün_”

“İmkansız. İnsan, hudutları da ufukları da aşmayı daima gündeminde tutmalıdır. Beni ömür boyu sınırın berisinde kalmaya ikna edemezsiniz. Mahkumiyete hiç hevesim yok. Mükafat suretinde bir cezaya razı gelemem dostum. Serseri bir kaşif, aylak bir seyyah, hatta yönünü tesadüflerin tayin ettiği yani kayıp bir turist sıfatıyla gezemedikten sonra dünyaya gelmenin manası kalır mı? Hürriyet, hareket sahasının genişliğiyle ölçülebilir pekala; doğrudan veya dolaylı engelden ötürü bir yere giremiyorsak, cezalandırıyoruz demektir; yine doğrudan veya dolaylı bir buyrukla bir muhitten ayrılamıyorsak esaret altındayızdır. Seyahat bizi kimliğimizden uzaklaştırır ve kendimize yaklaştırır.”

Bahtiyar Bey, hayalî teklifinin makul olduğunu savundu: “Immanuel Kant, Königsberg’de doğdu, yaşadı ve öldü. Muayyen [belirlenmiş] sınırlar içinde kalmak, ufkunuzun daraldığı manasına gelmez.”

“Kant 30 yaşındayken günlerce yol katedip güneybatıdaki Arsberg’e gitmiş ve orada bir şövalyenin çocuklarına ders vermişti. Başka talebeleri de vardı. Yarım asır zarfında ne Königsberg kaldı ne de Prusya. Büyük filozofun hatırına anıyoruz Königsberg’i. Sovyetler’in Kaliningrad’ına hâlâ Königsberg diyoruz; Stalin’in yoldaşı Mihail Kalinin, filozofun gölgesinde kayboluyor… Gene de bu sözlerim, size Bilecik’in hakimi olmaya rıza göstereceğimi düşündürmesin.”

Hangi kuvvetli nefes beni kendi kaderimin serabına böyle birdenbire üflemişti? Acaba hayatın dengesi, içimizdeki ve dışımızdaki tuhaflıklar ile acayiplikler arasında mı kuruluyor asıl?

“Paris! Paris’i veriyorum size!” Bahtiyar Kont öldükten sonra delirmişti galiba.

Beylerbeyi Sarayının önünden geçiyoruz. Abdülhamit ile Talat Paşa pencereden bizi izleyip el mi sallıyorlar?.. Belki de bir hülyalar dehlizinde mahsur kaldım, çıkamıyorum? Aklını oynattım, halüsinasyonlar görüyorum ve kusuru da hayaletlerin üstüne atıyorum? Hangi kuvvetli nefes beni kendi kaderimin serabına böyle birdenbire üflemişti? Acaba hayatın dengesi, içimizdeki ve dışımızdaki tuhaflıklar ile acayiplikler arasında mı kuruluyor asıl?

“Paris’i de istemiyorum!”

Müzakereye koyuluyor: “Pekala, senenin 15 günü dışarıya çıkabilirsiniz.”

“Şehrin yarısını alsam da yılın 6 ayı istediğim yere gidebilsem?”

“Bilecik’in mi yarısı, Paris’in mi?”

Bir an düşündüm. Mevcut şartlar altında Paris’in yarısı ile Bilecik’in yarısı arasındaki farkın ehemmiyeti azalmıştı. “İkisi de olur.”

Hayalet “Anlaştık!” diye haykırdı, “Bilecik’in yarısı ve senenin yarısı!” Bahtiyar Bey olsa bana Paris’i tapulardı fakat hayaletin huyu suyu başkaydı; eh, ecel şerbeti de sarhoş ediyor insanı demek.

İnsan, hudutları da ufukları da aşmayı daima gündeminde tutmalıdır. 

***

Çengelköy sırtlarındaki, denize nazır konağa varan yolu, Hayalet Kont tarif etti.

Komando üniformasını çıkarıp uşak kostümü giymiş bir adam, konak bahçesinin ferforje kapısını açtı: “Kimsiniz?”

“İsmim Ahmet Hamdi Tanpınar. Edebiyat profesörüyüm. Payidar Bey müsaitse…”

“Kumandan edebiyattan hazzetmez.” 63 yaşındaki Payidar Kont mütekait [emekli] bir tümgeneral. 10 metre kadar ötemdeki ceviz ağacının altında, at büyüklüğünde bir kangal köpeğiyle şakalaşıyordu. Üstünde oduncu gömleği, altında bahçıvan pantolonu, ayağında çizme. Bir yandan puro içerken, hayvanın boynundaki dikenli tasmayı çekiştirerek “Hey Toraman! Hop Toraman!” diye bağırıyor. Kesik kulaklarıyla ve suratındaki yırtık bir maskeye benzeyen lekeyle kabuslardan fırlamış gibi görünen dev köpek, hoplayıp zıplarken bir inliyor, bir hırlıyor. Sahibine karışık duygular besliyor besbelli; onun buruşuk derisini hırsla parçalayıp etini kemiğini çatır çutur yesin mi, zalimane şakalarına katlanıp yorulmasını mı beklesin?

“Siz gene de_”

Sabrı taşan uşak, bakışlarıyla üstüme başıma zehir saçtı: “Bu haneye randevusuz giremezsiniz.” O esnada Toraman birden donup kaldı. Gözlerini yanımdaki Bahtiyar Bey’e dikmişti.

“Anlıyorum, lakin_”

“Kumandan kimseye randevu vermez. Konağın çevresinden 5 dakika zarfında uzaklaşmazsanız_”

“Hey! N’oluyor orada?” Payidar Kont, köpeği taş kesilince beni farketmişti ve şimdi yanımıza geliyordu. Purosunu emdi. Dumanı üfledi.

Bahtiyar Bey’i ne general ne de uşak görüyor.

“Hoşgeldiniz” dedi mikrofonik sesiyle “ne istemiştiniz?”

“Ben, mahdumunuz [oğul] merhum Bahtiyar Bey’in ahbabıyım. Başınız sağolsun. Sizce bir beis yoksa, biraz konuşabilir miyiz?”

Kelimeleri, madeni birer levha misali ısırıyordu: “Teşekkür ederim. Oğlumun arkadaşlarının hiçbirini tanımadım. Bu saatten sonra da tanımak istemiyorum!”

“Fakat bu cidden mühim_”

“Ben, Bahtiyar’ı yıllar evvel evlatlıktan reddetmiştim! Derhal gitmezseniz, Toraman, emir erim yahut ikisi birden size haddinizi bildirir!”

Hayalet dostum, hırçın babasının ağır sözlerinden müteessir olmuş, elemli bir ciddiyetle boynunu bükmüştü. Kelimeler azımdan uçuverdi: “Cenaze töreninde sizi_”

“Uzatma be adam! Evimden defolunuz lütfen! Yoksa sizi…

“Evet, sayın general, n’aparsınız?”

“Eşek sudan gelinceye kadar_”

BAM!

Paşanın burnuna yumruğu patlattım!

Kuru bir çam gibi arkaya devrilirken suratından kan püskürüyordu.

Uşak silah çeker sanmıştım fakat hayır, tabanları yağladı! Konağın arkasına seğirtti.

Toraman olanca heybetiyle taarruza geçti. Dişlerini boynuma geçirecek, şahdamarımı koparıp yüzümü kemirecek… Zıpladı, uçuyor… Havadayken fikir değiştirdi ve belini kıvırarak yere, sahibinin başucuna indi. HART! Payidar Kont’un kanla kaplı kafasını ısırdı!

Dehşete düşmüştüm. Kaçmaya davrandım. O lahza, konağın balkonunda dikilen, esrarengiz ve mahzun bir ifadeyle bizi seyreden Şefika Hanım’a takıldı gözüm. İstifini bozmadan sigara tüttürüyordu.

Alelacele arabaya atladım. Ve hızla denize döndüm. “Allah!” diye haykırdım ve gaza bastım.

___________________________

* Dost ilgisiz, felek zalim, dünya durmuyor

Dert çok, yâr yok, düşman sert ve talih dönmüyor


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir