Manifesto ve kaybolan yıllar

Manifesto ve kaybolan yıllar

Her şey bir kenara, eğer beş sene önce bugün yazılan Manifesto dikkate alınsaydı, Gelecek Partisi’nin kuruluşuna giden süreç yaşanmayabilirdi. Davutoğlu’nun yakın çevresiyle kaleme aldığı Manifesto, 31 Mart 2019 seçimlerini değerlendirme amacını taşırken AKP’nin geleceğine dair çok önemli ikazlar barındırıyordu.

Sanırım Ahmet Davutoğlu’na “nasılsınız?”dan daha çok sorulan bir soru varsa, bu “AKP’den neden ayrıldınız?” olabilir.

Davutoğlu hemen her seferinde bir meselle yanıt verdi.

Hazreti Süleyman’ın karşısına bebeğin annesi olduğunu iddia iki kadın gelmiş, Süleyman ikisini de dinledikten sonra kararını ilan etmiş: “Çocuğu ikiye kesin, birer parçasını kadınlara verin.”

Kararı duyan kadınlardan biri irkilmiş, vazgeçtiğini, yalan söylediğini, çocuğun annesinin aslında diğer kadın olduğunu itiraf etmiş.

Bunun üzerine Süleyman, “çocuğu bu kadına verin,” demiş, “gerçek anne, çocuğunun ölmesine asla müsaade etmez çünkü.”

Davutoğlu’nun cevabı meselesindeki çocuk AKP, “gerçek anne” ise partiyi kongreye götürmeyen kendisi oluyor.

2016’da verilen bu karar doğru muydu, değil miydi, parti içi mücadelenin dozu artırılmalı mıydı, artırılsaydı tarih nasıl ilerledi… bunları hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Ama şunu biliyorum ki, her şey bir kenara, eğer beş sene önce bugün yazılan Manifesto dikkate alınsaydı, Gelecek Partisi’nin kuruluşuna giden süreç yaşanmayabilirdi.

Davutoğlu’nun yakın çevresiyle kaleme aldığı Manifesto, 31 Mart 2019 seçimlerini değerlendirme amacını taşırken AKP’nin geleceğine dair çok önemli ikazlar barındırıyordu.

“Ben-merkezci kibirli bir dil ile tevazudan kopuş, kutsal değerlerimizin siyasi çıkarlar uğruna hoyratça kullanılması, alınan görevlerin kişiye has olduğu unutularak bütün bir aile ve çevrenin etki kurma çabaları, siyasi rakip görülen kişilerin yıpratılması için sosyal medya operasyonları dahil her türlü iftiranın yaygınlık kazanması…”

TEVAZUDAN KOPUŞ

Manifesto’yu bugün yeniden okurken şöyle bir paragraf gördüm.

“Ben-merkezci kibirli bir dil ile tevazudan kopuş, mahviyet vurgusu yaparken en küçük birimlerdeki siyasilerin bile adlarını sokaklara, okullara ve binalara verme yarışı içine girmeleri, sürekli görünür ve bilinir olma dürtüsüyle gündeme gelmek için her türlü çabanın gösterilmesi, kullanılan dil ile sergilenen tavır arasındaki uçurumun alabildiğine açılması, kutsal değerlerimizin siyasi çıkarlar uğruna hoyratça kullanılması, alınan görevlerin kişiye has olduğu unutularak bütün bir aile ve çevrenin etki kurma çabaları, siyasi rakip görülen kişilerin yıpratılması için sosyal medya operasyonları dahil her türlü iftiranın yaygınlık kazanması…”

2019’dan 2024’e AKP’nin serencamını izlediğimiz zaman, bu ikazların bir bir gerçekleştiğini ve iktidarın ilk defa ikinci parti konumuna düştüğünü görüyoruz.

Mesela, “tevazudan kopuş” tabirini düşünelim.

Eskiden CHP ekabirinin tevazu ile arasında hiçbir bağ olmadığı düşünülürdü, oysa bugün, adeta kişiler ve şartlar yer değiştirdi, AKP belediyeleri israfın mücessem haline dönüşürken halk pek çok imkândan yoksun bulunan muhalefete görülmemiş bir kredi açtı.

Gazze’deki soykırım vahşeti sürekli ivmelenirken “kullanılan dil ile sergilenen tavır arasındaki uçurumun alabildiğine açılması”na hep beraber şahit olmadık mı?

Söyleme bakınca Cumhurbaşkanı’na destek vermemek mümkün değil ama iktidar öyle bir politika izledi ki adeta Cumhurbaşkanı, kendi politikalarına karşıymış gibi bir görüntü çıktı ortaya.

14 Mayıs’tan önce “Nas ortada” diyerek bir ekonomi politikasına giriştiler.

Sonuçta “1 Papua Yeni Gine Kinası”, 8.50 TL oldu.

Peki, sonra ne oldu?

Seçim bitti, iktidar görülmedik ölçüde faiz artışlarına başvurdu.

Nas mı değişti, yooo, sadece “kutsal değerlerimizin siyasi çıkarlar uğruna hoyratça kullanılması”nın en acı, en yıkıcı ve en pahalı örneklerinden birini gördük.

Sahih hadislerden “ameller niyetlere göredir”, Kılıçdaroğlu’nun seccadeye yanlışlıkla basmasında unutuldu.

Din siyasete âlet edilirken özü tamamen kayboldu, “hediye yasağı” falan hakgetire, iktidarın nüfuzlu isimleri dilde ayrı, yaşam tarzında ayrı bir yol tutturmaktan hiç çekinmedi.

DİLDE AYRI, YAŞAM TARZINDA AYRI

Din siyasete âlet edilirken özü tamamen kayboldu, “hediye yasağı” falan hakgetire, iktidarın nüfuzlu isimleri dilde ayrı, yaşam tarzında ayrı bir yol tutturmaktan hiç çekinmedi.

Gelelim, bir başka bölüme, Manifesto’da şöyle yazıyor.

“Kendisini partimizin kurullarının üstünde gören ve adeta paralel bir yapı gibi partiyi yönetmeye çalışan bir odağın ortaya çıkması ve partinin seçilmiş yetkililerini ve kurullarını devre dışı bırakmaya kalkışması teşkilat kurumsallaşmasının özünü sakatlamıştır. Teşkilatlarımızda son iki seçimde gözlenen heyecansızlık biraz da daha önce büyük fedakarlık gösteren teşkilat unsurlarına yapılan vefasızlık dolayısıyla yaşanan hayal kırıklığının eseridir.”

Ne tesadüf ki, AKP açısından “sonun başlangıcı” olması çok muhtemel 31 Mart 2024 seçimlerinin ortaya çıkardığı en büyük sonuçlardan biri, AKP’li seçmenin sandığa gitmeyerek partisinin politikalarını protesto etmesiydi.

AKP seçmeninin bir günde böyle bir karar verdiğini düşünemeyiz.

Yirmi küsür senede ilk defa ikinci partiliğe düşülmesine yol açan olaylar senelerce birike birike geldi ve 31 Mart’ta da taştı.

Bir seçim makinesine dönüşen AKP’nin bu gelişi görememesi ise sanırım kadrolarındaki liyakat eksikliğiyle açıklanabilir ancak.

Şu tuhaf sisteme geçtiğimizden beri bile bir kişi çıkıp “yanlış yolda gidiyoruz” demedi-diyemedi.

“Kendisini partimizin kurullarının üstünde gören ve adeta paralel bir yapı gibi partiyi yönetmeye çalışan bir odağın ortaya çıkması ve partinin seçilmiş yetkililerini ve kurullarını devre dışı bırakmaya kalkışması” sözü bana daha birkaç hafta önce danışman ile kıdemli milletvekillerinin girdiği polemiği düşündürmedi değil.

Korona salgınında, iki sene önce durdurulamayan orman yangınları başladığında ya da 6 Şubat depreminin sabahında hep aynı sorunla baş başa kaldık.

Kimse yetkisini kullanmadığı ve sorumluluk almaktan kaçındığı için bazen “Cumhurbaşkanı’nın tensiplerini”, bazen de “Cumhurbaşkanı’nın talimatlarını” beklemek hasarın büyümesine yol açtı.

Artık bir “tek adamlık sistemi içinde yönetiliyoruz çünkü.

Manifesto, bu “tek adamlık” sisteminin AKP’nin özüne aykırı olduğunu söylüyor.

“Partimizin en önemli kurucu ilkelerinin başında ortak akıl arayışı gelmektedir. Partimiz, kurumsal istişare mekanizmaları ve ortak akıl arayışı sayesinde birçok çetin krizi aşarak milletimizin teveccühüne mazhar olmuştur. Ancak, maalesef son dönemlerde, ortak aklın işletilmesine imkân veren AK Parti kurulları ve istişare mekanizmaları ya tamamen devreden çıkmış ya da tek bir görüşün onay makamı haline gelerek işlevini yitirmiştir.”

Demokrasinin olmazsa olmazlarının başında “kuvvetler ayrılığı” gelir.

“Kuvvetler birliğine” geçilmesi hususunda ciddi bir fikir birliği görüldüğü için Manifesto’da bu konuya da değinilmiş.

“Kuvvetler ayrılığını garantiye almak üzere, yasama erki yürütme ve yargı erkleri karşısında dengeleyici bir otonomiye sahip kılınmalıdır. Bu çerçevede seçim sistemi ve siyasi partiler kanunu da tekrar gözden geçirilerek tek tek milletvekillerinin temsil gücü tahkim edilmeli ve yasama süreci içindeki etkinliği güçlendirilmelidir.”

Burada önemsediğim kelime “garantiye almak”, çünkü “kuvvetler ayrılığını” tek başına yeterli görmediğini söylemiş oluyor, onu garantiye almadığımız müddetçe, yani kuvvetler ayrılığı ilkesi bir an önce kurumsallaşmadığında, birileri tarafından sürekli tehdit edilebilir.

Güçlü kurumların taşımadığı bir sistemde demokrasi yaşayamaz. Ayrıca, bu kurumlar arasında yer almasa da demokrasinin göstergelerinden biri ifade özgürlüğüdür, basın özgürlüğüdür. Bugün bu iki özgürlük alanında yapılan sıralamalarda dünyanın en kötü ülkelerinden biri olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

BASIN VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNDE DÜNYANIN EN KÖTÜLERİNDEN BİRİYİZ

Güçlü kurumların taşımadığı bir sistemde demokrasi yaşayamaz.

Ayrıca, bu kurumlar arasında yer almasa da demokrasinin göstergelerinden biri ifade özgürlüğüdür, basın özgürlüğüdür.

Bugün bu iki özgürlük alanında yapılan sıralamalarda dünyanın en kötü ülkelerinden biri olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Gene Manifesto’dan alıntılayayım.

“Bir an önce özgürlük alanının genişletilmesi iftiharla sahiplendiğimiz özgüvenimizin ve en önemlisi de birbirimize olan güvenimizin yeniden tesisi için şarttır. Düşüncelerini ifade eden gazeteci, akademisyen, kanaat önderi, siyasetçi kim olursa olsun hiç kimse işini kaybetme, yaftalanma, sosyal medya linci ve hakaret tehditleri ile karşılaşmamalıdır. Eleştiri ve fikirlerini ifade etme özgürlüğü sonuna kadar korunmalıdır.”

Unutmayın, devletin televizyonu TRT’nin muhaliflere bir dakika ayırmadığı bir ortamda girildi seçime.

“Özgür düşüncenin, eleştirinin temel unsuru olan ve gelişmiş demokrasilerde dördüncü kuvvet olarak nitelendirilen basın ise tek elden yönetilen bir propaganda aracı haline gelmiştir. Gerçek basın özgürlüğü demokrasimizin bağışıklık sistemidir. Bunu yok etmek, usulsüz ve baskıcı metotlarla basında tekelleşmeye yönelmek Türkiye’nin zihni kapasitesini daraltmaktadır.”

Manifesto’yu yeniden okurken ilginç bulduğum şeylerden biri de “ekonomik reçete” ile bitmesi oldu.

“Faiz sebep, enflasyon netice” kadar çarpıcı bir teori yerine şöyle yazılmış.

“Çözüm, enflasyonu kalıcı olarak düşürmek, ekonomide öngörülebilirliği artırmak ve riskleri azaltmak, küresel sermayenin Türkiye’ye güvenle gelip yatırım yapacağı Türkiye’deki yerli sermayenin de dışarı çıkmak için yollar aramak zorunda kalmayacağı bir yatırım ortamı oluşturmaktır. Böyle bir ortamda faizler kalıcı olarak düşer, Türk lirası güç ve itibar kazanır.”

Beş sene geçti, iktidar, görmezden geldiği Manifesto’da anlatılanların çoğunu yaşayarak tecrübe etti.

İkinci partiliğe düştü, “kale” gördüğü şehirler el değiştirdi, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok yerde tarihi farklarla seçimi kaybetti.

O gün, yargılamayı yapan Süleyman olmadığı için herhalde, çocuğu “tamam, annesi ben değilim,” diyenlerden alıp diğerine verdiler.

Şayet AKP’nin yetkilileri, zamanında bu Manifesto’yu ciddiye alıp ikazları bir “dost uyarısı” olarak görselerdi, AKP böylesine apansızın çökmezdi diye düşünüyorum.

Gelecek Partisi kurulur muydu?

Belki kurulurdu, ama bence ihtiyaç ortadan kalktığı için kurulmasına gerek kalmazdı.

Şunu da söyleyeyim, AKP Genel Merkezi’nde aklıselimi temsil edenlerin “Gerçeği görmeliyiz dostum, başka çaresi yok,” dedikten sonra içlerinden aynı şarkıyı mırıldandıklarını düşünüyorum.

“Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…”

Bilgehan Uçak
Latest posts by Bilgehan Uçak (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir