Dünya sağa, peki ya Türkiye? (2)

Dünya sağa, peki ya Türkiye? (2)

Ali Yaycıoğlu ve Yektan Türkyılmaz, Türk siyasetinin solundaki partilerin pozisyonlarını analiz ederek; Türkiye için dönüştürücü siyasetin ipuçlarını sunuyorlar.

Yazımızın ilk bölümünde Avrupa’da sağın yükselişi üzerine bazı tespitler yaptıktan sonra, Türkiye’nin neden ve nasıl Avrupa’daki eğilimlerden farklı bir rota çizdiğini ve sola meylettiğini incelemiştik. Yazımızın ikinci bölümünde Türkiye’de toplumsal desteği olarak solu temsil ededen üç siyasal parti, CHP, DEM Parti ve TİP, üzerinde kimi gözlemlerden bulunup, bu partilerin ayrı ayrı ya da bir arada söz konusu toplumsal hareketlenmeyi siyasal bir harekete dönüştürme imkânları konusunda bazı düşünceler paylaşacağız.

Yerel seçim sürecinde başta İstanbul’da, belediye başkanlarının sosyal adalet beklentisine yönelik kuvvetli mesajlar vermesinin ve farklı ölçülerde sola meyletmesinin iktisadi bunalım içinde seçmen desteğini almalarında etkili olduğunu görmekteyiz.

YEREL SEÇİMLERDE CHP’NİN BAŞARISI

31 Mart mahalli seçimlerinden CHP yüzde 37.8 ile birinci parti çıkarak tarihi bir başarı elde etti. CHP’nin yerel iktidarı elde ettiği iller Türkiye’de nüfusun yarısından çoğunun yaşadığı, ekonomik üretimin ise yüzde sekseninin gerçekleştiği geniş bir alanda denk geliyor. Otuz büyük şehrin 14’ü, Manisa, Afyon, Adıyaman, Kilis gibi CHP’nin şimdiye kadar etkili olmadığı belediyeler CHP’li başkanlarının yönetimine geçti.

Bu başarının nedenleri ve aktörleri konusunda birçok yazı ve analiz ortaya konuldu. Bu satırların yazarları da CHP’nin başarısının nedenleri ve yeni imkânlar üzerine fikirlerini farklı mecralarda ifade ettiler. CHP’nin, 2023 hezimetinden sonra yeni bir yola girme ve değişme ihtimalinin ortaya çıkmasının toplumdaki iktidara karşı oluşan ve giderek güçlenen enerjinin ortaya çıkmasında etkili olduğunu söylemeliyiz. Aynı zamanda, CHP’nin 2019’dan beri koruduğu yerel iktidarında başarılı olmasının bu seçimlerde CHP’ye olan desteğin iktidara karşı “kerhen” bir destek olmaktan çıkardığını söylemeliyiz.

Yerel seçim sürecinde başta İstanbul’da, belediye başkanlarının sosyal adalet beklentisine yönelik kuvvetli mesajlar vermesinin ve farklı ölçülerde sola meyletmesinin iktisadi bunalım içinde seçmen desteğini almalarında etkili olduğunu görmekteyiz. Şehir lokantalarından askıda fatura uygulamasına, öğrenci burslarından kadın desteklerine, alt gelir gruplarına direk maddi yardımlardan belediye işçilerin çalışma saatlerindeki düzenlemelere sola açık projeler toplumsal karşılık buldu.

Bu arada CHP’nin partinin genel siyaseti üzerinde ortaya çıkan ve Meral Akşener liderliğindeki İyi Parti ile kendini gösteren bir devletçi-milliyetçi “vesayetin” bu seçimlerde ortadan kalkmasının CHP’nin başarısında pay sahibi olduğu tespitini yapmak istiyoruz. Aynı zamanda, CHP’nin “Türkiye Sosyolojisi”nde dolayı muhafazakâr siyasi partilerin desteği olmadan oyunu arttırmasının mümkün olmadığı tezleri de anlamını yitirdi. Beş sağ partiyle iş birliği yapan CHP yerine, seçime tabiri caiz ise “hür ve müstakil” giren CHP’nin seçimlerden çok daha güçlü çıktığını gördük.  CHP merkezi ve CHP’li belediye başkanları seçim sürecinde Mayıs seçimlerine göre daha rahat hareket ettiler, mesajlarını sansürlemeden ifade edebildiler.

CHP, 2023 Mayıs seçimlerine göre laiklik konusunda da bir önceki döneme göre daha güçlü ifadeler kurabildi, hatta bundan dolayı Altılı Masa’daki eski sağ ortakları tarafından eleştirildi. Bunun da ötesinde Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu, Vahap Seçer ve diğer CHP’li başkanların Kürtlerle yakınlaşması, DEM Parti’yle ilişkilerinde eskisine göre daha rahat hareket etmeleri ve mesela İmamoğlu’nun, “Kürtçe öğrenme ihtiyacı ve arzusu duyduğunu” ifade etmesi gibi çıkışlar CHP’nin sola açık “hür ve müstakil” siyasetinin parçalarıydı. Kürtler ve Kürt Hareketiyle CHP arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiği konusunda partide kimi farklı sesler çıksa da, partinin genel eğiliminin Kürt toplumunun taleplerini bazen cesur bazen mahcupça siyasal gündemine alma yönünde olduğunu görüyoruz.

CHP’deki değişim sürecinin Eylül ayındaki tüzük kurultayı ve arkasından nasıl evrileceğini şu aşamada öngöremiyoruz. CHP’deki değişim eskiye ya da öze dönüşcülüğü (restorasyonculuk) bir kenara bırakıp, Türkiye’nin önüne yeni ve cesur bir gelecek tasarımı koymak için kolları sıvayacak mı?

CHP, NORMALLEŞMENİN SINIRLARI VE OLAĞANÜSTÜ DEMOKRATİK MÜCADELE

Diğer yandan, CHP’nin henüz 31 Mart seçimlerindeki tarihsel başarıyı nasıl okuduğu ve yorumladığı konusunda bir netlik dikkati çekmiyor. CHP’nin gerek rejimin yapısını gerekse toplumsal dinamikleri ne kadar iyi değerlendirebildiğini kestiremiyoruz. Burada özellikle son haftalarda ortaya çıkan CHP ve iktidar arasında “normalleşme” adımlarının CHP aktörlerince stratejik değil ama AKP seçmenine açılma ve rejim ittifakını destabilize etmek için taktik bir hamle olarak değerlendirildiği anlaşılıyor. Ancak bu sürecin toplumla nasıl paylaşılacağı, iletişiminin nasıl oluşturulacağı konusunda kapsamlı bir çalışmanın yapılmış olduğuna dair şüphelerimiz var.

Ayrıca, “Saray cephesinin” de Erdoğan’ın tabiriyle ‘yumuşamaya’ hem seçim sonrası yenilgi kargaşasını odak değiştirerek dağıtmaya, hem de Anayasa değişikliği için CHP kapısını açık tutabilmeğe yönelik bir taktik siyaset ile yaklaştığı ortada. Bu rakip taktik hesaplardan hangi tarafın daha karlı çıktığının dökümü bir yana, Özgür Özel yönetimi karşı tarafta çelişkileri derinleştirmeyi umarken, CHP kamuoyu içerisinde bu süreç hakkında görüş ayrılıklarının oluştuğu anlaşılıyor.

Normalleşme taktiklerinin, Gezi tutuklularının serbest bırakılması gibi belli konularda katkı sağlayabileceği düşünülüyordu. Ama CHP liderliği,”iktidarla normalleşmenin” “rejimi normalleştirmesi” riskinin nasıl önleneceği konusunda kamuoyuna bir çerçeve sunmadı. Ama bizce çok daha önemlisi, taktik hamlelerle ortaya konan normalleşme gündemine verilen enerjinin Türkiye’yi dönüştürücü yeni bir stratejik program ve tasarım çalışmasının alanını daraltma ya da bu çalışmayı geciktirme riski bulunması. Böyle bir program ve tasarım olmadan ise, toplumun beklentilerine seslenmenin ve yukarıda bahsettiğimiz toplumsal enerjinin siyasal enerjiye dönmesinin mümkün olmadığını söylemeye gerek yok.

Bütün bu riskler ve potansiyel olumsuz etkiler yanında normalleşme adı altında kurulan diyaloğun toplumla CHP’ye yeni oy vermeye başlayan ya da yüzünü ona çeviren seçmenle arasında yeni bir iletişim stratejisi olduğunu da gözden uzak tutmuyoruz. CHP’nin bir yandan kendi sadık ama heyecansız tabanını güçlü şekilde mobilize etmesi, bir yandan da ona yüzünü yeni dönmüş kesimlerle yeni bir güven rabıtası kurması gerekiyor. Bu iki hedef, toplumsal grupların aşina oldukları dil ve söylem açısından, birbiriyle çelişir gözükse de bu çelişkilerin, normalleşme hamlelerinin ötesinde, eski şablonların dışına çıkarak, yeni bir dil ve söylem ve Türkiye’nin önüne konacak cesur bir gelecek tasarımı ile ortadan kalkması mümkündür.

CHP’deki değişim sürecinin Eylül ayındaki tüzük kurultayı ve arkasından nasıl evrileceğini şu aşamada öngöremiyoruz. CHP’deki değişim eskiye ya da öze dönüşcülüğü (restorasyonculuk) bir kenara bırakıp, Türkiye’nin önüne yeni ve cesur bir gelecek tasarımı koymak için kolları sıvayacak mı? Parti merkezi ve yerel yöneticiler iktisadi, toplumsal, idari, çevresel, jeopolitik, kültürel, tarihsel ve teknolojik vs. konuları yeni ve güçlü kadrolarla derinlemesine tartışıp iyi çalışılmış bir programı kurgulayabilecek ve bunu topluma anlatabilecek mi? Bugün dünyada farklı şekillerde solun güç kaybetmesine yol açan faktörleri Türkiye özelinde düşünüp, gerçekçi bir stratejiyi farklı kesimlere anlamlı gelecek şekilde siyasal dile çevirebilecek mi? Yerel iktidarı elde etmiş CHP yeni programını bazı unsurlarını yerel alanda gerçekleştirmeye başlayabilecek mi? Genel merkez ve yerel yönetimler arasındaki ilişki ve CHP içindeki çok aktörlü ve çok merkezli yapı parti için bir sorun olmak yerine, partinin farklı kulvarlara güçlenmesine yönelik bir şekilde kurgulanabilecek mi?

Ama hepsinden daha önemlisi, CHP toplumda rejime karşı biriken bu büyük toplumsal enerjiyi fiile dönüştürebilecek bir hareketlenmeyi bünyesinden çıkarabilecek mi? Bu biriken enerjinin önündeki kapakları açıp, toplumsal talepleri, öfkeyi, hayal kırıklıklarını ve yeni bir gelecek projesine karşı duyulan yoğun özlemli sokaklardan meydanlara, salonlardan kampüslere, yerelden merkeze, Türkiye’den Türkiye diasporasına hayatın her alanına taşıyacak bir olağanüstü siyaset mücadelesi başlatabilecek mi? [1]

Bu sorulara olumlu yanıt verecek bir CHP Türkiye’nin içinde debelendiği bu rejimi toplumsal mobilizasyon ve siyasal iş birlikleriyle beraber değiştirmek için bir ivme yakalayabilir.  Yazının ilk bölümünde, Türkiye’de otoriterleşmenin muhalefetin destek tabanını daraltamadığına değinmiştik. Ama şunu ifade etmekten çekinmemiz gerekiyor: şu aşamada CHP’nin bu toplumsal enerjiyi rejimi değiştirmeye yönelik bir siyasal harekete dönüştürme kapasitesi olduğunu iddia etmek kolay değil. Partinin program, kadro yapısı ve tabanının parti ile ilişkisi açısından bugün partinin otoriter bir rejimi devirecek bir olağanüstü demokratik mücadeleye hazır olduğunu iddia etmekte de çok gerçekçi değil. Ancak, CHP’nin kendi tarihi içinde, somutlarsak 1960’ların ikinci yarısında, 1970’lerde ve 1980’lerin sonunda (SHP), gerek program ve kadro düzeyinde gerekse parti tabanında statükoculuğu aşan radikal tecrübe ve projelerin var olabildiğini gördük. Bugün bu tarihi tecrübenin CHP’nin geleceğe cesaretle müdahale edebilmesi için bir zemin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Daha da ileri gidersek, CHP “devleti kuran bir parti” olmayı, “devletin kurduğu bir parti” olarak algılamamalı ve Erdoğan rejimini değiştirmek için hem halkın önüne kapsamlı bir proje koymaya cesaret etmeli, hem de toplumsal mobilizasyonu sağlamak için meydanlara ve sokaklara inmelidir. Bu eski kavramlar, şablonlar ve sloganlarla değil, CHP’nin toplumdaki beklentileri ve duyguları yeni ve taze bir dille ifadelendirmesiyle mümkün olur.

Bu noktada, CHP’nin ekonomik ve sosyal adalet taleplerine cevap verecek yapısal ve kapsayıcı bir ekonomi politikası hazırlayabilmesi kritik öneme sahiptir. Partinin emeklilerin hakları, asgari ücret, atanamayan öğretmenler gibi konularda düşük gelirli kesimleri mobilize eden girişimlerinin güçlenerek devam edeceği görülmektedir. Ancak bu olumlu gelişmenin ötesinde, CHP’nin kapsamlı bir vergi reformu, ihale yasası düzenlemesi, denetlenebilirlik ve şeffaflık, sürdürülebilir büyüme ve verimlilik, konut krizinin çözümü, ekonominin ayrıcalıklı baronlardan ve çetelerden temizlenmesi, yüksek faizli kamu borçlanmasının ve kronik cari açık sorununun sonlandırılması, ya da borçlanma sonucu geleceği çalınmış gençlerin hayatlarının geri verilmesine yönelik (örneğin hayata başlama paketi) konularda iyi hazırlanmış cesur ve somut projelerle toplumun karşısına çıkması gerekmektedir. Ancak bu şekilde toplumdaki ekonomik ve sosyal adalet taleplerini karşılayabilir.

 TİP’in Türkiye siyasinde kalıcı olmasını önemsiyoruz. Bunun için TİP’in kendi alanını ve tarihsel misyonunu içerikli bir şekilde tanımlaması gerekiyor.

TİP

Sola temayülün bir diğer politik çekim merkezi Türkiye İşçi Partisi (TİP). Parti, isminin çağrıştırdığı sınıf vurgusundan ve bu ismi aldığı 1961-71 arası TİP’ten oldukça farklı bir tabana sahip. Zira partiyi, örneğin Yunanistan KKE’si gibi güçlü sendikal bağları haiz bir işçi sınıfı hareketinden çok laiklik talebini en radikal tonda ifade eden bir hareket olarak tanımlamak daha uygun olur. Zira TİP, CHP’nin uzun süredir silik ve hatta atıl bıraktığı laiklik talebini sahiplenen şehirli, genç, eğitimli, orta sınıf seçmende karşılık buluyor.

Bu durum TİP’in Türkiye sosyalist hareketlerinin bakiyesinden de beslenmediği anlamına gelmiyor. 1970 sonrası sosyalist solun güçlü gelenek yarattığı adacıklar da partinin teveccüh gördüğü bir kesimi oluşturuyor. Bunlarla beraber TİP sadece yedi yıllık kurumsal bir geleneğe sahip ve kamuoyunda yaygın tanınırlığa sahip karizmatik kurucu figürlerin popülaritesinden besleniyor. Ayrıca parti Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde 14 Mayıs 2023 seçimi öncesinde HDP (ve Yeşil Sol Parti) ile yaşadığı sorunları henüz aşabilmiş değil. TİP 31 Mart seçimlerinde hem umduğunu bulamadı hem de Hatay Büyükşehir adayı etrafında bir skandalın parçası oldu.

Uzun vadede parti seçmeninin CHP ve DEM Partiye yönelip yönelmeyeceği bir soru işareti. TİP’in EMEP, TKP, Sol Parti gibi diğer sosyalist hareketlerle olan ilişkisinin de nasıl devam edeceği de diğer bir soru işareti. Ancak mevcut tabloda TİP’in bilhassa 14 Mayıs’ta gösterdiği performans ülkedeki sola yönelik tektonik hareketliliğin emarelerinden biri.

TİP’in Türkiye siyasinde kalıcı olmasını önemsiyoruz. Bunun için TİP’in kendi alanını ve tarihsel misyonunu içerikli bir şekilde tanımlaması gerekiyor. Diğer yandan TİP’in CHP ve DEM Parti arasında çok da sabitlenmemiş konumunu solda var olan alanı genişletme yönünde kullanmasının önemine dikkat çekmek istiyoruz. Bunun bir yolu ise bir yandan dünyada başarılı olmuş ya da olmaya başlayan katılımcı sol popülist hareketlerden esinlenerek, biriken toplumsal enerjinin TİP’in Türkiye için sıra dışı siyasal enerjisiyle ortaya çıkmasına çalışmak, ama diğer yandan toplumun farklı kesimlerine açılabilcek yeni bir sol-sosyalist programı ciddiyetle ele almak olacaktır.

 14 Mayıs şokunun ardından bir iç tartışma ve yeniden şekillenme süreci başlatan parti içerisinde yukarıda bahsettiğimiz hareketi solda tutan Türkiye’yi demokratikleştirme stratejisine karşı farklı pozisyon ve gerekçelerle eleştiriler yükseldi.

DEM PARTİ’NİN TÜRKİYE’Yİ DÖNÜŞTÜRME İDDİASI

Türkiye’de sola yönelmenin önemli itici gücünden birinin eşit vatandaşlık talebi olduğunu belirtmiştik. Bu talep toplumsal cinsiyet hareketlerinden, başta Aleviler olmak üzere inanç gruplarına çok geniş kesimler arasından yükseliyor. Ancak eşit vatandaşlık mücadelesinin en geniş, etkili ve örgütlü kesimini şüphesiz ki Kürt Hareketi temsil ediyor. Temsil ediyor diyoruz, zira DEM Parti ve onun bileşenler örgütü HDK sadece Kürtlerin değil yukarıda kısmen bahsettiğimiz farklı grupların da bir çatı örgütü olmak iddiasında.

Burada önemli olduğunu düşündüğümüz bir konuyu açmak istiyoruz. Kürt siyasi hareketleri 1960’ların sonundan itibaren bir hak ve eşit vatandaşlık, 1974 sonrası ise bir ulusal kurtuluş hareketi olma iddiasıyla örgütlendi bu iddiasını farklı şekillerde hayata geçirmek için mücadele etti. Lakin son çeyrek yüzyılda Kürt siyasi hareketi zamandaş anti-kolonyal ve/veya ulusal kurtuluş hareketlerinden ayrıksı yere koyan bir özellik göze çarpıyor. Bu ayrıksılık, hareketin içinden çıktığı ülkenin sol hareketi içerisinde gelişmesidir. Soğuk Savaş sonrasında da, Kürt siyasi hareketi kendini yeniledi; farklı imkanları tartıştı ama süreç içinde eskisinden daha da kuvvetli bir şekilde solda kalmakta ısrar etti. Hatta solun kriz içinde olduğu bu dönemde Kürt hareketi kendi alanını Türkiye’nin farklı sol unsurlarına açtı, onlara ortak bir çatı önerdi.

Kendi içinden ve etrafından sert eleştirilere rağmen devam eden bu ısrar, Kürt Hareketi’nin ayrıksı stratejisine işaret ediyor: yok sayıldığı dolayısıyla mücadele ettiği ulusal yapıdan ayrılmak ve arınmak yerine o yapıyı içerinden dönüştürmek stratejisi. Post-kolonyal bir kavramsal dille ifade edersek, Kürt hareketi kolonyal koşulları ayrışarak ve onlardan arınarak değiştirmek yerine, koşulları ve aktörleri içerinden aktif bir şekilde dönüştürmek yolunu tercih etmiştir. Diğer bir deyişle Kürt hareketi Türkiye’den ayrılmak yerine Türkiye’yi demokratikleştirmek, daha da ileri giderek bu konuda ana aktör olma iddiasını geliştirmiştir. Bu tercih, “Türkiyeleşmek” ifadesiyle kavramsallaştırıldı.

14 Mayıs 2023 genel seçimlerinde Yeşil Sol Parti (YSP) büyük bir şok yaşadı. Parti yüzde 25 oranında oy kaybetti. Metropollerde ise parti büyük hezimete uğradı. İlginç bir şekilde, Emek ve Özgürlük İttifakı  içerisindeki tartışmalar ve bölümeler, muhalif seçmen nezdinde mevcut rejimden kurtulma önceliğinin parti tercihlerinin önüne geçmesi ve partinin yaşadığı organizasyonel kapasite sorunu gibi sebepler bu yenilginin başat nedenleri oldu.

14 Mayıs şokunun ardından bir iç tartışma ve yeniden şekillenme süreci başlatan parti içerisinde yukarıda bahsettiğimiz hareketi solda tutan Türkiye’yi demokratikleştirme stratejisine karşı farklı pozisyon ve gerekçelerle eleştiriler yükseldi. Mevcut parti içerisinde aktif konum sahibi olmasa da etkili isimler Kürt sorunun çözümünde muhatabının Erdoğan olduğunu ve rejimle müzakerenin tekrar başlaması gerektiğini dillendirdiler. Bu bağlamda çok kritik bir barometre İstanbul başta olmak üzere partinin aday çıkardığı yerlerde DEM seçmeninin nasıl bir temayül göstereceği idi. Sonuçta DEM seçmeni, en yüksek tahminlerin bile üzerinde Erdoğan karşıtı oy kullanmayı tercih etti ve partinin politik istikameti konusundaki tartışmalara da şimdilik noktayı koydu.

Eğer Kürt bölgelerine bakarsak, 31 Mart’ta 7 Haziran 2015’ten beri devam eden oy erimesi ve büyüyememe serisinin frenlendiğini ve son on yılda ilk kez partiye olan desteğin yükselişe geçtiğini görebiliriz. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, oy oranını Mart 2019’a göre yüzde 25.6’dan yüzde  32.5’a yükseltti bölgede AKP’yi üç puan geride bırakarak birinci parti konumuna geldi. Doğu Anadolu Bölgesi’nde ise DEM oransal payını yüzde 21.7’den yüzde 23.1’e yükseltti. 2019 yerel seçiminde altmış beş belediye kazanan parti bu sayıyı üçü büyükşehir, yedi il, 58 ilçe ve 10 beldede önde çıkarak 78’e çıkarttı. Bu sonuçlar yanında Hüda-Par’ın DEM Partisinden oy alarak güçlenme ve de yaygınlaşma amacına ulaşamaması da DEM’in Kürtler adına hak talebinin tek adresi olması konumunu pekiştirdi.

CHP rejimin DEM Partinin kriminalize edilmesiyle sol muhalefetin rehin tutulması siyasetini kapı-arkası diplomasiyle değil şeffaf ve belki de en önemlisi kendi kadro ve tabanında da karşılığı bulunan Kürt sorunu konusunda cesur bir hat kurarak aşmaya yönelmesi muhalefet alanını hem genişletecek hem de rejim ittifakını son on yılda karşıtlarını paralize etmek için kullandığı iki temel silahtan birinden mahrum bırakacağı aşikâr.  

SOLDA KALAN KÜRT HAREKETİ

Bu noktada Kürt Hareketinin mevcut tablodaki konumuna ilişkin üç tespitimiz şöyle. Birincisi, Kürt seçmen, özellikle sınıfsal, kültürel ve uzamsal olarak marjinalize olduğu metropollerde, tarihte görülmedik ölçüde solda konumlanıyor ve en kuvvetli rejim karşıtı tepkileri veriyor. Bu duruma salt 31 Mart seçim sonuçları değil, 14 Mayıs’ta muhalefet adayı Kılıçdaroğlu’nun parti seçmeninden neredeyse kategorik destek alması da açık bir delil. İkincisi, birlikte yaşam vurgusu, sekülarizm pratiği ve sınıfsal ve ideolojik pozisyonuyla Kürt Hareketi kurumsal olarak sol konumunu yakın gelecekte de koruyacak görünüyor. Son olarak, 31 Mart seçimleri ardından kazandığı belediyeler ile on yıl sonra tekrardan kaynak dağıtabilir hale gelen DEM Parti, eğer kayyım politikasını engelleyecek ve metropollerdeki erimeyi durduracak, geri çevirecek bir çizgi izleyebildiği takdirde yüzünü gelişmeye çevirmiş görünüyor.

Ancak, bunun önemli bir önkoşulu, DEM Parti’nin, solun diğer iki partisinden, CHP ve TİP’ten programatik farkını öne çıkarır bir görünürlük kazanması. Bu noktada, 14 Mart sonrası CHP’nin diğer partileri gölgeleyecek derecede bütün ilgiyi üzerine toplaması, muhalefet gündemini rejim sonrası dönüşüm projelerinin değil normalleşmenin belirlemesi DEM Parti için bir engel yaratıyor. DEM Parti ise kamuoyunda yeni CHP ile uyumlu ve ona karşı konumlanmaktan çekinir bir görüntü sunuyor.

2018 sonrası muhalif seçmen davranışlarına baktığımızda gözlemimiz tabanda rejimi geriletmek için çarpıcı ve ısrarlı bir eşgüdüm temayülünün belirdiği. Ancak CHP, DEM parti ve TİP’in kurumsal ve söylem düzeylerinde nasıl ilişkilenmeleri gerektiği daha çetrefilli bir konu. Yeni dönemde sol partiler arasındaki ilişkinin bir ittifak olarak gelişmesi mümkün gözükmüyor. Biz de ittifak siyasetinden ziyade, bu ilişkinin solun ana prensiplerine etrafında ve iktidarın hak ihlali siyasetine karşı (Kayyım, Gezi ve Kobani davası tutukluları vb.) dayanışma yanında kendi aralarında kurumsal farkların silikleşmemesinin, ideolojik ve programatik mücadelenin görünür kalmasının muhalefet alanına daha yüksek bir dinamizm sunacağını düşünüyoruz. Yani, solun iki büyük partisinin, CHP ve DEM Parti’nin ve büyüme potansiyeli olan TİP’in temel değerler konusunda belli bir iş birliği anlayışı içinde, ama farklılıklarını öne çıkararak rekabet etmekten çekinmeyecek şekilde siyaset yapmalarını Türkiye’nin bu rejimden kurtulması ve demokratik bir sıçrama ihtimalinin hayata geçmesi için öncelikli bir koşul olarak değerlendiriyoruz.

Bu noktada hem DEM Parti’ye hem yeni CHP yönetimine büyük sorumluluk düştüğünü düşünüyoruz. DEM Parti’nin CHP’nin mahcup ya da restorasyoncu eğilimlerine karşı Kürt sorunuyla sınırlı kalmayan radikal bir dönüşüm talebini seslendirebilmesi ve bunu duyurabilmesi hem partinin yükselişi hem de Türkiye’deki potansiyel sola kayışı güçlendirmesi açılarından büyük öneme haiz. Öte yandan CHP rejimin DEM Parti’nin kriminalize edilmesiyle sol muhalefetin rehin tutulması siyasetini kapı-arkası diplomasiyle değil şeffaf ve belki de en önemlisi kendi kadro ve tabanında da karşılığı bulunan Kürt sorunu konusunda cesur bir hat kurarak aşmaya yönelmesi muhalefet alanını hem genişletecek hem de rejim ittifakını son on yılda karşıtlarını paralize etmek için kullandığı iki temel silahtan birinden mahrum bırakacağı aşikâr.

 14 Mayısta denenen nafile restorasyoncu söylemeyi bir kenara bırakıp, ekonomik ve toplumsal adalet, eşit vatandaşlık ve sekülarizm üzerinde yükselen yeni bir sözleşme ile Türkiye’yi yeniden tasarlama ile mümkün olur. Türkiye böyle bir kavşağa gelmiş ulaşmış durumdadır. Bu kavşağı dönmek ise siyasal aktörlerin sorumluluğundadır.

BİTİRİRKEN

Erdoğan rejimi altındaki Türkiye yaklaşın on yıldır dünyada iyice güçlenmeye başlayan popülist-otoriter sağ rejimlerin öncüsü olarak görüldü. Bugün aynı Türkiye bu rejimlerden kurtulabilmenin ve o kurtulma dinamiğiyle ortaya çıkacak yeni demokratik dalganın öncüsü rolünü oynayabilir. Avrupa ve Amerika’da yükselen aşırı sağ bağlamı içinde Türkiye’nin ilerici ve özgürlükçü bir sıçrama yapmasının küresel önemine dikkat çekmek istiyoruz. CHP, DEM Parti ve TİP kendi hikayelerinde ve tarihsel deneyimlerinde bu süreci sırtlayacak referanslar mevcut. Ama bu referanslar tabii ki böyle bir sıçramayı gerçekleştirmek için yeterli değil. Hatta bu siyasal hareketlerin içinde böyle bir süreci sırtlamaya engel olacak dinamikler de mevcut. Lakin, Mart 2024 seçimleri gösterdi ki, toplum ekonomik ve toplumsal adalet, eşit yurttaşlık ve aklın ve bilimin önde olduğu bir hayatın kurulması yönünde bir sıçramayı fazlasıyla arzuluyor. Bizim bu yazıdaki iddiamız toplumun ayrı kulvarlarda olsa ortak ilkelerde birleşmiş soldan gelecek bir hareketlenmeye güçlü bir şekilde cevap vereceği yönünde.

Sonuç olarak ifade etmeliyiz ki; Türkiye, çeyrek asırlık “parantezden” çıkmanın sancılarını yaşıyor. Mevcut rejim arkasında yakıcı hafriyata ihtiyaç duyan bir ekonomik, sosyal ve kültürel bir yıkıntı bırakıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin önünde iki temel ihtimal beliriyor: Birincisi, yıkıntıyı ülke normali sayıp, eski Türkiye’yi bir tür “fabrika ayarına döndürerek ihya etme” teşebbüsü. İkincisi ise, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel olarak Türkiye’yi kitlemiş özgürleşme-otoriterleşme kısırdöngüsünü kırmanın bir fırsatı olarak görmek ve tarihsel bir eleştirel akılla geçmişten gelen mirasın olumlu yönleriyle gelecek hedeflerinin harmanlamak. Böylece yeni bir dönemi inşa etmek için toplumda birikmiş ve olgunlaşmış bu enerjiyi siyasete çevirmek. Bu siyaset 14 Mayıs’ta denenen nafile restorasyoncu söylemi bir kenara bırakıp, ekonomik ve toplumsal adalet, eşit vatandaşlık ve sekülarizm üzerinde yükselen yeni bir sözleşme ile Türkiye’yi yeniden tasarlama ile mümkün olur. Türkiye böyle bir kavşağa gelmiş ulaşmış durumdadır.

Bu kavşağı dönmek ise siyasal aktörlerin sorumluluğundadır.


[1] Olağanüstü demokratik siyaset kavramı için bkz, Murat Somer, “Olağanüstü Demokratik Siyaset” Politik Yok, 22.11.2022  https://www.politikyol.com/olaganustu-demokratik-siyaset

Yektan Türkyılmaz
Latest posts by Yektan Türkyılmaz (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir