Gazze yıkılırken…

Gazze yıkılırken…

Hükümetler kendilerince stratejik davranıp harekete geçmiyorlarsa, uluslararası vicdanın sesi olması beklenen Birleşmiş Milletler ve benzeri kurumlar felç edilmişse, sokaklara dökülen binlerce kişinin söyledikleri siyasilerin bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyorsa, ne olacak? İsrail’i saldırılarına devam etmesini engelleyecek bir güç var mı, olabilir mi? Yoksa İsrail kendi istediği zaman, istediği yerde mi duracak?

İsrail’in, Hamas’ın 7 Ekim 2023 sabahı gerçekleştirdiği “akıl almaz” terör eylemine karşılık olarak başlattığı intikam harekatının bugün kırk beşinci günündeyiz. Bir buçuk aydır İsrail güvenlik kuvvetleri 365 kilometrekare -Bursa’nın Harmancık ilçesi kadar bir yer- alanda yaşayan iki milyon kişinin üzerine bombalar yağdırmaya; su, elektrik ve diğer temel ihtiyaçlardan yoksun bir şekilde yaşamaya mahkûm etmeye devam ediyor.

Bugüne kadar 12 binden fazla kişinin yaşamının kaybettiği, 40 binden fazlasının da yaralandığı tahmin ediliyor, gerçek rakamların bundan çok daha fazla olması mümkün. İsrail saldırılarında yaşamını kaybedenlerin üçte ikisi kadın ve çocuk; bu da yaşanan acının ne kadar büyük olduğunu bize gösteriyor. Bombardımanlar sonucunda 220 bin bina zarar görmüş, 40 bin kadarıysa tamamen yıkılmış. Bir gün barış tesis edilse, şu anda yurtlarını terk etmiş bir milyondan fazla kişi evlerine dönse bile Gazze’nin eski haline dönebilmesinin yirmi yıldan fazla süreceği tahmin ediliyor; kaybedilen canların yerine konmayacağı ise kesin…

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun bile, “Sivilleri korumaya çalıştık ama başaramadık!” diye sınırı hayli aştığını kabul ettiği bu eylemlerin siyasal ve stratejik sonuçlarını tartışanların sayısı hayli fazla. Geçen hafta şahit olduğumuz üzere bu harekâtı, “İsrail’in kendini savunma hakkının ifadesi” olarak görenler de var; tam aksine, işlenenin bir insanlık suçu olduğunu ve Netanyahu’nun Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması gerektiğini söyleyenler de. İsrail’in bu harekât sonucunda siyasi kazanımları ne olursa olsun; bu kadar büyük kayıpların intikam arayışıyla güdülenmiş radikal hareketleri güçlendireceği, bölgeyi ve İsrail’i daha da büyük çatışmaların içine çekeceğini öne sürenler öngörülerinde hiç de haksız sayılmazlar. Batı’nın “Medeniyetler Çatışması” perspektifinden bir tür barbarlıkla eş anlamlı olarak kullandığı “İslami Radikalizm” akınlarının temelinde bu tür travmaların yattığını deneyimlerle öğrendik; El Kaide ya da IŞİD gibi örgütlenmeler bu travmalardan beslenerek kendilerine destekçi bulabiliyorlar. İnsanlar geçmişten ders alabiliyorlar, ancak siyasetçilerde bu nitelik kayıp sanırım.

Bırakın barışın yeniden tesis edilmesini, bir ateşkesin bile ne zaman mümkün olacağını öngöremezken hepimizi kaygılandırması gereken bir başka konu da var: uluslararası sistemin ataleti ve bu kırımı durdurmaktaki beceriksizliği. 7 Ekim’den bu yana başta ABD ve AB olmak üzere uluslararası aktörlerin İsrail’i engellemeyi bırakın açıklamalarıyla teşvik ettiklerini söyleyebiliriz. ABD ve AB’nin liderleri yaşananları bir “nefsi müdafaa” olarak çerçevelemeyi tercih ediyorlar, bu da doğal olarak Netanyahu ve çevresindekileri daha da fazlası için cesaretlendiriyor. Öte yandan Birleşmiş Milletler olayların ilk gününden bu yana daha cesur bir tavır sergileyerek çatışmaların durdurulması, sivillere zarar verilmemesi ve Gazze’de yaşamın sürdürülebilir hale getirilmesi için açıklamalar yapıyor. BM Genel Sekreteri Guterres, bizzat bu girişimin sözcüsü haline gelmiş durumda, şimşekleri üzerine çekse de. İsrail’e yönelik BM kararlarının yürürlüğe girmesinin önünde önemli bir engel var: ABD…

En son 18 Ekim’de BM Güvenlik Konseyi’nde alınan kararı, “İsrail’in ‘kendini savunma hakkına’ yeterince vurgu yapılmadığı gerekçesiyle” veto eden ABD, daha önce İsrail aleyhindeki BM kararlarını 83 defa veto ettiğinden bu durum şaşırtmıyor. ABD dış politikasının neden böyle olduğu başlı başına bir tartışma konusu, Mearsheimer ve Walt tarafından yazılan bir kitap meraklısına iyi bir kaynak olabilir.

Önce Milletler Cemiyeti, daha sonra da Birleşmiş Milletler uluslararası vicdanı seslendirmek için kurulmadı mı? Çok da fena olmadı, son yüzyıldaki birçok ilerici adımda bu kurumların izini görüyoruz. Yine de kamunun fikrinin hükümetler tarafından umursanmadığını da gözlemlemeye devam ediyoruz.

Gazze’de yaşananları engellemek için Batılı hükümetlerden medet ummayacağımız kesin olduğuna göre acaba kamuoyunun bir etkisi olabilir mi? Sadece 7 Ekim-27 Ekim tarihleri arasında dünyanın her yerinde İsrail karşıtı 4 bine yakın protesto gösterisi yapıldı, protestolar Londra’dan Manila’ya, Cape Town’dan Amsterdam’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda… ABD kamuoyunda geleneksel İsrail sempatisi devam etse de, genç kuşaklar aynı duyguyu paylaşmıyorlar; bir ankete göre Hamas’ı haklı bulanların oranı gençler arasında %60’a ulaşmış. İngiltere’de Filistin’i destekleyen bir siyaseti savunanların %12’yken, gençlerde bu oran iki katı. İsrail’le ilgili her konunun “Soykırım” ya da “Antisemitizm” gölgesi altında tartışıldığı Almanya’da dahi son olayların, vatandaşları hükümetin İsrail politikasına yönelik daha şüpheci bir bakış açısına ittiği söyleniyor. Her şeyi bırakın, İsrail’de bile vatandaşlar hükümetin yaptıklarını onaylamıyor.

O zaman soru şu: Hükümetler, özellikle de gelişmiş (!) Batı demokrasilerinin hükümetleri, neden vatandaşlarının arzusu hilafına politikalar güdüyorlar? Birinci Dünya Savaşı’ndaki Wilson iyimserliğinden bu yana kamuoyları arsız iktidarları zapt altına almak için çare olarak görülüyor; kamuoyu baskı yapabilsin diye Açık Toplum’u savunmadık mı sahi? Önce Milletler Cemiyeti, daha sonra da Birleşmiş Milletler uluslararası vicdanı seslendirmek için kurulmadı mı? Çok da fena olmadı, son yüzyıldaki birçok ilerici adımda bu kurumların izini görüyoruz. Yine de kamunun fikrinin hükümetler tarafından umursanmadığını da gözlemlemeye devam ediyoruz.

Bunun birinci açıklaması, uluslararası meselelerin sıradan insanın çok da umurunda olmadığı, olsa bile detaylı bir şekilde düşünüp taşınmak yerine birtakım kısayollar kullanarak kanaatini oluşturduğu yönünde… Neredeyse yüz yıllık bu açıklamanın haklılık payı fazla. Bir başka açıklama da, demokrasilerde hükümetleri ancak oy marifetiyle cezalandırabileceğiniz gerçeğine dayanıyor; dış politika hamleleri eğer şehit cenazeleri gelmiyorsa iktidara çok da oy kaybettirmiyor. En sonuncu açıklama biraz konjonktürel, küresel olarak yükselen aşırı sağın yarattığı korku hükümetleri “doğru” politikalar izlemekten alıkoyuyor. Kolaylıkla bir “Medeniyetler Çatışması” olarak anlatılabilen İsrail-Filistin çatışması, aşırı sağın çok güzel beslenebileceği bir anlatı; bu da merkez partileri bu konuya girmekten alıkoyuyor.

Hükümetler kendilerince stratejik davranıp harekete geçmiyorlarsa, uluslararası vicdanın sesi olması beklenen Birleşmiş Milletler ve benzeri kurumlar felç edilmişse, sokaklara dökülen binlerce kişinin söyledikleri siyasilerin bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyorsa, ne olacak? İsrail’i saldırılarına devam etmesini engelleyecek bir güç var mı, olabilir mi? Yoksa İsrail kendi istediği zaman, istediği yerde mi duracak? İşte bu soruya verdiğimiz yanıt, gelecekteki dünyamızın nasıl olacağını belirleyecek; çünkü İsrail’in yerle bir ettiği şey sadece Gazze’deki evler, hastaneler ya da okullar değil, “medeniyetimiz” dediğimiz şeyin temelleri…

Emre Erdoğan
Latest posts by Emre Erdoğan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir