Kutuplaşma siyaseti ile gündem belirleme

Kutuplaşma siyaseti ile gündem belirleme

Türkiyenin hep içinde bulunduğu ve bulunmaya devam ettiği bu kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı siyaset, geçmişimizi bu tatsız süreçlerle meşgul ettiği gibi bugünümüzü de etkilemeye devam etmektedir. Türk siyasi yapısının dokusunu oluşturan ve iktidarların ayakta kalmasını sağlayan bu çatışma iklimi, siyasiler tarafından tercih ediliyor olsa bile, bireysel ve toplumsal olarak bu kutuplaştırıcı siyasetin karşısında durmamız gerekmektedir.

Hepimiz yorgunuz… Ülkenin kutuplaştırıcı atmosferinde, her birimiz, kendimize ait hissettiğimiz tarafın savunuculuğunu yaparken, farkında bile olmadan öfke ve nefretle doluyoruz. “Öteki” olarak tanımladıklarımıza tüm kapılarımızı kapatırken, aynı zamanda büyük bir düşmanlıkla saldırılarımıza devam etmeyi tercih ediyoruz. Bunun kime ya da neye faydası olduğunu hiç düşünmeden, bitmeyen bir kavganın içinde, harap ve bitap bir şekilde yaşamayı seçiyoruz.

Bu kavga hali, bizi, verimli ve gerekli olan her konudan uzak tutarken, biz sadece çatışmanın devamlılığını sağlayacak argümanlar üretmekle geçiriyoruz tüm vaktimizi. “Karşı taraf” olarak gördüklerimiz, sanki aynı dünyada yaşadıklarımız, aynı ortak değerlere sahip olduklarımız, ya da aynı ülkenin vatandaşları değillermiş gibi, her şartta ve her koşulda, “anlamamak” üzere dışarıda bıraktıklarımız oluyorlar aynı zamanda.  Bu kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı etki, öyle bir noktaya geliyor ki, aynı evin içinde yaşadıklarımızı bile “öteki” olarak görebiliyor, kendi ailemizle ya da çok yakın dostlarımızla bile derin bir kavganın içine düşebiliyoruz.

Farklı ya da eleştirel düşünceye sahip olmak, daha iyinin ortaya konulabilmesi için elbette gerekli olan bir durumdur. Herkesin aynı düşündüğü, aynı şeyleri savunduğu bir toplumda, yeni değerler ortaya koymak olanaksızdır. Bu nedenle, yanlışa yanlış diyebilmek, eleştirel bir gözle olaylara bakabilmek son derece mühimdir. Var olanın sorgusuz-sualsiz kabulü, bilimden teknolojiye, sanattan kültüre, ekonomiden siyasete kadar her konuda gelişmelerin önünü kapatarak, toplumsal olarak gerilemeye ve çöküşe neden olabilmektedir. Fakat aynı etki, toplumların ayrıştırılarak yönetilmesinde, sürekli bir “öteki” kavramı yaratılara “dost-düşman” üzerinden siyaset yapılmasında, kutuplaşmanın derinleşerek tüm toplumu içine dahil etmesi durumunda da söz konusudur.

Diyebiliriz ki; eleştirel olmak, farklı düşünmek ya da muhalif olmak ile şovenist bir yaklaşımla sadece kendi doğrularını kabul edip, karşı tarafa kin ve nefret beslemek birbirinden oldukça farklıdır. Birinde, toplumsal sorunların çözümüne yönelik bir arayış söz konusu iken; diğerinde tarihsel gerçeklerden uzak, tartışmaya ve fikir alışverişine kapalı, savundukları değerlere körü körüne bağlı olunan bir durum mevcuttur. Üsttenci bir bakış ile sadece kendi savunduklarının doğruluğunu kabul eden, karşı tarafa söz, eylem ya da yaşam hakkı bile tanımayan, demagoji üretmekten başka bir yeteneği olmayan bu grupların isteği, kitlelerini genişleterek çoğunluğu sağlamak, ve “öteki” olarak ayrıştırılan grupların marjinalleştirilmesiyle sessiz kalmalarını başarmaktır.

Görmemiz gereken, bu farklılıkların içinde yer alırken, savunduklarımızın gözümüzü kör edebilecek, bizi savunduklarımızdan başka hiçbir şeye saygı göstermeyecek bir hizipçilik” durumuna getirme olasılığıdır. Belirli kategorilerin içinde sıkışıp kalmak hem aklımızı hem de eylemlerimizi sınırlandıran bir engelden başka bir şey değildir.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KUTUPLAŞMA SÜRECİ

Türk siyasi hayatında kutuplaştırıcı ortamın izlerini her daim görmek mümkündür. Osmanlı’da, “merkez-çevre” biçiminde oluşan siyasi yapı, yakın dönem Türk siyasal yaşamında, modernleşme sürecinin etkileriyle farklı bir şekil almıştır. Özellikle Tanzimat ve Meşrutiyet hareketleri ile başlayan bu değişim Cumhuriyet devrimi ile devam etmiş ve toplumsal hayatta farklı cephelerin ve kutuplaşmaların oluşmasında rol oynamıştır. Bu kapsamda, Türk siyasal hayatındaki kutuplaşmanın temelindeki esas unsur olarak “modernleşme” ya da “modernleştirme” kavramlarını görebilmekteyiz.[1]

Dünyanın gelişmekte olan yapısına uyum sağlayabilmek ve toplumsal yapıyı bu değişime entegre edebilmek için ihtiyaç duyulan “modernite” kavramı, gelenekselci yapı tarafından şiddetle karşı çıkılmış ve beraberinde Batı karşıtlığı ile birleşerek, muhafazakârlık, milliyetçilik, İslamcılık gibi çeşitli siyasal faaliyetlerde kutuplaşma unsurlarına dönüşmüştür. Buradan hareketle diyebiliriz ki; Türk siyasi hayatında oluşan partiler, genellikle bu anlaşmazlıklar üzerinden ortaya çıkmış ve varlıklarını yine bu kutuplaştırıcı etkiler üzerinden devam ettirmişlerdir.

1908’lerde başlayan, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde devam eden ve 1950’lerde Demokrat Parti’nin Türk siyasi hayatına katılmasıyla büyüyen bir kutuplaşma ile kişiler artık kendilerini, “cumhuriyetçi”, “demokrat”, “muhafazakâr”, “liberal”, “sosyalist”, “milliyetçi” gibi tanımlarla ifade etmiş ve siyaset, bu kavramlar etrafında, karşıtlık unsurları ile beslenerek iktidar olma mücadelesi sürmüştür. 1960’lara kadar DP ve CHP ile, iki parti arasında sıkışan Türk siyaseti, aynı zamanda toplumda sosyolojik olarak bir bölünmeye ve “ötekileştirme” yaklaşımı ile büyük bir ayrışmanın içine çekilmiştir. Bu karışıklık içine bir de askeri darbelerin müdahil olması, var olan çatışmayı daha da büyüterek, özellikle “sağ-sol” ayrımını kuvvetlendirmiştir. Bu ayrımın politik dinamiği zaman zaman farklılaşsa da, Türk siyasetinde varlığını bugüne dek muhafaza etmeyi başarmıştır.

1970’lere gelindiğinde Türkiye’deki siyasi gerilim gittikçe artmış, toplumsal ve siyasal çalkantılar dönemine girilmiştir. 12 Mart 1971 Askeri Muhtırası’nın ardından daha da büyüyen çatışma ve kutuplaşma iklimi beraberinde ekonomik istikrarsızlık ve artan işsizlik sorunlarını da getirmiştir. Zaten kutuplaşmalar nedeniyle gerilim hattında olan ülkede, bu sorunların da etkisiyle daha uç ideolojiler ortaya çıkmış ve çatışmalar büyümeye devam etmiştir. Siyaset sahnesine Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi gibi partiler dahil olmuş ve toplumda meydana gelen ekonomik ya da sosyal sorunların etkisiyle bu partiler kendilerine taraftar bulabilmişlerdir. Elbette farklı partilerin ve görüşlerin temsilleri, demokrasi adına olumlu değerlendirilmesi gereken bir durum iken; ideolojik kutuplaştırıcı etkenlerin, sürecin yöneteni haline gelmesi bu duruma engel teşkil etmiştir. Şöyle ki; Türk toplum yapısının içinde bulunan kültürel, etnik ya da dinsel motifler, Alevi- Sunni, Türk- Kürt, laik- İslamcı gibi karakterlere büründürülerek, kitlelerin mobilizasyonu sağlanmıştır.

Ortaya çıkan siyasal bölünme ile Türkiye ideolojik olarak büyük bir çatışma süreci yaşamış ve bu çatışmaları durdurmaya askeri darbelerin gücü dahi yetmemiştir. Bilakis askeri darbeler sonucunda ülke daha da büyük ayrışmaların ve kavgaların içine çekilerek her anlamda büyük kayıplar yaşanmıştır. Meşrutiyet döneminde başlayan ve 1960’lara kadar devam eden merkez-çevre temelli Türk siyasi süreci, 1970’lerden sonra ağırlıklı olarak sağ-sol ideolojik çatışmalarına dönüşmüştür. Bu kavga, 1980 Askeri Darbesi, 28 Şubat 1997 süreci gibi asker müdahalelerinde olduğu gibi, ülkede meydana gelen birçok terör eyleminin de arkasında yer alan temel dinamik olmuştur.

Darbeler, iç karışıklıklar, terör, iktidar ve koalisyon sorunları ile kendimizi güç bela attığımız 2000’li yıllara gelindiğinde ise, ülke yine öncesinden farklı değildi. Sağ-sol çatışması yerini laiklik- muhafazakârlık gerilimine bırakmış fakat AKP iktidarı ile muhafazakârlık cephesi bu sürecin kazananı olmuştur. Laiklik tartışmaları bugün hala en çok tartışılan konular arasında yer alsa da, halk tabanında bu tartışma, muhafazakârlık tarafını güçlendirmekten başka bir kabul görmemiştir. Yıllarca süren çatışma ve istikrarsızlık ikliminden yorulan toplum, AKP’yi birçok seçimde tek başına iktidara getirecek kadar destekleyerek, tavrını net bir şekilde ortaya koymuştur.

Bütün bunları tekrar hatırlatmamdaki neden, bugün geldiğimiz noktaya ışık tutabilmek içindir. Türkiye’nin hep içinde bulunduğu ve bulunmaya devam ettiği bu kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı siyaset, geçmişimizi bu tatsız süreçlerle meşgul ettiği gibi bugünümüzü de etkilemeye devam etmektedir. Türk siyasi yapısının dokusunu oluşturan ve iktidarların ayakta kalmasını sağlayan bu çatışma iklimi, siyasiler tarafından tercih ediliyor olsa bile, bireysel ve toplumsal olarak bu kutuplaştırıcı siyasetin karşısında durmamız gerekmektedir. Tarih boyunca yaşadıklarımız ve bugün yaşamaya devem ettiklerimiz göstermiştir ki bu kavganın hiç kimseye faydası olmamıştır.

Elbette farklı düşünmeye, farklı davranmaya, eleştirmeye ya da farklı görüşlere sahip partiler içinde yer almaya devam etmeliyiz. Çünkü demokrasi bunu gerektirmekte ve “gelişme” dediğimiz şey bu çok seslilik içinde kendini gösterebilmektedir. Görmemiz gereken, bu farklılıkların içinde yer alırken, savunduklarımızın gözümüzü kör edebilecek, bizi savunduklarımızdan başka hiçbir şeye saygı göstermeyecek bir “hizipçilik” durumuna getirme olasılığıdır. Belirli kategorilerin içinde sıkışıp kalmak hem aklımızı hem de eylemlerimizi sınırlandıran bir engelden başka bir şey değildir.

Ülkemizin içinde bulunduğu sorunlar tüm çıplaklığı ile ortadadır ve millet olarak tüm bu sorunların üstesinden gelecek feraset bizde mevcuttur. Tek ihtiyacımız, olunması gereken yerde olmaktır. Sağ-sol, laik- islamcı, Türk-Kürt, Alevi-Sunni tartışmaları ile yıllardır hep olmamız gereken yerleri kaçırdık ve bugün hala kaçırmaya devam ediyoruz.

Türkiye’nin içinde bulunduğu bu kutuplaştırıcı siyaset etkisi, ülkenin gelişmesine engel bir durum yaratmakla birlikte birçok toplumsal sorunu da beraberinde getirmektedir. Tam yüzyıldır devam eden Cumhuriyetimiz, bireylerin siyasi bir amaç için atomize edildiği bu kutuplaştırıcı ortamı hak etmemektedir. Biz her zaman, farklılıklarımızla bir arada yaşamayı başarmış bir kültürel mirasa sahibiz. O farklılıkların, bizi sadece ileriye taşıması gereken bir taşıyıcı niteliğe bürünmesini sağlamak bizim elimizdeyken, bizzat kavganın içine çekilerek, yıllardır kaybettiğimiz vakit yeterlidir. Bu durumu idrak edip bir an önce bu kutuplaştırıcı siyaset ortamından çıkmamız gerekmektedir.

Bugün sadece gündemi meşgul eden konulara bakıldığında bile, gündemi oluşturan birçok konunun, bahsedilen bu kutuplaştırıcı yapıyı devam ettirmek üzere oluşturulduğunu görmekteyiz. Bir tarafta gerçekten konuşulması ve çözümlenmesi gereken meseleler dururken, ideolojik tartışmalarla var olan sorunların üzeri kapatılmakta ve toplum belirli kategoriler içine hapsedilmektedir. Herkes olduğu taraftan karşı tarafa bir şeyler söyleme telaşındayken, ekonomik sorunlar halkın belini bükmekte ve en büyük gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Aynı şekilde çocuklarımızın yeterli beslenme ve gıdaya erişim gibi sorunları, bu ülkenin “yoksulluk” başlığı altındaki en acı gerçekliklerindendir. Eğitim ve eğitimdeki başarı istatistikleri yine suratımıza çarpan vahim tablo içerisinde yer almaktadır. Sadece bu saydıklarım bile, şu an bize vakit kaybettirmekten ve ayrıştırmaktan başka hiçbir şeye yaramayan ideolojik kavgalara son vermek için yeterli değil midir?

Hayatın içinde bazen, gerçek olan çok net ve açık bir şekilde karşımızda durur. “Bazen” diyorum çünkü çoğu zaman gerçeklik, göreceli ya da üstü kapalıdır. İşte bizim gerçekliğimiz budur: hiçbir zaman olmamız gereken doğru yerde olamamak. Ülkemizin içinde bulunduğu sorunlar tüm çıplaklığı ile ortadadır ve millet olarak tüm bu sorunların üstesinden gelecek feraset bizde mevcuttur. Tek ihtiyacımız, olunması gereken yerde olmaktır. Sağ-sol, laik-İslamcı, Türk-Kürt, Alevi-Sunni tartışmaları ile yıllardır hep olmamız gereken yerleri kaçırdık ve bugün hala kaçırmaya devam ediyoruz. Bence artık gerçek meselelere yoğunlaşma ve bu meseleleri çözmek için birlik olma zamanıdır. Birlik olmaktan kastım, herkesin yaptığı işi layıkıyla yapmasıdır. Muhalefet muhalefetliğini, iktidar iktidarlığını yapmakla, bireyler ise toplum içindeki dengeleri yerli yerince oturtmakla yükümlüdür. Tüm bunların olabilmesi için de sıkıştığımız kalıpların ve kategorilerin içinden sıyrılmak belki de yeterlidir.

[1] Türk Siyasetinde Cepheleşme/Kutuplaşma Olgusunun Dinamikleri ve Milliyetçi Cephe Hükümetleri- Kadir Kasalak-Fuat Uçar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir