Türk Sağı aydınlarına sesleniş

Türk Sağı aydınlarına sesleniş

Mahallenin de değer verdiği son yüz elli yılın muhafazakâr aydınları, bu özeleştiri hususunda oldukça üretken davranmışlardır. Ancak nedense Sağ aydınlar bu özeleştirileri belki de bilinç-üstü süreçlerde biraz da göz ardı etmişlerdir.

Uzun süredir mahalleli dostlardan epey eleştiri almaktayım. Bunlar genelde, “Niçin tamamen mahalle ile uğraşıyorsun? Artık biraz da ötekilere bak!” tarzındaki eleştiriler. Bir kısmı, “Tamam, haklısın; ancak bu işin tadı kaçtı!” tarzında, bir kısmı, “Kardeşim, anlattıklarının çoğunun farkındayız, gençlerin kafasını karıştırma, insanlar seni sonra yanlış anlar!” derken, ciddi bir kısmı da, “Bilinçaltında liberallere veya Batılılara yaranmak var, çizgini farkına varmadan iyi niyetli de olsa kaçırıyorsun!” anlamına gelen eleştiriler. Hatta bazı dostlar savunma mekanizmalarını hızlı çalıştırıp beni ötekilerin mahallesinden sayıp ötekileri suçlarken, arada bir beni de muhatap almakta. Bir başka yaklaşım da, “Türk Sağı ayrı parçalardan müteşekkil bu manada; hele AK Parti sağını da ayırmak lazım.” şeklinde. Ancak şu an zaten Türk Sağı AK Parti Sağı olmak üzere devlet çatısı altında birleşmiş durumda. Belki bu yazıda bu durumun gerekçelerinden biri.

Sağ aydınların bana dair temel eleştirileri, Türk aydınının iki yüz yıllık Batılılaşma hayranlığı etkisine girmem ve kendi kendimi oryantalize etmem üzerine. Buna, mevcut siyasi ana gövde olan AK Parti hareketinin çatısı altında yıllar önce iltifat görmemem dolayısıyla içimde oluştuğu varsayılan kırgınlığa bağlayanlar da mevcut. Bu durum yaklaşım olarak İslamcı ve milliyetçi kökenlerin renkleri ve tonları doğrultusunda farklılıklar da arz etmekte.

Ama şunu da ifade edeyim: Seküler kamuoyunun fıkıh bakışı ile tepki çeken maruf üstat ilahiyatçılardan da, “Bizim söyleyemediğimiz gerçekleri TV programlarında söylüyorsun.” veya siyasi milliyetçi kanatta saygın ve etkili aydınlardan, “Senin söylediklerin elli yıl sonraki gerçekler, siyaset bugün ile yapılır.” diyen ve bizi korumaya çalışan dostlar da mevcut.

Eleştirilerin ardında yatan gerçeklerden biri şimdiki haliyle de olsa Müslümanlık ve Türklüğün tartışılmazlığı üzerine. Tüm tez, kötülüklerin Batı’dan geldiğine odaklı. Tabii ki Batı’nın da arkasındaki temel belirleyicinin Siyonizm olduğu varsayımına dayanıyor. Belki de jargonda kahtı rical dediğimiz devletin kadrolarının millet evlatlarına kapalı olması sorunu artık bu iktidarla çözüldüğünden, her ne olursa olsun veya denge kararsız konumda da kurulsa dahi, bu duruma sivri bir dille fazla çomak sokulmaması gerekliliğine dair eleştiriler yoğunlaşmakta. Bu da bana, “Kimlik mi yoksa hal Müslümanlığı mı derin?” çelişkisini hissettirmekte. Ne yazık ki bütün bu tartışmalar İslam dünyasının son iki yüz yılı aşan krizinden[1] pek de bağımsız değil. Ayrıca tüm bu özeleştirileri anlamaya karşı gelişen direnç de bir türlü dönüşemeyen Anadolu köylülüğünün sürekli tehdit algısının tetiklenmesiyle, kendi üst kimliğine kapatılmasından kaynaklanmakta. Görgü devriminden nasiplenemeyen taşralılığın yetmiş beş yıldır iktidarlar tarafından hazine rantı/yağması ile yakın ilişkili iç göç politikaları nedeniyle büyük kentleri nasıl megapol kasabalar haline getirdiğini defalarca ifade etmiştik.

Bugünkü haliyle Türklük ve Müslümanlık algısının kimlik zenginliği dışında insanlığa veya ümmete verebileceği bir ahlak veya hal modeli bulunmamaktadır. Bu hususları kritik eden ve bizlerden rahatsız olanlar, çok uzaklara değil, kendi çocuk ve torunlarına bakmalılar. Psikanalize göre, ergenliği atlatamayanlar iyi ve kötü kavramlarını iç dünyalarında bir arada muhafaza edememektedir. Böylesi kişi ve gruplar, her sorunda kendilerini sorunun merkezinden arındırarak kötüyü dışarıda ararlar. Bu açıdan, “mahalle aydınları” kötüyü hep dışarıda aramayıp biraz da kendi içlerine bakmalılar.

Yirmi beş yıl önce bir rüya görmüştüm. Rüya, içinde bulunduğum tarihi mescidin büyük bir zelzelede harap olduğunu, ancak minberin ve taş zemininin sapasağlam durduğunu gösteriyordu. Rüyayı anlattığım psikoterapist arkadaşım, “İnanç dünyanda gereksiz şeyleri atmış, kalıcı ve sağlam olanla yoluna devam kararını almışsın.” demişti. Bu doğrultuda, bireysel anlamda kendimi hiçbir zaman mahalle dışında var saymadım. Ancak mahallenin bu çelişkilerini entelektüel ve eleştirel gözle bakınca acısını ve eleştirmenin yalnızlığını da hissettim. “Kendi acısını duymayan, başkasının acısını da duyamaz.” denilir. Ben de bunu duydum. Onun için de kendimi koruyabilir ölçüde “öteki”nin acısını mahalleye yansıtmaya çalıştım. Bu ise “ötekine yaranmak” olarak algılandı ve savunma mekanizmalarına işlendi. Amiyane tabirle, entelektüele hakikatin savunucusu, aydına da bir ideolojinin nitelikli savunucusu diyenler vardır. Bu açıdan mahallede zaten bu şekilde entelektüel yetişmesi beklenemez. Ne yazık ki mahalleli aydınlarımız ekonomik ve toplumsal çıkarları açısından ateist bir aydının, “Bunların nasıl öteki dünya inançları mevcut, anlayamadım!” dediği gibi, sürekli olarak kendi yüzleşmelerinden kaçmaktalar.

Bu ülkeyi sadece Erdoğanizm ve neo-Kemalizm arasında tercihe zorlamak, iki yüz yıllık modernleşme hikâyemizden hiçbir ders çıkarmadığımızın bir göstergesidir.

ERDOĞANİZM İLE NEO-KEMALİZM ARASINDA SIKIŞMAK

Mahalle dışındakilerin eleştirisi konusuna gelince:

Öncelikle 2016 yılının Ağustos sonunda bir TV programında radikal bir Kemalist linçe muhatap olmuştum. Bu sosyal medya linçi karşısında mahallenin bunu sadece, Nasrettin Hoca fıkrasındaki Timur’un filleri misali sessiz kalıp seyretmesini unutamamam. Savunduğum sadece, ideolojilerin kesin sınırları içinde yorumlanan bir Kemalizm’in askeri okullar için tekrar değerlendirilmesine ilişkindi. Program TT olmuş, anti-Erdoğanist hislerle dolu kitle, öfkesini bana yöneltmişti. Hakkımda Ekşi Sözlük’te 13 sayfa hakaret ve tehdit içeren yazılar yazılmıştı. Beni gece 02.30’da tek arayan hiç tanımadığım Alevi bir avukat hanımefendi kardeşim olmuştu. Sabah onun desteğiyle savcılığa başvurmuştum.

Seküler mahalleyi pozitivist tek yönlü bilim anlayışlarından dolayı literatür bilgisine dayalı olarak çok yönlü eleştirdiğim çeşitli ve kapsamlı makalelerim mevcut. Sıkça Tanzimat ve Kemalist modernleşmenin görgü yönünün önemli olduğunu, ancak özgün bir felsefi metodolojiyi acelece modernleşme yönüyle kazandıramadıklarını yazılarımda vurgularım. Türk Solu’nu Türk Sağı kadar tanıyamadığımdan, kendi penceremin ötesine taşmak haddi aşmak olurdu. Zaten devlet, toplum ve siyaseti bazında Türk Sağı belirleyici değil mi? Türk Sağı ve kitlenin bu hale gelmesinde Kemalist aceleci modernleşmenin veya vatandaşın kendisini ikinci sınıf hissetmesinin rolü var mıydı? Tartışmasız bir şekilde: Evet! Eleştiri yapanlar yazılarımı okuyabilirlerse bu durumu sıkça müşahede edecektir. Bu ülkeyi sadece Erdoğanizm ve neo-Kemalizm arasında tercihe zorlamak, iki yüz yıllık modernleşme hikâyemizden hiçbir ders çıkarmadığımızın bir göstergesidir.

Aslında mahallenin de değer verdiği son yüz elli yılın muhafazakâr aydınları, bu özeleştiri hususunda oldukça üretken davranmışlardır. Ancak nedense Sağ aydınlar bu özeleştirileri belki de bilinç-üstü süreçlerde biraz da göz ardı etmişlerdir.

Batı’nın evrensel okullarında eğitim görüp oralarda vatandaşlık çabasını gösteren muhafazakâr aydınlarımızın acımasız Batı eleştirileri bu şartlarda inandırıcılıktan uzak gözükmektedir. Zaten anladığım kadarıyla mahallede sıkça batıyı eleştirmek ile modernitenin insan fıtratına dayadığı kendine yabancılaşma krizi kastedilmekte. Ancak modernitenin anlam krizi, kimlik çekişmelerine feda edilmekte.

TÜRK SAĞININ ELEŞTİREL TUTARSIZLIĞI ÜZERİNE

Dikkati çeken en sağlam özeleştiri Kâtip Çelebi’nin “Mizanul Hak” eserinden başlamakta. 19. yüzyılın sonlarında Ahmet Cevdet Paşa, sonra özellikle Sait Halim Paşa da söz konusu toplumsal ve siyasal sorunlara işaret etmektedir. İslamcı Sait Halim Paşa sıkça eserlerinde, “Neden ahlakımızı kaybettik?” vurgusu yapar. İstiklal Marşı şairimiz M. Akif Ersoy ise bu toplumsal eleştiriyi acımasızca ve sert şekilde ortaya koyar. 20. yüzyılın ortalarında Nurettin Topçu’nun “Ahlak” ve “İslam ve Tasavvuf” metinleri de buna odaklanır. Topçu’nun “İsyan Ahlakı” metinleri, adeta konuştuğumuz manzaranın sürekli fotoğrafını çekmeye yöneliktir. Hele Cemil Meriç’in “Bu Ülke” eserinde sağlam bir Osmanlı ve toplum eleştirisine rastlarsınız. Bu anlamda Erol Güngör’ün “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” ve “Kültür Milliyetçiliği” gibi eserlerinde çok ciddi bir eleştirel yaklaşımı görmek mümkündür.

Bu düşüncelerimiz ve çalışmalarımız özgürlükçü birkaç platformda seslendirebilmekteyiz.

Liberal Türk Solu çoğunlukla, öteki olan bizleri risk alarak 28 Şubat döneminde (başörtüsü dahil olmak üzere) desteklemişlerdir. Özellikle şimdi tutuklu bulunan o zamanki Bilgi Üniversitesi sahiplerinin İHL katsayı ve başörtüsü mağduru gençleri hüsnü kabulleri anılarımda tazedir. Zira biz o mağdur Bilgi Üniversiteli gençlerin varlığı üzerine Ekopolitik’i kurmuştuk. Ancak mahalleli, farkına varmadan da olsa bir kısmı Gezi sanıklarından olan bu insanların yaşadığı mağduriyetleri gözardı etmekte; o zaman bilmedikleri “Soros bağlantılarını” adeta son dönemde keşfetmiş görünmektedir. Bu vefasızlığı anlamak da mümkün değildir.

Bağdat ve Endülüs bilgi kodifikasyonun kaynağı Yunanca referanslı tercümeler ve Helenistik dönem değil miydi? Rönesans kadim bilgiyi Endülüs, Antik Mısır ve Sasanilerde aramadı mı? Tanzimat aydınlarından başlamak üzere iki yüz yıllık Türk Aydınlanması’nı Batı bağımlılığı olarak konumlandırmak bir anlam ifade etmek midir? Yaratılıştan itibaren evrensel kadim bilgiyi parçalamak, hakikati parça olarak anlama yanılgısına denk gelmez mi? Bugünkü köylü milliyetçiliği ile Üçüncü Dünya İslamcılığı, köklerinden kopartılmış hakikatin popülize olup çürütülen parçaları değil midir?

Batı’nın evrensel okullarında eğitim görüp oralarda vatandaşlık çabasını gösteren muhafazakâr aydınlarımızın acımasız Batı eleştirileri bu şartlarda inandırıcılıktan uzak gözükmektedir. Zaten anladığım kadarıyla mahallede sıkça batıyı eleştirmek ile modernitenin insan fıtratına dayadığı kendine yabancılaşma krizi kastedilmekte. Ancak modernitenin anlam krizi, kimlik çekişmelerine feda edilmekte. Tartışmanın odağı kaçırılmakta. Batı’yı ve Batıcıları zaten Rönesans’ın hermetik ve ezoterik mirasını hiç anlamamak ile eleştiriyor ve yazıyorum. Mahalle aydınlarının önemli bir kısmının önce Tanzimat’ı yakalamaları sonra da bugünün aydınları olmaları gerekiyor. Ayrıca tabii ki eğer siz bir René Guenon (1886-1951), Friedrich Nietzsche (1844-1900) veya Roger Garaudy (1913-2012) gibi tutarlılıkla Batı eleştirisi yapacaksanız, bize karşınızda saygıyla eğilmek düşer.

Son yüzyıl için neden Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’un pastör, Ahmet Cevdet Paşanın kızı Fatma Aliye hanımın kızı İsmet hanımın rahibe[2], Giritli alim Mollazade Mehmet Ali’nin Vatikan’da kardinal (Pol Molla)[3] olması veya dünya çapında sosyolog Muzaffer Şerif’in kimlik değiştirmesi tartışılmıyor. Bunlar ve benzerleri kendini de açıklamayanlar neden medeniyet bazında aidiyet duygularını kaybediyorlar. Eğer Ebu Hanife ve Şafi’nin aklı, metodu, zulme karşı vicdani duruşları ve itikatları doğrultusunda gidiyorsak bunu sorgulamamız gerekmiyor mu?

Bu konularda Türk Sağı eleştirilerim belki biraz daha devam eder. Ancak bunun çok daha devam etmesini artık gönlüm de arzulamamakta. Bu kadar not düşebildik. Artık “balık bilmiyor”, bunu çok net müşahede edebiliyorum.

Halik ile derdimiz sonuçta, balık ile de değil.

[1] https://www.karar.com/gorusler/islam-medeniyetinin-derinlesen-krizi-1785135

[2] https://www.gzt.com/nihayet/fatma-aliyenin-kizi-rahibe-ismet-3578894

[3] https://www.dergah.com.tr/kitaplar/pol-mollanin-hikayesi-giritli-bir-muslumanin-fransada-papaz-olusu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir