Bugünkü İslam anlayışına bir Rönesans ihtiyacı var mı?

Bugünkü İslam anlayışına bir Rönesans ihtiyacı var mı?

İslam dünyasında zahiri-batıni nitelikteki çift kanatlı alimlerin yetişebilmesi, ancak yeni oluşturulacak bir Rönesans’ın veya Endülüs’ün kuluçka alanlarında mümkün olabilir.

Kendi içimizdeki kötüyü fark etmeden, maalesef iyiye dönüşüm sağlanamaz. Postmodern dönemde kendi doğasına yabancılaşmış insanlığın, yeniden doğmuş bir İslam’a Müslümanlar kadar ihtiyacı olduğu açıktır.

Son zamanlarda Diamond Tema programları ile tetiklenen şeriat tartışmaları, artık mahalle sakinlerinin ilgisini veya öfkesini çekmiyor gibi görünüyor. Hatta bazı ilahiyatçıların ifadelerinden alınan Cumhuriyet’in “şeriatsız İslam” manşetinin trajikomikliğine de umursamaz bir tavırla yaklaştıkları görülüyor. Öte yandan, 80’lerdeki gerçek İslam bu değil iddialarına nezire yaparcasına bugünlerde köktenci popüler hocalarımız, günümüzdeki tartışmalara çözüm sunabileceklerini düşünerek mahalle halkına kendi İslam gerçekliklerini dayatmaya çalışıyorlar. Muhafazakâr camianın cemaat ve tarikat dışındaki bireyleri de içten içe İslam’ın gerçek doğasını sorgulama yorgunluğunu yaşıyorlar. Fanatikler ve meleklerin cinsiyeti gibi konularda takılıp kalanlar ise yeni kuşakların kimlik İslam’ıyla bağdaşamadıklarını görmemek için direniyorlar. Bu tür sorunların çözümünün medrese ve Kur’an kursları sayısını artırmakla mümkün olabileceğine inanılıyor. Sadece bin yıl öncesinin fıkıh anlayışına dayalı, vicdan ve evrensel ahlakla ilişkisi kesilmiş bir din anlayışının çözüm getireceği ısrarla savunuluyor. Bu görüşler, anketler ve saha araştırmalarıyla belirlenen dini kurumlara olan güvensizliği görmezden geliyor gibi duruyor. Belki de asıl sorunun kaynağının kendileri olduğunu kabul etmekten kaçınıyorlar.

 

Aynı tartışmalar ve benzer sonuçlar Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemi sonrası İslamcı aydınlar arasında da yaşandı. O zamanın İslamcı aydınları bugünle kıyaslanamayacak kadar nitelikli ve muhalifti. Namık Kemal, Cemalettin Afgani, M. Akif Ersoy, Said Nursi, Said Halim Paşa ve hatta Nurettin Topçu gibi isimler bu dönemin öne çıkan isimleriydi.

 

AYNI TARTIŞMALAR TANZİMAT VE II. MEŞRUTİYET SONRASINDA YAŞANDI

Aslında, gerçek İslam bu değil tartışmaları ve hayal kırıklıkları yalnız bugüne özgü değil. Aynı tartışmalar ve benzer sonuçlar Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemi sonrası İslamcı aydınlar arasında da yaşandı. O zamanın İslamcı aydınları bugünle kıyaslanamayacak kadar nitelikli ve muhalifti. Namık Kemal, Cemalettin Afgani, M. Akif Ersoy, Said Nursi, Said Halim Paşa ve hatta Nurettin Topçu gibi isimler bu dönemin öne çıkan isimleriydi. Nurettin Topçu hariç, o Sorbon mezunu ve mistik Fransız filozoflarının da öğrencisiydi; genel İslamcı aydınlarımız kendilerince, batının ilmi ve fenni ile İslam’ın ruhunu birleştirmeye çalışmışlardı. Bir bakıma kadim ve modernite arasındaki ilişkiyi anlamlandırma hususunda sınıfta kalmışlardı. O dönemde modern aydınlanma ile sorgulamaya geçen kuşaktan, kurumsal İslam’dan vazgeçenlerin tercihi, bugün olduğu gibi ateizm veya deizm değil, Katolik veya Protestan Hıristiyanlık olmuştur. Bu duruma ilişkin Ahmet Cevdet Paşa’nın torunu rahibe İsmet Hanım, Nurettin Topçu’nun yakın arkadaşı Giritli medrese alimi ve sonradan kardinal olan Paul Molla Efendi veya Tevfik Fikret’in pastör olan oğlu Haluk Bey gibi örnekler verilebilir. Bu aydınların çocuklarının din değiştirmelerinde, medresenin fıkıh İslam’ında aradıkları ama bulamadıkları vicdan, spiritualizm, evrensel adalet duygusu, sevgi ve etik, kurumsal mistik Hıristiyanlıkta bulmalarının büyük rolü olmuştur. Nurettin Topçu’yu ise direkten döndüren Kazanlı aydın Nakşibendi Şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin inisiyasyon-manevi tasarrufu ve entelektüel vizyonu olmuştur.

Kur’an’ın nasıl anlaşılacağı sorunu ve buna yönelik metodolojik bir yaklaşım belirsizliği, İslam dünyasında daima gizli bir gündem olmuştur diyebiliriz. Buna rey-yorum ve hadis ehlinin tartışmaları da denilebilir. Kur’an’ı sadece yüzeyden okumak veya tarihsel, toplumsal ve ezoterik-manevi bir bağlamda yaklaşım getirmek, tartışmaların temelini oluşturmuştur. İslam tarihinden bugüne kadar, İlk Haricilerin Kur’an’daki “iyiliği emredip kötülükten menetmek” ilkesiyle 4 halifeyi anmalarından, sahabe Abdullah b. Habbab ve hamile eşini karnından yararak katleden yorumcularına; Kehf ve Enbiya surelerindeki uzaydaki galaktik yaşam gibi birçok ayetin yorumlanmasına kadar farklı yaklaşımlarla karşılaşmak mümkündür. Sahabe Abdullah ve eşinin başına gelenlerin daha acımasızları, orta çağda Hıristiyan köktencileri veya din savaşlarında batı dünyasında gerçekleştirilmiştir.

Ancak burada Hz. Peygamber (s.a) vefatından sonraki on yıllarda sahabeler arasındaki kanlı iktidar savaşlarını tartıştığımız kadar, İslam’ın doğuşuyla bu Arap kabilelerin Sasani ve Roma imparatorluklarını nasıl yıktıklarını, Endülüs, Horasan ve Bağdat’ta kadim bilgiyi nasıl yeniden yorumlayıp tüm insanlığa açtıklarını da tartışabilmeliyiz.

 

Batı Rönesansı, tüm dünyanın sanat, edebiyat, siyaset ve bilim anlayışını değiştirdiği gibi, ikinci bir İslam Rönesansı da tüm insanlığın kadim geçmişine bir pencere açmalıdır.

 

İKİNCİ BİR İSLAM RÖNESANSI DA BİR PENCERE AÇMALIDIR

Bugün her ne olursa olsun, yukarıdaki örnekler göz önünde bulundurulduğunda İslam düşüncesinin kendi Rönesans’ına, tekrar yeniden doğuşuna ihtiyacı olduğu açıktır. Batı Rönesansı, tüm dünyanın sanat, edebiyat, siyaset ve bilim anlayışını değiştirdiği gibi, ikinci bir İslam Rönesansı da tüm insanlığın kadim geçmişine bir pencere açmalıdır. Floransa’da filizlenen batı Rönesansı, kiliseyi sarsmış ve Mısır ve Helenistik uygarlıklarından Roma ve Endülüs İslam düşünürlerine kadar geniş bir yelpazeye hitap etmiştir. Bu dönemdeki araştırmalar, ezoterik, manevi, batıni ve determinist, bilimsel, zahiri odaklı olmuştur. Amaç, sadece bilimsel geçmişi değil, kadim bilgi ve hikmetin anlaşılmasını sağlamaktı. Müslüman Endülüs araştırmacıların kaynakları çoğunlukla Arapça yazılıydı. Floransa-Venedik entelektüelleri için de Arapça vaz geçilemezdi.  Rönesans’ın temel taşları arasında otonom ve nitelikli finansör burjuva, din, sanat ve felsefi anlayışta geçmişe açık bir bakış açısı yer almaktaydı.

Endülüs, Horasan ve Bağdat’taki Beytül-hikme çalışmaları, bir İslam Rönesansı’nın dışında bir şey değildi. Bu çalışmaların temelinde, kadim-geçmiş bilgiyi ve diğerlerini sağlam bir anlayışla anlama çabası vardı. Finansal destekleyiciler olarak otonom prensler ve bu çalışmaların yükünü çeken gayri Müslim, Pagan, Yahudi ve Süryani aydınlar bulunmaktaydı. İlk adımlar, kadim dillerdeki tercüme işlemleriyle atıldı ve tüm kadim bilgi, kutsal kitap inanç doktrinleri doğrultusunda yorumlandı ve kodifiye edildi. Bilgiye ulaşma süreci dogmalardan ayrılarak sekülerleştirildi. Bugün olası bir İslam Rönesansı için vazgeçilmez olan şey, kutsal metinlerin anlaşılmasında diğer kutsal metinlere ve antik deneyimlere saygılı bir bakış açısı gereğidir. Ancak her kadim bilgi veya deneyim, son kutsal metinle bir araya geldiğinde tamamlayıcı bir anlam ifade edebilecektir.

Ötekine kapalı, sadece bedevi çöllerine ve sınırlı tarihe hapsedilmiş Kur’an anlayışından, ancak radikal köy İŞİD veya köy medreseleri gibi sonuçlar çıkabilir. Bir kutsal metnin anlaşılmasının diğer önemli gerekliliklerinden biri de hermetik veya irfani bir bakış açısının varlığıdır. İslam dünyasında zahiri-batıni nitelikteki çift kanatlı alimlerin yetişebilmesi, ancak yeni oluşturulacak bir Rönesans’ın veya Endülüs’ün kuluçka alanlarında mümkün olabilir.

Kendi içimizdeki kötüyü fark etmeden, maalesef iyiye dönüşüm sağlanamaz. Postmodern dönemde kendi doğasına yabancılaşmış insanlığın, yeniden doğmuş bir İslam’a Müslümanlar kadar ihtiyacı olduğu açıktır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir