“Kentsel dönüşümün sosyolojik dili” ya da bir sempozyumun ardından…

“Kentsel dönüşümün sosyolojik dili” ya da bir sempozyumun ardından…

Türkiye şimdi, kentsel dönüşüm için sıkı sıkıya depreme sarılmış durumda. Nitekim kanunun adı da buna gönderme yapıyor. Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun! Ama ne yazık ki Türkiyede hâkim siyasetin depreme karşı sağlam bir politikası hiçbir zaman olmadı. Bugün de öyle.

TMMOB tarafından düzenlenen ve 2-3 Aralık günlerinde Harbiye’de yapılan 5. İstanbul Kent Sempozyumu’nda sunduğum bildirinin başlığı ‘Kentsel Dönüşümün Sosyolojik Dili’ idi. Gerçi sempozyumdaki hemen tüm sunumların temas ettiği yer bir bakıma kaçınılmaz olarak ‘sosyolojik’ti. Zira her biri, adına ‘kentsel dönüşüm’ denilen uygulamanın hangi toplumsal kesimleri nasıl etkilediğine odaklanmaktaydı. Kimlerin bu uygulamadan zarar, kimlerin yarar gördüğüne temas ettiği için sunumlar sosyolojikti. Ama yine de uzun zamandır bu alanda çalışan bir sosyolog akademisyen olarak ilgimi çeken birkaç başka hususu burada dile getirmeye çalışacağım.

***

Bu sosyolojik hallerden birisi, hiç kuşku yok ki bu etkinliğin kendisine dairdir. Bu yıl beşinci kez yapılan TMMOB İstanbul Kent Sempozyumu geleneğinin oluşmasında, ilgili meslek odaları kadar, bazı kişilerin de çok emeği var ve hepsine minnettarız. Ama iki değerli isimden özellikle söz etmek isterim: Mücella Yapıcı ve Tayfun Kahraman.

2007’de yapılan ilk sempozyuma beni Mücella Yapıcı davet etmişti. MSGSÜ Oditoryumu’nda yapılan o ilk sempozyumda baskın temalardan birisi ‘gecekondu’ idi. Çok yoğun bir ilgi vardı sempozyuma. Mücella Yapıcı ‘kentsel dönüşüm’le uğraştığımız o günlerden bu yana çok acı çekti, çok bedel ödedi. Hepimiz biliyoruz ki bütün ‘suçu’ kamusallığı, kentleri ve hakları savunmaktı. Neyse ki şimdi aramızda, bu bile bir teselli oldu.

Şimdi, bu sempozyuma hazırlık için notlarımı karıştırırken 9 Ocak 2020 tarihinde Tayfun Kahraman’a yazdığım bir mektuba denk geldim. Mektup, o tarihten iki gün önce İBB’de yaptığımız ‘kentsel dönüşüm’ konulu bir toplantıdan sonra konuya dair tavsiyelerimi içeriyor. Şimdi de Tayfun Kahraman’ın duvarların arasında olması çok acı. Dışarıda olsaydı, bu sempozyumun aktif örgütleyicileri arasında olurdu mutlaka.

Sadece bu durum bile gösteriyor ki ‘kentsel dönüşüm’ün sosyolojik hallerinden birisi, karşı çıkanların hak ve adalet arayan meslek odalarının, ilgili kişi ve kurumların siyasal olarak karşı karşıya kaldıkları muamelelerdir. Önce bunun altını çizmek isterim.

***

Eskiden kent merkezlerine yaklaştığımızı gösteren reklam tabelalarını hatırlar mısınız? Genellikle merkeze beş-on kilometre kala şehrin otelleri, lokantaları ve bazı işyerlerine ait bu tabelalar şehre varmak üzere olduğunuzu haber verirdi. Orta ölçekli şehirlerde sayıları fazla olmayan bu tabelaların hepsini, geçerken okumak mümkündü. Zaman içerisinde bu tabelaların sayısında ve türlerinde değişimler meydana geldi. O kadar ki 1990’lı yılların başında şehir girişlerinde tabelaları geçerken okumak artık kolay değildi, çünkü sayıları çok artmıştı. Fakat asıl değişiklik tabelaların türlerindeydi. Artık büyük bölümü satışa çıkarılan arsa ve tarlalarla ilgiliydi. “Sahibinden satılık tarla”, “imarlı arsa’, “imarlı ve ifrazlı arazi” gibi tabelalardı ve bunların sayısında adeta patlama olmuştu.

Bu imarlı-ifrazlı tarlalar, normal koşullarda kent merkezlerinde bir daire alma ihtimali zor olan bazı aileleri-bireyleri, birden onlarca dairenin sahibi haline getirmişti. Çünkü tarımsal üretim yaptıkları tarlaları ‘imara’ açılmıştı. Tarlaların imara açılması, sadece eski ve yeni sahiplerini değil, müteahhitleri de hızlıca ve çok zengin hale getirmişti. Emlakçıların ifadesiyle ‘toprak en büyük yatırım aracıydı’. Ortalık ‘toprak zenginleri’ ile dolmuştu.

Şehirler bu süreçte çevrelerine doğru hızla gelişiyor; kentsel mekân, belki de dünyada örneği olmayacak bir hızla büyüyordu. Kentlerin etrafını çeviren ormanlık alanların kemirilir gibi inşaat alanına dönüşmesi de işte o talan ortamında başlamıştı. Şimdi yasal dili bakımından artık ‘başkanlık’ mertebesine ulaşmış olan ‘kentsel dönüşüm’ün öyküsü ve dolayısıyla sosyolojik yansımaları tam olarak oralardan başlayarak bugüne geldi.

2000li yılların başlarında bu anahtar kelimelerden ikisi gecekonduve temizlikidi. Bu iki kelime etrafında üretilen dil inanılmaz derecede incitici ve hatta tehdit ediciydi. Neredeyse belediye başkanından cumhurbaşkanına kadar her kamu yöneticisi bir büyük düşmandan söz eder gibi gecekondudan söz ediyordu.

***

Kentsel dönüşümün sosyolojik etki ve yansımalarına tanıklık etmenin başka örnekleri de var kuşkusuz. Bunları büyük ölçüde ilgili literatürün ya da gündelik politik konuşmaların anahtar kelimelerinde görebiliriz.

2000’li yılların başlarında bu anahtar kelimelerden ikisi ‘gecekondu’ ve ‘temizlik’ idi. Bu iki kelime etrafında üretilen dil inanılmaz derecede incitici ve hatta tehdit ediciydi. Neredeyse belediye başkanından cumhurbaşkanına kadar her kamu yöneticisi bir büyük düşmandan söz eder gibi gecekondudan söz ediyordu. İzbe mekânlar oluşu, kaçak ve çarpık yapı olması, türlü kirli işlerin döndüğü bir yer olması gibi daha bir dizi gerekçe sıralanıyordu bu sert ve hararetli konuşmalarda. Bazıları daha ileri gidip, gecekondunun uyuşturucu ticareti, kadın ticareti gibi işlerin merkezi olduğunu söylemişlerdi. Özetle dönemin kamu yöneticileri hem birer ‘gecekondu uzmanı’ gibi hem de birer ‘gecekondu düşmanı’ gibi konuşuyorlardı.

Bu resmi anlatılara göre, tam da yukarıda söz ettiğim nedenlerden dolayı, gecekonduların kent mekânından sökülüp atılması gerekiyordu ve adeta topyekûn bir ulusal temizlik stratejisi oluşturulmuştu. ‘Temizlik’ sözcüğü sosyoloji geleneğinde çok olumsuz anlamlarla yüklüdür. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı günlerinden akıllara kalıcı yer bulan kitlesel imha eylemlerinin hemen tümü ‘temizlik’ gibi bir kavramın konusu olmuştu ve literatürde bu genellikle ‘etnik temizlik’ diye yer almıştı. “Ayrıksı otları temizlemek”, “sağlıklı bir toplum inşa etmek”, “öjeni” gibi kavramlar-olgular o dönemin ürünleri ve olumsuz mirasıydı.

Gecekondunun, kent mekânından temizlenmesinin, sağlıklı bir kentsel mekân inşa etme politik hedefiyle birlikte sunulması, bu durumla ilginç bir sosyolojik benzerliğe işaret ediyordu. Sonra ‘kentleri güzelleştirmek’ için hızla gecekondular yıkıldı. Onlarla birlikte kentin eski mekânları yıkıldı ve yeniden yapıldı. Sonra ne oldu derseniz? Konutların sahipleri değişti… Eski sahipleri oralardan çıkarıldı, yenileri geldi. İşte, ‘Kentsel dönüşüm’ün sosyolojik sonuçlarından birisi bu oldu. Mesela Sulukule deneyimi, tam olarak bunun bir örneğiydi. Mahalle yıkıldı, yeniden yapıldı. Eskisiyle yenisi arasında fiziki mekân olarak çok farklılıklar da vardı. Ama yeni mülkiyet sahipleri artık eski mukimler değildi. Onlar gitmiş yerlerine iktidar partisine mensup milletvekilleri, bürokratlar, belediye yöneticileri ve bu kesimlere yakın iş insanları gelmişti. Tapu belgelerinde artık onların adları yazılıydı.

Bu durum tam olarak Kenya’nın ilk başbakanı Jomo Kenyatta’nın bir sözünü hatırlatıyordu: ‘Avrupalılar geldiklerinde onların elinde İncil, bizim elimizde ise topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki İncil bizim elimizdeydi. Topraklarımız ise beyazların olmuştu’. Tıpkı Sulukule’de olduğu gibi…

Deprem, bir değişken olarak keşfedilince 6306 sayılı Afet Yasası çıkarıldı. Ben bu yasayı o zaman yasal afetolarak nitelemiştim. Yani bir depreme gerek olmadan şehirlerde bir tür afet hali inşa ediliyordu.

***

Gecekonduların tasfiyesi çok büyük ölçüde gerçekleştirilince, kentsel dönüşüm için yeni bir gerekçe ve dolayısıyla anahtar kelimeye ihtiyaç duyuldu ve bu da ‘deprem’ oldu. Bence Türkiye bir deprem ülkesi olmasına karşın, ‘deprem’in kentsel dönüşüm için bir gerekçe sayılmasının görece geç bir zamanda olması kendi başına anlamlı sosyolojik bir vakıadır.

Deprem, bir değişken olarak keşfedilince 6306 sayılı Afet Yasası çıkarıldı. Ben bu yasayı o zaman ‘yasal afet’ olarak nitelemiştim. Yani bir depreme gerek olmadan şehirlerde bir tür afet hali inşa ediliyordu. Çünkü artık her yer bir inşaat alanına dönüşecekti ve bu durum kentlerin taşıyamayacakları bir yük anlamına geliyordu.

Gerçekten de tarımsal arazilerin kentsel alana dönüştürülmesi ve taşıyamayacakları bir yükün altına girmesi nedeniyle şehirler, akıbetini beklemeye başladı. 6 Şubat depreminde bu akıbet kendini çıplak bir biçimde gösterdi. Maraş depremi bir afetti ama zaten bu afette herhangi bir şehrin dayanabilmesi mümkün değildi; her biri birer beton yığınına dönüştürülmüştü meşhur ‘kentsel dönüşüm’ uygulamaları sayesinde…

Türkiye şimdi, kentsel dönüşüm için sıkı sıkıya ‘deprem’e sarılmış durumda. Nitekim kanunun adı da buna gönderme yapıyor. ‘Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’! Bu ülke, gerçekten tam manasıyla bir afet ve bilhassa bir deprem ülkesidir. Ama Türkiye’de hâkim siyasetin depreme karşı sağlam bir politikası hiçbir zaman olmadı. Bugün de öyle. Siz bakmayın sabah akşam ‘deprem tehlikesi’nden söz etmelerine. Türkiye’nin bir deprem hafızası bile yok. Adapazarı merkezdeki ‘deprem müzesi’ dışında bir deprem müzesi, bellek evi dahi yok. Onu da gerçek anlamda bir müze saymak çok zor. Son yirmi yıldır böyle bir konu hükümetin gündemine dahi gelmedi. Ama inşaat yapmaya yönelmiş onlarca yasası, kurumu var. Sadece bu durum bile depremin yeterince ‘ciddiye’ alınmadığının göstergesidir.

Sonra 6306 sayılı Afet Yasası çıktı. Bence bir yasal afetidi. Şimdi ise Kentsel Dönüşüm Başkanlığı”. Ne ilginç. Yetkiye doymamak bu sürecin en önemli sosyolojik göstergesi. Neden acaba? İtiraz edecek hiçbir ihtimal kalmamalı diye düşünüldüğü için olmalı.

***

Aslında kentsel dönüşümün anahtar kelimelerden belki de en önemlisi ‘dönüşüm’ sözcüğüdür. İlginç bir şekilde neredeyse herkesin ilk başta olumlu anlamlar yüklediği bu sözcük üzerine tam aksi bir kavramsal analize işaret edeceğim. Dönüşmek, sosyolojide kendi kimliği dışında bir kimliğe girmeyi anlatır. Gündelik dile de ‘dönme’ ifadesiyle diye geçmiştir. Kendi olmaktan çıkmadır aslında, gönüllü ya da zoraki. Ama iyi bir durum olarak algılanmaz. Zira asil değil sahtedir, kopyadır. Daha pek çok şey sayabilirim bu olumsuz öğelere ilave olarak.

Bu sosyolojik terimi ‘kentlere’ uyarladığımızda tam olarak bu anlama gelmesi, herhalde bu sözcüğü kullanan geniş bir kesimin tercihi değildir. Ama bu ihtimal tümüyle devre dışı da değildir. Aslında uygulamalara baktığımız zaman tam da bu olumsuz eğilimi görürüz. Kendisi olmaktan çıkmak. Yine Sulukule örneğini vereceğim mesela. Sulukule, o eski mahalle midir bugün? Hayır değildir; dönmedir, başka bir şeydir. Hem mekânsal hem toplumsal olarak.

Gecekondu mahallelerini hatırlamanızı öneririm. Yani genellikle tek katlı, bahçe içerisindeki konut biçimini ve komşuluk ilişkilerini. O mahalleler yok artık. Yerlerine tuhaf, çok katlı bina ve yapılardan oluşan ve doğrusunu söylemek gerekirse, baktığınız zaman bile insanı tuhaf bir şekilde tedirgin eden mekânlar ortaya çıktı. Mesela İstanbul Fikirtepe’yi anımsayın. Artık orası bir başka şeydir, Fikirtepe değil ama. Yani ‘dön(üş)müştür’.

***

Kentsel dönüşümün değişik aşamalarda yasallaşma öyküsü ise bambaşka bir sosyolojik durum örneği gibi duruyor. Bunun için son yirmi yılda değişen yasalara bakmak bile yeterince fikir verebilir. TOKİ Yasası mesela. Bir zaman TOKİ üzerine makale yazdığımı hatırlıyorum. O zamanlar TOKİ’ye verilen olağandışı yetkileri tartışıyorduk. Bizim bildiğimiz TOKİ gitmiş yerine bir tür krallık rejimi gibi bir TOKİ gelmişti. Buna karşı ses vermeye çalışmıştık.

Sonra 6306 sayılı Afet Yasası çıktı. Bence bir ‘yasal afet’ idi. Şimdi ise “Kentsel Dönüşüm Başkanlığı”. Ne ilginç. Yetkiye doymamak bu sürecin en önemli sosyolojik göstergesi. Neden acaba? İtiraz edecek hiçbir ihtimal kalmamalı diye düşünüldüğü için olmalı. Bu yüzden itiraz edenler içeride ya da tehdit altında. Bu yüzden meslek odalarının yetkileri kırpıldı ve daha büyük tehlikeler de ihtimal dahilinde.

Bütün bu yasal düzenlemelerin başlıca sosyolojik sonuçları şöyle özetlenebilir: Karşı çıkma ihtimali olan ne varsa sıfırlamak, mülkiyeti yeniden üretmek ve dağıtmak, şehirleri birer beton yığınına dönüştürmek! Bu üçüncüsü ile şehirlerin alt yapısı yoğunluğu kaldıramayacak ve kaynaklar da yetmeyecektir. Dolayısıyla sadece bireylere, mülkiyete, insanlara değil, kentlere ve dolayısıyla ülkeye de ciddi zararlar verilmektedir. Güya depreme karşı kentleri korumak için neredeyse olağanüstü anlamlar yüklenen ‘kentsel dönüşüm’ün sosyolojik manzarası gerçekte tam olarak böyledir.

Şükrü Aslan, Prof., Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir