Futbol krizinin arkeolojisi

Futbol krizinin arkeolojisi

100. yıl kutlamalarının bir parçasının, Suudi Arabistan’da olması bu yutulma korkusunu tetikledi ve takımlar adeta “Bizim kimliğimiz budur. Biz sizinle bir değiliz. Biz farklıyız ve varız. Buraya gelmiş olmamız bunu değiştirmez.” dediler. Öyle ki, bunu sembollerle yapmak istediler ve belki de bu yüzden Suudi Milli Marşı’nın okunmasını reddettiler.

Taze bir gündemimiz ve uluslararası krizimiz var. Her zamanki gibi konu, bizler tarafından gerektiği şekilde irdelenmeden, mesele çok da anlaşılmadan ulusal bir varoluş mücadelesine dönüştürüldü. Nitekim ben de dün akşam olay hakkında kabaca bilgi edindikten sonra birçok sosyal medya kullanıcısı gibi safımı belli eden bir görsel paylaştım ve milli duygularım kabardı. Ancak olayın duygusal yoğunluğu ve bilgi asimetrisi azalınca yaptığım ilave okumalar sonrasında aslında çok aşina olduğumuz bir toplumsal psikolojik dinamiğin, yeni bir ulusal ve uluslararası krizin temelini attığını fark ettim.

Buradaki yorumlarımın tamamı yaptığım okumalar sonucunda edindiğim ve güvenilir bulduğum olay akışına dayanmaktadır. Zaman içerisinde ortaya çıkabilecek yeni detaylar tabii ki bu yazıdaki bazı fikirlerimi değiştirmeme sebep olabilir.

Günümüz siyasetine ve toplumsal hayatına hâkim olanların, toplumun psikolojisini okumakla çok ilgilenmediklerini, toplumun seçilmiş travmalarından beslenip, daha çok içgüdüsel ve deneme-yanılma yöntemiyle hareket ettiklerini defalarca deneyimledik. Toplumsal travmaları tetiklenen, anlaşılmamış ve görülmemiş hisseden, hayatta kalmaya çalışmaktan başka şeylere enerji bulamayan toplumun gerilemesi (regrese olmak) sonucu yaşanan kutuplaşma, gerilim ve geçmişi şimdide yaşatma kültürü bizleri yeterince yıprattı.

Böyle bir maçın Suudi Arabistan’da oynanmasına yönelik kararın aylardır kamuoyu tarafından tartışılması ve tenkit edilmesi çoğu zaman olduğu gibi karar vericiler tarafından göz ardı edildi. Bu da iktidarın sık sık kullandığı “Ben yaptım. Oldu.” tavrının bir sonucuydu. Ancak gerileyen toplumlardan beklendiği şekilde; nasıl ki iktidar seçmenlerinin kendi sembolleri üzerinde ciddi bir hassasiyetleri oluştuysa, muhalif seçmenin de sembolleri konusundaki hassasiyetleri bir o kadar artmış durumda. Hele ki konu, futbol gibi her iki kitlenin de ortaklaştığı bir alanda gelişip Cumhuriyet ve Atatürk gibi bir kitlenin sembolü olan, diğer kitlenin de itiraz edemediği kavramlar üzerinden tartışılmaya başlanınca, hâkim otorite, alışkın olduğumuz diğer bir refleksini gösterdi; önce bildiğini oku, sonra tepkileri gözlemle ve tepkilere göre kararını revize et. Bunu yapma-bozma savunma mekanizmasına benzetebiliriz. Öncesinde itiraz edilen muhalefet vaatlerinin teker teker yerine getirilmesi, MTV vergisinin önce yılda iki defaya çıkartılıp sonra iptal edilmesi, çalışan emeklilere ikramiye verilmeyeceği söylenip sonrasında bir düzenlemeyle onlara da ikramiye verilmesi gibi… Bu olay özelinde de tepkiler üzerine orijinal planda olmayan maç öncesi bir etkinlik takvimi oluşturularak süreç yönetilmeye çalışıldı. Bahsettiğimiz noktaya kadar sürecin hiçbir katmanında toplumsal dinamikler okunamamış ve bu yüzden olacaklar öngörülememiş gibi gözüküyor.

Suudilerin, ağırlıklı olarak turizm yoluyla ülkeye gelmeleri, ülkeden büyük ölçülerde gayrimenkul satın almaları ve ülkemizle olan ilişkilerinin daha çok maddi çıkarlar üzerinden şekillendirilmesi, onları, diğer yabancılardan ayrıştırmadığı gibi (ki beynimiz genellemeye yatkındır) “Her şeyin parayla çözülebileceğini düşünen millet.” gibi algılanmaları, Osmanlı’nın yıkılış döneminden kalan travmaların da etkisiyle bir tür etnik nefrete dönüştü.

Peki okunamadığını düşündüğüm bu toplumsal dinamikler neler?

İlki kaybolan sınırlarımız. Son 10 yılda, ülke hızlı bir değişim sürecine girdi. Özellikle, kontrolsüz göç toplumun yapısını geri dönülemez bir şekilde değiştirdi. Sınırda devam eden çatışmalara ve verilen onca şehide rağmen, düzensiz göçe sistematik bir şekilde göz yumuldu ve ülke düşük profilli, mülteci ve göçmenlerle dolduruldu. Kamusal tüm alanlarda (sokak, hastane, okullar vb.) bu insanların hak edilmişlik duygularıyla davranarak kendi kültürlerini aynen yaşamaya devam etmeleri, sadece ülkenin fiziki sınırlarının değil, kamusal alandaki huzuru sağlayan sınırların da aşılmasına ve kaybolmasına neden oldu.

Bu durumun bir uzantısı olarak, Kurtuluş Savaşı sonrası çok uluslu bir imparatorluk yapısı terk edilerek Türk kimliğinin öne çıkarıldığı, daha homojen bir sosyal yapının benimsendiği ve bu sayede varolmaya devam edebilen bir toplum için kritik bir eşik aşıldı ve yabancılarla (başka kültürler, başka milletler) kaynaşma korkusu yükselmeye başladı. Özellikle, sisteme giren yabancıların çoğunun göreceli düşük profilli ve uyum sağlama kapasitesinden yoksun olmaları nedeniyle, bu korku daha da şiddetlendi. Yeni gelenlere T.C. kimliği verilmesine rağmen, toplumsal kimliğin bir parçası hâline getirilememeleri çoğu zaman gettolaşmış bir şekilde kendi kültürlerini olduğu gibi yaşama konusunda ısrarcı davranmaları kaynaşma korkusunu, kaynaşarak kaybolma, kimliğini, aidiyetini yitirme ve yutulma korkusuna dönüştürdü.

Bunun üzerine, ülkenin yetişmiş gençlerinin aidiyet sorunu yaşaması ve sistematik bir şekilde beyin göçünün başlaması bu süreci hızlandırdı. Yani, bir yandan kontrolsüz olarak gelen “ötekiler”, diğer yandan kontrolsüz olarak giden “bizimkiler” olunca demografik yapıdaki hızlı değişimin çok doğal bir sonucu olarak insanlar, kimliklerine daha sıkı tutunma ihtiyacı hissettiler, hissediyorlar.

Suudilerin, ağırlıklı olarak turizm yoluyla ülkeye gelmeleri, ülkeden büyük ölçülerde gayrimenkul satın almaları ve ülkemizle olan ilişkilerinin daha çok maddi çıkarlar üzerinden şekillendirilmesi, onları, diğer yabancılardan ayrıştırmadığı gibi (ki beynimiz genellemeye yatkındır) “Her şeyin parayla çözülebileceğini düşünen millet.” gibi algılanmaları, Osmanlı’nın yıkılış döneminden kalan travmaların da etkisiyle bir tür etnik nefrete dönüştü.

Halkın büyük kısmı, ülkenin içinde bulunduğu ve bir türlü çıkış planı oluşturamadığı kronik sorunları için (terör, ekonomik kriz, çöken adalet sistemi, yolsuzluk, depremler vb.) duyduğu öfkeyi yönlendirecek bir alan bulmakta zorluk çekiyor. Son seçimle birlikte, bu alan tamamen daraldı: Her koşul altında seçimleri kazanan bir lidere ve tüm desteğe rağmen başarısız olan bir muhalefete bu öfkenin yönlendirilmesi anlamsız ve işlevsiz bir hâle geldi. Sonuç olarak, bu öfke, toplumu oluşturan grupların birbirlerine ve çok doğal olarak kamusal alanı paylaştıkları ötekilere yöneliyor.

En nihayetinde, aylar öncesinde uluslararası anlaşmalarla planlanmış, duyurulmuş ve tüm hazırlıkları tamamlanmış bir organizasyonun, çok kısa sürede ulusal ve uluslararası bir krize dönüşmesi tamamen toplumun dinamiklerini okumak konusundaki yetersizlikten kaynaklanıyor.

 Ülkemize turistik amaçla gelen Arapların, halkın çoğunluğunun oturamadığı evlerde oturmaları, gidemediği restoranlara gitmeleri, genel olarak ülkenin kendi vatandaşlarına sunamadığı imkânlardan, maddi güçleri sebebiyle sonsuz bir şekilde yararlanıyor olmaları onlara diğerlerinden daha çok öfkenin yönlendirilmesine sebep oldu. Halkın büyük bir kısmı açıkça aşağılanmış hissediyor.

Böyle bir sosyopolitik ortamda, neredeyse toplumun tamamının ilgi gösterdiği ve duygu yoğunluğu yüksek bir organizasyonun sadece maddi nedenlerle Suudi Arabistan’da yapılması, alınabilecek en riskli kararlardan biriydi. Bir de bu kararı şirin göstermek için Cumhuriyetimizin 100. yıl kutlamalarının da sürecin bir parçası hâline getirilmesi üzerine tuz biber ekti. Nitekim, toplumun büyük kısmı Cumhuriyet rejimi ve Atatürk ilkelerini tehdit altında gördüğü için onun sembollerine daha da tutunmuş durumda. Bunda muhalefetin boşluğunun da büyük etkisi var. Maalesef, ülkemizde birçok insan mecliste kendisini temsil eden kimsenin bulunmadığını düşünüyor. Günümüzdeki bu muhalefet boşluğu, insanları, kimlikleriyle ilgili daha da radikal hale getiriyor. Nitekim, takımların sahaya çıkmamasını muhalefetin bir başarısı olarak görenler bile var.

Yukarıda, kaynaşma ve kimliğinin karışması korkusundan bahsetmiştim. Aynı iki insan arasında olduğu gibi, toplumlar arasında da sınırların fazla iç içe geçmesi, yutulma korkusu yaratır ve ilişkileri bozar. 100. yıl kutlamalarının bir parçasının, Suudi Arabistan’da olması bu yutulma korkusunu tetikledi ve takımlar adeta “Bizim kimliğimiz budur. Biz sizinle bir değiliz. Biz farklıyız ve varız. Buraya gelmiş olmamız bunu değiştirmez.” dediler. Öyle ki, bunu sembollerle yapmak istediler ve belki de bu yüzden Suudi Milli Marşı’nın okunmasını reddettiler. Sosyal medyadaki mizahi tepkiler tüm bu anlattıklarımın dışavurumu. Arap turist gelmeyecek diye mutlu olanlar, Arap olmadığımızın artık tüm dünya tarafından anlaşılmış olduğunu vurgulayanlar vb.

En nihayetinde, aylar öncesinde uluslararası anlaşmalarla planlanmış, duyurulmuş ve tüm hazırlıkları tamamlanmış bir organizasyonun, çok kısa sürede ulusal ve uluslararası bir krize dönüşmesi tamamen toplumun dinamiklerini okumak konusundaki yetersizlikten kaynaklanıyor. Bu yaklaşım değişmediği ve toplumun hassasiyetleri, toplumsal dinamikler üzerinden okuma yapılarak ele alınmadığı sürece bu tür krizler her zaman ihtimal dahilinde.

 

Rüveyda Çelenk Yılmaz
Latest posts by Rüveyda Çelenk Yılmaz (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir