Tanpınar’a Huzur Yok | 13. Bölüm | Sükut ve suikast

Tanpınar’a Huzur Yok | 13. Bölüm | Sükut ve suikast

“Mükemmeliyetçiyim ama hırslı değilim” diye düşündü Tanpınar “Varsın kurtuluşumuz yokoluşa benzesin. Akis, gölge, esinti halinde gerçekleşiyor insan zaten; sese, ışığa, pervaneye meyletmeyip de ne yapacağız?”

 

Kimsenin mermiye bağışıklığı yoktur.

[LÂEDRÎ]


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok 13. Bölüm | Sükut ve suikast


Jilet reklamlarında aynaya bakınca tüm dertlerini unutmanın verdiği memnuniyetle gülümseyen yakışıklılar gibi Tanpınar da tıraş olurken ıslık çalıyor. Ve ezberindeki yegane İtalyanca şarkıyı, Santa Lucia’yı mırıldanıyor:

“O dolce Napoli, o suol beato

Ove sorridere volle il creato

Tu sei l’impero dell’armonia

Santa Lucia, Santa Lucia…”*

29 Nisan 1959 Çarşamba. Ne gün ama… Hazan [güz] yapraklarına romanlar yazan müellifin gençliği tüm baharlarıyla birlikte geri mi geliyor? Gözlere fer, ağza gülücük, cilde pırıltı…

Eros yaralar, Azrail öldürür, amenna. Lakin meleklerle randevuya şık gitmek lazım.

Bugün, Bahtiyar Kont’un yalısında Nermin Mermi’yle tanışılacak. Sonra? Sevda bağından güller mi derilecek? Zor. “Büyük aşk”ı sıradan insanlar yaşar. Acemiler. İlk aşk, hayata çıplak gözle bakan körlerin nasibidir. Kara sevda salgını, ücra köylerde, tenha kasabalarda, dar muhitlerde zuhur eder. Kainatı küçültmek, bir ada şekline sokmak ister âşıklar; ebediyetin tadına başka nasıl varabilirler? Hisleri fikirlerle çevreledin mi, şairlikten münekkitliğe [eleştirmen] doğru yol aldın mı, faniliğe mahkum benliğinin sonsuzluğa değil hiçliğe müteveccih [yönelik, dönük] olduğunu anladın mı aşk ufalır, ufalanır… Gene de sinekkaydı tıraş, ipek kravat, rugan ayakkabı… Eros yaralar, Azrail öldürür, amenna. Lakin meleklerle randevuya şık gitmek lazım. Nermin Mermi de meleklerden bir melek midir acep? Öyledir muhakkak. Bahtiyar Bey, çöpçatan değil ki kurusıkı sallasın. Onunki romantizm diplomasisi. Kadın-erkek münasebetine bitaraf [tarafsız] bir mevkiden bakıyor. Hem sonra, beni benden iyi tanıyor; bu yönüyle de itimada şayan. Romantik ihtimallerin leziz heyecanlarına set çekmek akıl kârı değil be. Saadet, muhtemelken tadılabilen bir his belki daima?..

Profesör, evet, sevinçli bir maceranın eşiğindeydi. Pencerenin tülünü aralayıp baktı. Şoför Sümer Sürer, sütlü dondurma rengindeki Chrysler’in yanında hazır ve nazırdı.

Bir avuç daha Old Spice losyonla yüzünü perdahladı. Merdivenden I feel good şarkısına eşlik eder gibi iniyor! Kırkından sonra mutlu olacağını hiç ummamıştı. Fakat işte morali yüksek, neşesi yerinde, keyfi gıcır. Afili maskesinin ardında masum yakışıklı çehresiyle gülümsüyor.

Şoför, otomobilin kapısını açmış, tutuyordu: “Her zaman harika görünürsünüz efendim. Fakat söylememde beis yoksa, bugün kendinizi aşmışsınız.”

“Teşekkür ediyorum Sümer Bey. Sizin gibi bir uzmandan gelen iltifat beni gururlandırdı.”

Resmî bir gülüşme eşliğinde Şair koltuğa oturdu. Bugün romancıdan ziyade şairdi. Olgunlaştıktan sonra tazelenmişti.

“Büyük aşk”ı sıradan insanlar yaşar. Acemiler. İlk aşk, hayata çıplak gözle bakan körlerin nasibidir. Kara sevda salgını, ücra köylerde, tenha kasabalarda, dar muhitlerde zuhur eder. Kainatı küçültmek, bir ada şekline sokmak ister âşıklar; ebediyetin tadına başka nasıl varabilirler?

Muasır medeniyetin meyvelerini yeme zamanı gelmişti. “Erkek arzuladığı kadına âşık olmaz, âşık olduğu kadını arzulamaz” diyen Freud’u da yalancı çıkaracaktı belki, kim bilir? “Mükemmeliyetçiyim ama hırslı değilim” diye düşündü Tanpınar “Varsın kurtuluşumuz yokoluşa benzesin. Akis, gölge, esinti halinde gerçekleşiyor insan zaten; sese, ışığa, pervaneye meyletmeyip de ne yapacağız?..” Denize paralel ilerleyen otomobil alçaktan uçuyordu. Lunaparkta güneşli bir gün gibiydi. Ebemkuşağının altından geçilecek. Gökten erimiş zambaklar yağacak. Her yerde rayihalı köpükler. Saçlara meyve liflerinden kurdeleler takılacak. Gövdemize simli sarmaşıklar dolanacak. Naneli şerbet şelalesinden şen şakrak atlayacağız…

Ahmet Hamdi Bey, muhayyile katarını durdurmak istese de, freni bulamıyordu. Bir aşk masalının prensesiyle buluşacak değildi ya? Sırma saç, mavi göz [iki tane], kalem kaş, hokka burun, gonca dudak, narin beden, parlak ten… Lodosun çırpıntısıyla irkildi: “Kalbime mi yuva yaptı içimdeki hayvan? Beynimi mi uyuşturdu, onun zehirli nefesiyle yazdığı destan?.. Sen ki rüyalarında kaderinin merkezine inen adamsın Hamdi. Tereddüde mahal yok, masal prensesleri de insan.

***

Yalının kapısı açıktı. Uşak Siyavuş Yavaş ortalarda yok. Mümtaz misafir antreyi geçti. Tabir caizse [sit venia verbo], derisi yüzülmüş maymun kadar hassaslaşmıştı. Kulak kabarttı. Nermin Mermi gelmiş miydi? Çıt yok. Üstat, o kesif sessizlik içinde kendi adımlarını, nefesini, nabzını duyuyordu. Holde, insiyaki [içgüdüsel] olarak, hediye yatağı şöminenin üstüne baktı. O da ne? Bir parabellum! [Latince’de para bellum “Savaşa hazırlan” demektir. Çoğu-kimse, bu tabancayı Luger adıyla bilir. 1898’de Georg Luger tarafından tasarlanmıştır. Alman işi…] Ahmet Hamdi Bey tabancayı aldı. Elinde hafiften çevirerek şaşkınlıkla inceledi. Ve salona yöneldi. Aralık kapıyı bütün açtı ve başından aşağı kaynar sular döküldü. Bahtiyar Kont, yerde sırtüstü kanlar içinde yatıyordu! Kollarının ve bacaklarının duruşu, buruşuk bir Nazi Bayrağındaki gamalı haçı andırıyor. Göğsünde kurşun delikleri. Saadet müjdesinin yerini sürpriz felaket almıştı. Kahramanımız, John Wayne filmi izleyen Kızılderili gibi kalakalmıştı. Arzda [yeryüzü] deprem uğultusu, arşta [gök] kıyamet çınlaması. Elinde sıcak bir tabanca, kalbinde soğuk bir ok. Malum ya aziz okur, Tanpınar’a Huzur yok.

***

Bu dehşetengiz muammayı çözmek için size 70 sene mühlet… mi acaba? Kimsenin kimseye verecek bu kadar zamanı yoktur. Sayılardan konuşacaksak ille, size ancak kaçıncı sayfada olduğunuzu söyleyebilirim ki onu da zaten en az benim kadar iyi biliyorsunuz.


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir