Tanpınar’a Huzur Yok | 25. Bölüm | Can çekiştiğim tuzakta eğlendiğimi mi sanıyorsunuz?

Tanpınar’a Huzur Yok | 25. Bölüm | Can çekiştiğim tuzakta eğlendiğimi mi sanıyorsunuz?

Bir gûne zevk-yâb-ı gam-ı firkat olmuşuz
Kim yâre hasretiz demeye hasret olmuşuz.*
[NÂBÎ, 1642-1712]


ℹ️ Tanpınar’a Huzur Yok romanın ilk tefrikasını okumak için buraya tıklayınız.


“Polisim ben, mantıklı olmam gerekmiyor!” Fatin Fantom, Nastasya’nın sahnede adımı sitayişle anmasına fena içerlemiş. Emniyet Merkezi’ne imza vermek üzere gittiğimde, zaptiye şefinin suratı 9’u çeyrek geçiyordu.

“Tanımadığım bir kadının şahsıma yönelttiği iltifatlardan beni mesul tutmanız makul mü sizce?” diye sorduğumda, celallenip saçmalamıştı.

Besbelli, Fatin Bey’in şarkıcıda gözü var.

“Ben sizin katil zanlısı olduğunuzu matbuata bildirmedim. Size mühlet verdim…” Masasından kalktı, ellerini kısa saçlarına götürdü, bir iki adım atıp döndü: “Buna mukabil hazret, işret âlemlerinde keyif çatıyor!”

Başmüfettişin şarkıcı dilbere benden bahsettiği aşikardı. Lakin bu mevzuyu açmadım. “İnsaf ediniz, içinde can çekiştiğim tuzakta eğlendiğimi mi sanıyorsunuz?”

Sualimi es geçti: “Kadınlar sizde ne buluyor anlamıyorum, mahrekinizde dönüp duruyorlar ve hiç tekin değilsiniz muharrir bey.”

Evrakı imzalayıp doğruldum: “Size vazifenizde kolaylıklar diliyorum.”

Can sıkıntısından, kravatını işaretparmağıyla sarıyordu: “Ayağınızı denk alın; malum, davranışımızın isteklerimizle ve amaçlarımızla çeliştiğini pek farkedemeyiz.”

“Anlıyorum. Haklısınız. Başka bir ikazınız_”

“İnkalar’ın kayıp hazinesini aramayın.”

“Ne?”

“Alakasız yerlerde dolaşmayın.”

Kendimi dışarı attım. Fatin Fantom’a kızmak şöyle dursun, acıyordum. Nastasya Filippovna’ya gönlünü kaptırmıştı. Memnu [yasak] sevdası ona vuslat saadetini vadetmiyor. Aşkta kaybedeceği muhakkak. Mağlubiyetinin acısını beni mahva sürükleyerek çıkarmaya yeltenecek muhtemelen. Başmüfettişle aramızda başlayan aşk mücadelesini kazanırsam yandığımın resmidir.

Birbirine âşık iki kişi arasında öyle bir sırdaşlık doğar ki, o sırra ikisi de tam manasıyla vâkıf olamaz.

***

Birbirine âşık iki kişi arasında öyle bir sırdaşlık doğar ki, o sırra ikisi de tam manasıyla vâkıf olamaz. Jean Cocteau “Aşkın tarifi yoktur, alametleri vardır” yazmış. Acayiptir, bazen, hatta çoğu zaman, aşkın alametlerini sevgilinin yokluğunda buluruz. Veda, firak, mesafe o bilmediğimiz sırrı kimle paylaştığımızı bize bir yürek çınlamasıyla haber verir.

Nastasya Filippovna’ya ilk görüşte sevdalandım mı? Bu mümkün mü? Değil elbet. Mucizeler, hayatın kestirme yollarıdır ve aşkın bir mucize gibi başlaması ve bir başka mucizeyle yani ilelebet sürmek suretiyle taçlanması fikri hoşumuza gider. Halbuki ne ebediyetin yolunu kestirmeden katedebiliriz, ne de aşkta mucize aramanın tehlikesini göze almak akıl kârıdır. Bir şey akla ziyan ise kalbe fayda verir mi? Belki insan gönlüyle düşünmeyi, aklıyla hissetmeyi denemeli; tevekkül ve sezgiden sarfınazar etmeden yol almalı? Zira tek başına ne akıl yeter hayatı kavramaya ne de gönül…

Kafamın içinde uçuşan düşünce balonları şişiyor, sönüyor, patlıyor… Otomobili, Bebek sahilinde bıraktım. Bir sigara yaktım ve yokuşu tuttum. Sacré Cœur [Mukaddes Yürek] Kilisesi’ne vardım. Bir binaya mabet vasfı kazandıran şey, orada insanın Yaradan’la buluşması mı, yoksa mimariyle temin edilmiş bir ücra kuraklığına, kuytuluk rutubetine, tenha saydamlığına uğraması mı? İlahi huzurda belki ebedi yalnızlığımızla da yüzleşiyoruz…

Kilisenin sarmaşıklarla çevrili avlusunda, taflanlar, limon serviler, kadife çiçekleri ve bodur palmiyelerden müteşekkil mütevazı peyzajda Lami Alem’le ayaküstü söyleşiyoruz. Gözleri ağlamaktan pert olmuş. Dingin, yumuşak, hicranlı bir sesle ağır ağır konuşuyor: “Onu seviyordum” diyor “tanıdığım en harika insandı. Sizin bir makalenizde okumuştum: ‘Bir insan harikaysa, göründüğünden de harikadır.’ Hakikaten öyle Ahmet Hamdi Bey. Ben bu gerçeği, Bahtiyar Kont sayesinde, daha doğrusu onu tanımakla idrak ettim. ‘Hürriyet, uhuvvet, müsavat’ şiarının ötesinde, muasır medeniyet seviyesinin fevkinde bir yaşama şuuruna sahipti. Hayatında hasımlığa hiç yer yoktu. Böyle birine kim kıyabilir, havsalam almıyor…”

Bazen, hatta çoğu zaman, aşkın alametlerini sevgilinin yokluğunda buluruz. Veda, firak, mesafe o bilmediğimiz sırrı kimle paylaştığımızı bize bir yürek çınlamasıyla haber verir.

“Bahtiyar Bey’le nereden tanışıyorsunuz?”

“Onun ismini Robert Kolej’de işitmiştim ilkin. Bir cemiyetin kurucusuymuş.”

“Ne cemiyeti?”

“Bilmem size söylemem uygun olur mu?”

“Buna siz karar verin.”

Bir an düşündükten sonra “Canavar Cemiyeti” dedi.

“Canavar Cemiyeti mi?”

“Gizli bir kulüp. Maksadı, insanın üstesinden gelemeyeceği işleri halleden bir robot yapmaktı.”

“Ne tür işler?”

“İnanın bilmiyorum… Bahtiyarcığım benden 4 yaş büyüktür. Binaenaleyh, ben okula başladığım sene o mezun olmuştu. Onunla, seneler sonra benim de yüksek tahsil için gittiğim Londra’da tanıştık. Aşkı onunla tattım üstadım. Varsın bize sapkın desinler.”

“Bahtiyar Kont, robotik projesini neden ‘Canavar Cemiyeti’ adı altında yürütüyordu ki?”

“Maalesef bilmiyorum.”

“Lise talebesiyken kurduğu cemiyetin faaliyetlerine bilahare devam etti mi dersiniz?”

“Sanmıyorum. Öyleyse bile benim haberim yok. Kont’um, esrarengiz tarafını açığa vurmazdı. Biliyor musunuz?..”

“Neyi?”

“Humphrey Bogart’a benziyorsunuz. Onun gibi mütecessis, cesur ve kederli görünüyorsunuz.”

Lami Bey’le mükalememiz yarım saat daha sürdü. Oxford talebesiymiş. Hıristiyanlığa geçmiş. Mukaddes Yürek Kilisesi’nde diyakozmuş. Bana din hakkında fikrimi sordu. “Kendimi Müslüman terbiyesiyle mühürlenmiş addediyorum” dedim.

Bahtiyar Kont’un mirasından ona epey pay düşmüş: 12 kilo altın. “Hazineyi kiliseye bağışladım komple. Ve galiba karşılığında yalnızlığımı bir ton koyusuyla değiştirmiş oldum” diyor.

“Bahtiyar Bey’i kim vurdu sizce?”

“Şeytan” dedi bariz bir samimiyetle “ona bunu yalnızca melun iblis reva görür.”

“Kastınızı anlayamadım.”

“Gayetle açık efendim: Şeytan’la daima deplasmanda ve onun koyduğu kaideler muvacehesinde müsabakaya çıkar insan.”

Bir binaya mabet vasfı kazandıran şey, orada insanın Yaradan’la buluşması mı, yoksa mimariyle temin edilmiş bir ücra kuraklığına, kuytuluk rutubetine, tenha saydamlığına uğraması mı? İlahi huzurda belki ebedi yalnızlığımızla da yüzleşiyoruz…

***

Ben hafiye değilim. Diyakoz Lami Alem yanılıyor. Rahmetli Humphrey Bogart’a kâfi derecede benzemiyorum. En iyisi eve dönmek. Haydut’u besleyeyim… adalet tecelli etmez de hapse düşersem o yavrucağı Adalet’e teslim ederim…

Arabadan indim. Apartman kapısından girdim. Bir de baktım karşımda iki kişi: Elinde bir zarfla Nastasya Filippovna “Bu mektup size üstat, Nermin Mermi adında birinden. Yukarı çıkarken aldıydım… Bendenizi affedeceğinizi umuyorum” derken pürüzsüz tebessümünün üstünde gözleri ışıldıyor.  Ve yanında Bahtiyar Kont’un hayaleti: “Ben de.”

“Estağfurullah, ne haddimize…”

“Siz işte hep böyle kalender ve centilmensiniz Biricik Ahmet Hamdi Beyciğim… Tam da bu nedenle…”

“Evet?”

Dudaklarını yalıyor: “Sizi, bana büyük acılar çektirmişsiniz gibi seveceğim!”

_______________________

* Ayrılık acısından bir tür zevk alır olduk
“Yârime hasret kaldım” demeye hasret kaldık

 

Murat Menteş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir