Yeni Türkiye inşa edilirken muhalefetin ‘küçük iktidar’ hastalığı

Yeni Türkiye inşa edilirken muhalefetin ‘küçük iktidar’ hastalığı

İktidar, devletin de desteğini alarak “Yeni bir Türkiye” inşa ediyor ve Erdoğan da bu Türkiye’nin “ikinci kurucu baba”sı oluyor. Peki muhalefet bunun ne kadar farkında? Farkındaysa ne yapıyor?

Türkiye dönüşüyor. İktidar eklemlendiği devlet ile yeni bir ülke kuruyor. Adı aynı olsa kültürden sanata, akademiden sivil topluma her alanda kendi meşruiyetini güçlendirecek adımlar atıyor. Son günlerde sıkça gündem gelen “şeriat” tartışmaları gidilecek çok yol olsa da tesadüfü değil.

Muhalefet bunun farkında olsa da ne yazık ki, özelikle ideolojik bir temelde itiraz ve siyaset geliştirmediği için devletçiliğin sunduğu imkanlarla kendi “küçük iktidarlar”ını korumaya çalışıyorlar.

Bu yüzde 1’lik parti için de aynı yüzde 25’lik parti için de.

Elbette iktidarın kullandığı araçlar sadece bunlar değil. Merkezinde devlet/çiliğin olduğu pek çok araç da bu amaç için kullanılmaktadır.

Ülkenin yaşadığı toplumsal dönüşüm, Erdoğan ve partisinin başlattığı ama 2015 sonrasında MHP aracılığıyla devletin de parçası olduğu “büyük” bir projedir.

Yani iktidar devlet desteğini alarak “Yeni bir Türkiye” inşa ediyor ve Erdoğan da bu Türkiye’nin bir anlamda “ikinci kurucu baba”sı oluyor. Ve bu yeni bir hedef değildir. Nitekim 2014 yılında yazdığım yazının başlığı “Erdoğan’ın ikinci ‘kurucu baba’lık hayali” idi

Bu yeni süreç de, siyasal tercih ve pratikleriyle büyük ölçüde Cumhuriyetin kuruluş dönemini referans alıyor.

Bu toplumsal mühendisliğin temeli, sınırlarının iktidar bloku tarafından çizildiği yeni bir “kamusal alan” ve bu kamusal alanda meşru kabul edilecekleri tanımlayan bir “makbul vatandaş”lık tanımıdır.

Bu vatandaşlığın temeli, Cumhuriyet döneminin referansı olan aydınlanmış “Laik/Türk” birey değil, iktidar blokunun kimlik tercihi olan “Sünni/Türk” bireydir. Burada Sünnilik özel alandaki dinsel bir kimlikten çok, kamusal alanda görünür olan kültürel kimliğin ana taşıyıcısına dönüşmektedir.

Bu kültürel kimlik ve vatandaş tanımı da bu tanımı kabullenen vatandaşların dahil olabildikleri yeni kamusal alan; büyük ölçüde Erdoğan tarafından kullanılan “Yerli ve Milli” olana denk düşmektedir.

Bu açıdan karşımıza makbul vatandaşların  “her şey olabildiği”, ötekileştirilenlerin ise “hiçbir şey olamadığı” yeni bir Türkiye çıkıyor. Milli ve yerli türü kavramsallaştırmalar bu açıdan işlevsel ve önemli.

YERLİ VE MİLLİ KAMUSAL ALAN

Sınırları iktidar tarafından çizilen yeni kamusal alan aynı zamanda siyasetin de alanı olmaktadır.

Böylece iktidar bloku kimlerin, hangi sınırlar içinde siyaset yapacağını da belirlemiş olmaktadır. Erdoğan’ın sık sık vurguladığı “Yerli ve Milli muhalefet” söylemin temeli büyük ölçüde bu. Çünkü “Yerli ve Milli” sadece kendilerini tanımladıkları siyaset değil aynı zamanda tüm kamusal alan.

Bu kamusal alanda var olabilecek sanatçısından gazetecisine, edebiyatçısından akademisyenine, STK temsilcisinden sanayicisine hepsinin temel referansı yerli ve milli olmaktan geçmektedir.

Kendini bu kimliğin dışında tanımlayan herkes bu yeni düzen için bir anlamda öteki, meşru olmayan ve gayri millidir. Buna muhalefet de dahildir.

Bu toplumsal projenin makul vatandaşları, büyük ölçüde “yerli ve milli” söylemini “üst kimlik” olarak kabul edenlerden oluşuyor.

Böylece karşımıza makbul vatandaşların her şey olabildiği”, ötekileştirilenlerin ise hiçbir şey olamadığı” yeni bir Türkiye çıkıyor. Milli ve yerli türü kavramsallaştırmalar bu açıdan işlevsel ve önemli.

DÖNÜŞÜMÜN İDEOLOJİK ARAÇLARI

AKP’nin siyaseten kendi kültürel ve siyasal kimliğini inşası ve partiyi buna göre dönüştürmesi; parti ile sınırlı kalmadı. AKP hükümeti, elde ettiği siyasal meşruiyet ile devlet aygıtlarını da kullanarak kamusal alanı kendi kültürel kimliğine göre dönüştürme yoluna girdi. 2010 sonrasında yaşanan bu.

2015 sonrası bu dönüşüme bir anlamda devlet de ortak oldu ve milliyetçilik+muhafazakârlık eklemlenmesi karşımıza yeni bir ümmetçilik olarak çıktı.

Toplumsal mühendislik projesi olan bu dönüşüm, toplumsal çoğulculuğu veri alan, toplumsal farklılıkların kamusal alanda birlikte yaşamasını başlangıç noktası olarak kabul eden bir nitelikte değil aksine kendi kültürel ve siyasal kimliğini “biricik ve doğru” varsayıp, tüm toplumu buna göre şekillendirmeyi amaçlıyor.

Bu hedef için kullanılan üç ideolojik aygıt var; medya, eğitim ve diyanet.

Siyasi iktidar için medya, yasama, yürütme, yargının yanında demokrasinin ve demokratik düzenin bir parçası olarak 4. Kuvvet olarak değil tersine ülkeyi yönetmeyi kolaylaştıracak bir araç olarak görülmekte ve kullanılmaktadır.

MEDYA: İKTIDARIN GERÇEKLERİ PERDELEME AYGITI

Siyasi iktidar blokunun bu süreçte en önemli ideolojik aracı medya.

Medya tartışmasına girmeden hemen şunu ifade edelim; Türkiye’de medya, tarihsel açıdan baktığımızda -az satan, az izlenen ideolojik yayınları saymazsak- evrensel ölçülerde asla bağımsız olmadı.

Medyanın özgür olmadığı kabulü ile başlamak şu açıdan önemli, bu alandaki sorun sadece bu iktidar dönemine ait değil. Bu iktidarın geçmişten farklı olarak var olan göreli özgürlüğün alanın çok daralması ve iktidarın bunu neredeyse ekonomik şiddet, hukuku caydırma ve cezalandırma aracı kullanarak gerçekleştirmesi.

Medya şu anda devlet aygıtları ve araçları dışında Cumhur İttifakı tabanını konsolide eden en büyük güç.

İktidar, 2007 yılından itibaren başta görsel medya olmak üzere, tüm yayın organları üzerinde giderek artan bir denetim sağladı. Satın almalarla başlayan bu süreç sonunda; devlet imkanlarıyla el koymaya ve nihayetinde yine devlet imkanları kullanılarak, satmak zorunda bırakılmaya kadar varan yöntemlerle, medya üzerinde yüzde 95’ten fazla bir kontrol ve denetime sahip oldu.

Şu anda iktidar denetimindeki medya, bir bütün olarak kapalı devre yayın sistemi gibi çalışarak iktidarın ideolojik aygıtı haline dönüştü. Toplumsal dönüştürücü gücü de buradan geliyor.

Bu yapı içinde görsel medya özel bir yer tutuyor. Çünkü görsel medya, siyasi iktidar tarafından bir propaganda makinası olarak kullanıyor.

Haber kanalları iktidarın hayali gerçekleri”ni topluma anlatırken; eğlence kanalları ise toplumu gerçek sorunlardan uzaklaştırarak başka hayali bir gerçekliğin” içine hapsetmeye çalışıyor. Gündüz kuşağındaki programları ve akşam yayınlanan dizilerle de bu olmaktadır. Yine “tarih” dizi altında, tarihsel şahısları mükemmelleştirerek insanüstü bir tarihsel kahramana dönüştürüyorlar. Hepimizin vergileri ile TRT için çekilen bir dizi, takip eden gün ve haftalarda özel kanallarda yayınlanıyor. Ve bu dizilerin de tek amacı gerçekle bağı olmayan geçmiş icadı”.

Yine siyasi iktidara ideolojik yakınlıktan ziyade, ontolojik bağlılık kuran ve sayısı 20-25’i bulan ‘gazeteci, yazar, akademisyen ve kanaat önderi’ belli bir sistematik içinde, iktidarın denetiminde bulunan haber kanallarındaki programlara konuk olup, dönüşümlü olarak aynı fikirleri anlatıyorlar.

Haber ve eğlence kanallarından program ve dizilerin anlattıklarının özeti ise; Türkiye’de her şey yolunda”, dünya bizi kıskanıyor” üzerinden gerçek olmayan  bir geçmiş îcâd edilerek onunla övünülüyor.

Bu açıdan, siyasi iktidar için medya, yasama, yürütme, yargının yanında demokrasinin ve demokratik düzenin bir parçası olarak 4. Kuvvet olarak değil tersine ülkeyi yönetmeyi kolaylaştıracak bir araç olarak görülmekte ve kullanılmaktadır.

Bu açıdan iktidar bağımsız medya ve gazetecileri değil devlete” bağlı bir ‘medya’ ve ‘devlet memuru gazeteciler’ istiyor.

İktidarın devlet imkânlarıyla kurduğu kapalı devre yayın sistemi, topluma gerçekleri değil hayalleri ulaştırıyorlar. Ve bunda da başarılı oldukları gerçek. Seçim sonuçları bize bunu söylüyor

RTÜK’ÜN CEZA KILICI

Bunun dışında kalan alternatif haber kanalları üzerinde RTÜK’ün “ceza” kılıcı sürekli sallanıyor. Ağır para cezası ya da erkan karartma tehdidi ile onları denetim altına almaya çalışıyor. Çünkü bu kanallar, iktidarın devlet imkanlarıyla kurduğu kapalı devre yayın sisteminin topluma anlattıklarının gerçekler değil de hayaller olduğunu giderek daha geniş kesimlere ulaştırıyorlar.

Bu yüzden iktidar RTÜK üzerinden bu alternatif seslerin topluma ulaşmasına engel olmaya çalışıyor.

PeKi bütün bunlar, var olan gerçeklerin toplumdan gizlenmesine yarayacak mı?

Hayır!

Çünkü gerçekler gizlense de, toplum tarafından hissediliyor.

Hissediliyor ama iktidara gelemiyor. İşte burada devreye medya giriyor. CHP eski lideri Kılıçdaroğlu’nun “Anadolu’da TRT’ye yenildik” mealindeki açıklaması medyanın toplumsal etki gücünü ifade etmesi açısından önemli. Ama belirtmek gerekir ki, iktidar bloku seçmenlerini konsolide eden sadece TRT’de değil yüzde 95’i kontrol edilen medyadır.

İktidarın devlet imkânlarıyla kurduğu kapalı devre yayın sistemi, topluma gerçekleri değil hayalleri ulaştırıyorlar. Ve bunda da başarılı olduklerı gerçek. Seçim sonuçları bize bunu söylüyor

Zamlar toplumu yoksullaştırırken onları daha çok devlete/iktidara mahkum ediyor. Uygulanan eğitim sistemi de gençleri ailelerin yoksulluklarına ve mesleksizliklerine mahkum ediyor. İktidar eğitimi, ideolojik aygıt olarak toplumsal mühendisliğin aracı olarak kullanılıyor

EĞİTİM: MESLEKSİZLİĞİN VE YOKSULLUĞUN İLK DURAĞI

Bu dönüşüm sürecinin ikinci ayağı kuşkusuz eğitim. Eğitim sistemi, 2010 sonrasında bu makbul vatandaşı yetiştirmeye soyunmuş durumda.

Bu sadece ilk ve ortaokullarda müfredat değişimi, müdürlerin, okul yöneticilerinin belli bir sendikadan atanması ile olmuyor; benzer bir süreç üniversitelerde de işliyor. Ki devlet üniversitesi olarak Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan rektör ataması, görevine son verilen hocalara vs. bakıldığında bu amaç açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

28 Mayıs seçimleri sonrasında açıklanan yeni kabine için söylenen pek çok olumlu şeye rağmen benim ilk baktığım bakanlık Milli Eğitim Bakanı oldu. Ve bakan olarak atanan isim iktidarın hedeflediği toplumsal dönüşümün ideolojik sürekliliğinin en önemli temsilcisi idi.

Aynı Yusuf Tekin, 2011 seçimlerinde AKP seçim beyannamesinde olmadığı halde 2012 yılında apar topar 4+4+4 sistemin hayata geçirilmesinden sonra bakanlıkta müsteşarlığa atandı ve bu sistemin ideolojik taşıyıcılarından biri oldu. Ki o günlerde verdiği söyleşilerde karma eğitime, eğitimde laik değerlere mesafesini açıkça ortaya koyan bir isimdi.

Nitekim son dönemde eğitim alanında yaşanan tartışmalara, bakanlığın protokol imzaladığı kurumlara ve o kurumların eğitim alanındaki pratiklerine bakıldığında bu net biçimde görülüyor.

2007 yılından itibaren bir anlamda “yap-boz”a dönüşen sistem arayışı, esas olarak, demografik verilere, toplumsal gelişmeye, taleplere, ekonomik ihtiyaçlara göre değil iktidarın hedeflediği toplumsal tahayyüle “en uygun” modeli bulmaya dayandı

YAP-BOZ SİSTEMİ

2007 yılından itibaren bir anlamda “yap-boz”a dönüşen sistem arayışı, esas olarak, demografik verilere, toplumsal gelişmeye, taleplere, ekonomik ihtiyaçlara göre değil iktidarın hedeflediği toplumsal tahayyüle “en uygun” modeli bulmaya ve sistemi de buna uygun hale getirmeyi hedefledi. 4+4+4 sistemi bu hedefin tepe noktası oldu.

Yine toplumsal taleplerden ziyade iktidar tercihine dayanan genel liselerin kapatılarak eğitimin imam hatipleştirilmesi, seçmeli ders üzerinden eğitimin bilimsellikten uzaklaştırılarak içeriğinin daha çok İslamileştirilmesi bu hedefin araçlarından bazıları.

Yapılan bu değişiklik ile İmam Hatip Okulları’nın de facto olarak zorunlu hale gelmiş oldu.

Bu tercih, eğitime ilişkin niteliksel tartışma ve taleplere gözlerini kapatan, toplumda var olan çoğulculuğu korumak ve geliştirmek yerine herkesi homojenize etme, kendine benzetme kaygısına dayanmaktadır. Okullara yapılan yönetici atamaları da, tercih edilen ders içerikleri de buna uyumludur.

Bütün bu dönüşümü kendilerince “hegemonya kurma” olarak tanımlasalar da; sonuç “vasatın hegemonyası”na doğru ilerliyor.

Bugün uygulanan eğitim sistemi ile gençlere dünya ile rekabet etme yeterliliği değil ebeveynlerin sahip olduklarına sahip olmayı birer başarı sayan bir gelecek verilmektedir.

AİLE BOYU YOKSULLUK VE MESLEKSİZLİK

Oysa Türkiye olarak bir zamanlar genç nüfusumuzla övünüyorduk. Bugün ise bu gençleri, siyasi tercihler ve bu tercihlere uygun biçimde dizayn edilen eğitim sistemi nedeniyle dünyadaki yaşıtları ile rekabet ettirme yerine, ebeveynlerinin geleceğine mahkum ediyoruz.

Sonuçta, dil eğitiminin yeterli olmadığı, düşünmeyi, eleştirel bakmayı merkeze alan felsefe, mantık gibi derslerin kaldırıldığı, fizik, biyoloji gibi fen bilimlerinin temeli olan derslerin sadece içerikleri  -bilimselliği- nedeniyle azaltılması ya da önemsizleştirilmesi ve bütün bunların yerine İslami tonu öne çıkaran derslerin yer aldığı eğitim sisteminden dünya ile rekabet edebilecek gençlerin çıkması mümkün değildir.

Bugün uygulanan eğitim sistemi ile gençlere dünya ile rekabet etme yeterliliği değil ebeveynlerin sahip olduklarına sahip olmayı birer başarı sayan bir gelecek verilmektedir.

Bu eğitim sisteminden mezun olanlar, ebeveynleri gibi kalıcı yoksulluğun, mesleksizliğin parçası olmaya adaydır.

Bunu gerek üniversiteye giriş sınavlarındaki sonuçlar gerekse PISA gibi uluslararası sınav sonuçlarında ortaya çıkan tablodan görüyoruz.

Özetle karşımızdaki eğitim sistemi, sınıf atlama, sosyal mobilizasyon gibi kişisel başarı hikayeleri ve hayalleri ile yükselmeyi hedefleyen gençler yaratmıyor. Sistem gençlere, kapalı devre medya aracılığıyla; ülkenin dış dünyaya karşı verdiği mücadeleden başarılı çıkarsa kendi paylarına düşen ganimetle zenginleşecekleri hayalini kurdurmaktadır.

Her geçen gün daha da yoksullaşan ve yoksulluğu normalleştiren ailelerin çocukları da verilen eğitim sistemi ile karşı karşıya olunan durumu normalleştirerek, ailelerinin sahip olduklarını korumayı başarı gördükleri ölçüde itiraz etmemeye, itaat eden, verilenle yetinmeyi öğrenerek büyüyorlar.

İzledikleri dizilerle, haberlerle olmayan geçmişi ihya edip zengin olmayı umuyorlar sonuçta. Dün medyaya yansıdı bilmem fark ettiniz mi. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin; “Okullarda müfredat yakın zamanda değişiyor. Ana paradigmasından tutun, bize ait ve bizim değerlerimizle inşa edilmiş, bizim referans değerlerimizin ışığında oluşturulmuş bir eğitim sisteminin inşası için gerekli çalışmalarımızı tamamladık, yakın zamanda kamuoyuyla paylaşacağız inşallah.” açıklamasında bulundu.

Bunun da yazının başına dönersek anlamı açık.

Son olarak dönüşümde önemli bir araç olan Diyanet’e bakalım.

Camilerin birer siyasi propaganda merkezine dönüşmesine sessiz kalan Diyanet, aynı şekilde istihdam ettiği personelin bir kısmını da toplumun kılcal damarlarına sızarak sivil kimlikleri ile iktidar propagandası yapmasına izin vermektedir.

DİYANET: TOPLUMUN KILCAL DAMARINDAKI PROPAGANDA MAKİNESİ

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), özellikle 2010 sonrasında gerek kurumsal olarak gerekse başkanının kamusal alanda başta görünürlüğü (resmi kıyafetiyle açılış törenlerinde boy göstermesi) olmak üzere etki alanı (Diyanet TV, Diyanet Radyo, Diyanet Yayınevi vs.) giderek artmıştır. Buna paralel olarak bütçesi, artan bütçeye paralel olarak da personel sayısı yükselmiştir.

DİB her yıl artan bütçesi ile pek çok bakanlığı ve resmi kurumu geride bırakmaktadır.

Kurumun 2023 yılı bütçesi 35 milyar 910 milyon 653 bin TL idi. Aynı bütçe 2022 yılında 16 milyar 98 milyon 508 bin TL idi. Yani Diyanetin bütçesi 2022’den 2023’e bir yılda yüzde 123 artmıştır.

Son olarak Meclis’e sunulan ek bütçede DİB da var ve onun için ayrılan ise 276 milyon 218 bin TL. Özetle Diyanet’in 2023 yılı toplam bütçesi, 36 milyar 186 milyon TL olmuştur.

İlginç olan ise bu bütçenin 33 milyar 812 milyon 121 TL’sinin personel gideri olmasıdır.

Her yıl bu kadar personel gerektirecek yeni cami açılmadığı, yeni hizmet kalemleri eklenmediği alınan personel ne iş yapmaktadır?

Ve asıl soru neden?

Neden hem DİB hem de başkanlarının kamusal görünürlüğü hem de bütçesi sürekli artmaktadır?

DİBin kuruluş anlayışı esas olarak; devletin tercih ettiği bir dini yorumun biricikleştirilerek topluma empoze edilmesi ve din aracılığıyla toplumun kontrol edilmesidir.

DİB AYNI, KİMLİK FARKLI

Kuşkusuz bunda DİB’in, siyasi iktidarın hedeflediği ve adım adım uyguladığı toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürmeyi hedefleyen toplumsal mühendislik projesinin en önemli ideolojik aracı olmasının önemli rolü vardır.

Ancak burada medya konusunda açtığımız parantez gibi ek bir parantez açarak diyanet tartışmanın, sadece 2010-2011 sonrası iktidarın izlediği siyaset anlayışıyla bağlantılı olmadığını; sorunun bizatihi DİB’in kuruluş anlayışıyla bağlantılı olduğunu unutmamakta fayda var.

Nasıl mı?

Açalım.

DİBin kuruluş anlayışı esas olarak; devletin tercih ettiği bir dini yorumun biricikleştirilerek topluma empoze edilmesi ve din aracılığıyla toplumun kontrol edilmesidir.

Bu haliyle DİB, Osmanlı’dan Türkiyeye geçişte ideolojik sürekliliğin ve toplumsal meşruiyet araçlarından biri olmuş ve bir anlamda Şeyhülislamlığın yerini almıştır.

Diyanet’in son yıllardaki ideolojik rolü bu açıdan geçmiş uygulamalardan farklı değildir. İdeolojik sürekliliğin devam ettiği bu iki dönem arasındaki tek fark uygulayanların kültürel kimliği yani dini yorum farkıdır. Siyasi ve ideolojik işlev arasında bir fark yoktur.

Özetle DİB bağlamında tartışma ve sorun, sadece AKP dönemi ve 2010-2011 sonrasına özgü değildir.

Ancak bu dönemi özgün kılan, DİB’in kurumsal olarak iktidarın kültürel kimliğinin yani Sünni yorumunun iştahlı bir taşıyıcıya dönüşmesidir. İktidar, “doğru din yorumunu”, kendilerine yakın fetva makamlarından alırken, bu fetvalar DİB üzerinden sistematik hale getirip organize biçimde topluma empoze etmektedir.

Öyle görünüyor ki, son yıllarda Camilerin birer siyasi propaganda merkezine dönüşmesine sessiz kalan diyanet aynı şekilde istihdam ettiği personelin bir kısmını da toplumun kılcal damarlarına sızarak sivil kimlikleri ile iktidar propagandası yapmasına izin vermektedir.

DİB PERSONELİ NE İŞ YAPIYOR?

Peki bunu nasıl yapıyor?

Artan bütçesi ve artan personel sayısı ile.

Yukarıda değindik Diyanet’in 2023 yılı yeni bütçesi olan 36 milyar 186 milyon TL. Ve bunun 33 milyar 812 milyon 121 TL’si personel gideridir.

Ülkedeki cami sayısında yıldan yıla bu kadar büyük artış olmadığına göre Diyanet’in her yıl artan personelini esas işlevi nedir?

Ülkedeki cami sayısını, camilerdeki örgütlenmeleri, Diyanet TV’yi,  Diyanet Radyo’yu, Diyanet Yayınevi’ni düşündüğümüzde açıktır ki, ihtiyacının çok fazlasında personeli olduğu bir gerçektir.

Öyle görünüyor ki, son yıllarda Camilerin birer siyasi propaganda merkezine dönüşmesine sessiz kalan diyanet aynı şekilde istihdam ettiği personelin bir kısmını da toplumun kılcal damarlarına sızarak sivil kimlikleri ile iktidar propagandası yapmasına izin vermektedir.

Eğitim ve medyanın Erdoğan ve sürdürdüğü mühendislikteki etkisini bizler gündelik yaşamda hissederken, diyanetin bu işlevi büyük ölçüde farkında olmadığımız düzlemde, toplumun kılcal damarlarında işlev görüyor.

Eğitim gibi medya gibi Diyanet de Erdoğan/devlet iktidar blokunun toplumsal mühendislik projesinin en güçlü aygıtı olarak toplumun kılcal damarlarında İslam ve din üst söylemi altında iktidar propagandası yaparak işlevini sürdürmektedir.

İSLAM’IN DEVLETLEŞTİRİLMESİ 

Özetle Erdoğan/devlet iktidar bloku, dinin “doğru yorumunun” devlet tekeline alınmakla kalmayıp, bunu özel alanda topluma empoze etmektedir. Bu aynı zamanda İslam’ın devletleştirilmesidir.

Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’da temsilini bulan, resmî olarak DİB, gayriresmî olarak bir ilahiyat hocasının yorumlarında vücut bulan “Sünni dini yorum” devlet için tek dini yorum kabul edilerek, makbul vatandaşlığın nosyonuna dönüştürülüyor.

Bu devletin ve toplumun sadece siyasal değil kültürel kimlik olarak da muhafazakârlaşmasıdır ki, Erdoğan/devlet iktidarının toplum mühendisliğinin esas hedefi de budur.

Bu açıdan DİB’in, başında kim olursa olsun dini değil siyaseti temsil etmektedir. DİB bu haliyle siyasi iktidarın organik yapılarından ve en güçlü ideolojik aygıtlarından birisidir.

Ve eğitim gibi medya gibi diyanet de Erdoğan/devlet iktidar blokunun toplumsal mühendislik projesinin en güçlü aygıtı olarak toplumun kılcal damarlarında İslam ve din üst söylemi altında iktidar propagandası yaparak işlevini sürdürmektedir.

31 Mart yerel seçimleri muhalefetin Türkiye gerçekleri nasıl baktığı konusunda hayli ipucu veriyor. Ne yazık ki görülen gerçek, muhalefetin büyük iktidar hedefi yerine sahip olunan küçük iktidar alanlarının siyasi özneleri değişse de kontrol etme çabasının varlığıdır.

MUHALEFET OLANIN FARKINDA MI?

İktidar blokunun yerli ve milli muhalefet hedefinin merkezinde iktidarın değişmesine olan toplumsal inancı kırmak ve toplumun siyasetten uzaklaştırmak vardır.

Bunun sonucu toplumsal muhalefet siyasete küstükçe kamusal alanda siyasete ilgisi azalacak ve bu çabalar özel alanda etkisiz uğraşa dönüşecektir.

İktidar bloku siyaseti daha doğrusu Türkiye’yi yukarıdan aşağıya bir bütün olarak dizayn ederken büyük fotoğrafta değişen sadece kamusal alandaki Cumhuriyet değerlerinin görünürlüğünün azaltılarak İslami öğelerin öne çıkmasıdır. Ama her durumda arka planda devletin ideolojik sürekliliği devam etmektedir. Devlet bir kez daha kendi meşruiyetinde siyasetin alanını çizerek gücünü konsolide etmektedir.

Bir sonraki hedef kuşkusuz ana muhalefet başta olmak üzere muhalefeti etkisizleştirmek olacaktır. Bunu 31 Mart 2024 yerel seçimlerini kazanarak yapmak istiyor.

Ve sonraki aşamada muhalefeti de kendi içinden yani Cumhur İttifakı içinden, ya da devlet merkezli siyaset yapan partilerden çıkarmak istiyor.

Erdoğan ve devlet iktidar blokunun hedefini bozmanın yolu kuşkusuz siyasetten geçiyor.

Ama bu siyaset Meclis’te kaldığı sürece bir anlamda “salon siyaseti” olacaktır.

31 Mart yerel seçimleri muhalefetin Türkiye gerçekleri nasıl baktığı konusunda hayli ipucu veriyor. Ne yazık ki görülen gerçek, muhalefetin büyük iktidar hedefi yerine sahip olunan küçük iktidar alanlarının siyasi özneleri değişse de kontrol etme çabasının varlığıdır.

Oysa gelinen aşamada siyaseti salonda çıkarıp toplumsal düzeyde, sivil toplumla, STK’larla ve sosyal hareketlerle buluşturmak da herkesin ortak sorumluluğudur, sadece muhalif siyasilerin değil.

Murat Aksoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir