Hep sevilmek istiyoruz

Hep sevilmek istiyoruz

Yazarımız Murat Menteş’in “Tanpınar’a Huzur Yok” romanını tefrika etmeye başlaması, benim de daha önce yayınladığım bir kitapta Politika Okulu’na verilen dersleri, burada yayınlama fikrini verdi. Neden mi? Çünkü o dersler ve anlatılanların her biri büyük ölçüde gerçek olduğu için…

Bu hafta programa medyayı konuşmak üzere Türkiye’nin önemli gazetelerinden birinin köşe yazarı katıldı. Yazar sözlerine, Türkiye’de medyanın hiçbir zaman evrensel standartlarda özgür olmadığını” söyleyerek başladı. Bunun nedenininse gazetelerin sahiplerinin gazetecilik dışındaki işleri” olduğunu ifade etti. Ardından şu soruyu sordu: Bir iş insanı, sürekli zarar eden gazete ya da televizyonunu neden kapatmaz?” Bu sorunun cevabının Türkiye’deki medya sistemini yeterince açıkladığını belirtti ve ekledi: “Gazete ve televizyonlar zarar ettiği halde kapatılmıyor. Çünkü, patron medya aracılığıyla gazetecilik dışı işlerini yürütüyor. Devletle işi varsa, medyayı gerektiğinde bunun için bir tehdit aracı olarak kullanıyor. Medyada ettiği zararı bu işlerle karşılıyor.”

Gazetelerin değil; ama köşe yazarlarının göreli olarak daha özgür olduğunu” söyleyerek sözü köşe yazarlarına getirdi. Kendi hikayesini anlattı: “Uzun yıllar Amerikada yaşadım. Orada yüksek lisans ve doktora yaptım. Türkiye’ye 1990ların başında döndüm. Döndükten sonra yaklaşık 15 yıl akademisyenlik yaptım. Gazetecilikle tanışmam ise bu dönemde haftalık bir haber dergisinde kültür sayfasına verdiğim bir söyleşiden sonra oldu. Derginin yöneticisi bana kültür konusunda yazmamı teklif etti. Ben de arada akademik alanım olan toplumsal değişim, siyaset konularında da yazma şartıyla kabul ettim.

Dergiye yaklaşık bir yıl boyunca yazdım. Yazılarım ilgi gördü mü, bilmiyorum ama derginin yayınlandığı medya grubunun yeni çıkaracağı bir gazetede haftada iki gün köşe yazma teklifi aldım. Ve orada kendi alanım olan toplum ve siyaset üzerine köşe yazmaya başladım.

Bu arada akademide derslere devam ediyordum. Aradan geçen birkaç yıl içinde şunu fark ettim: Dergi ya da günlük gazetede köşe yazmak, akademide ders vermekten daha etkiliydi. Akademide gençlere ders anlatıyordum ve bunu seviyordum. Ama bir gazeteye, haftada üç gün yazmak; sayısını bilmediğim kadar kişiye ulaşmak, onlarla konuşmak demekti. Okurlardan gelen mektuplar, fakslar, telefonlar ve son dönemde kullanılmaya başlayan e-mailler, onlarla konuşmak demekti ve ben bu duygunun beni daha çok tatmin ettiğini hissettim.

Peki hiç mi özgür basın yok?” diye sordu bir başkası; “Elbette var. Benim basın özgür değil derken kastettiğim; ana akım olarak bilinen, merkezde ve daha görünür olan medya grupları. Onlar özgür ve bağımsız olmadı. Tabii ki bunun istisnaları var; özellikle de daha az satan, daha ideolojik gazeteler.”

Bu tatmin duygusu, beni akademiden koparıp gazeteciliğe doğru itti. Okul yerine düzenli olarak gazeteye gitmeye başladım. Ve zaman içinde gazetecilik daha doğrusu yazarlık, akademide ders vermenin önüne geçti. Türkiye gibi geçiş döneminde olan ülkelerde, farklı ve genç seslere daha çok kulak verildiğini anladım. Sonuçta, ben de o gençlerden biriydim. Bu sürece, o dönem televizyonlarda geç saatlere kadar süren siyasi içerikli tartışma programları eşlik etti.

Toplumsal değişim ve siyasete dair yazdıkça, siyasetçilerle daha yakın olmaya başladım. Zaman içinde onların çeşitli toplantılarını ve gezilerini takip etmeye başladım. Bu süreç beni köşe yazarından hızla gazeteciliğe çekti. Ayrıca, keyif alıyordum yaptığım her şeyden.”

O sırada birisi söz istedi ve: “Sizi akademiden gazeteciliğe çeken şey ne oldu?” dedi.

Benim de en çok düşündüğüm sorulardan birisi bu. Beni en çok cezbeden ne olmuştu gazetecilikte? Görmediğim daha geniş bir gruba seslenmek mi? Siyaseten etkili insanlar tarafından muhatap alınmak mı? Çok insanla etkileşim içinde olmak mı? Yoksa kendini önemli ve değerli hissetmek mi? Bunun gibi pek çok soruyu kendime sordum.

 ‘Cevap ne?’ derseniz; sanırım kendimi değerli ve önemli hissetmem. Bunun nedeni de siyaseten önemli insanların yazdıklarımı ve beni dikkate almaları. Bir anlamda onları etkiliyor olmak, önemli geldi galiba bana. Akademide bunu gerçekleştirme şansınız çok az. Her dönem en fazla otuz kırk öğrenciyi anlattıklarınızla etkileyebilme şansınız var ki onların çoğu da etkilenmekten çok dersi geçmek için çalışıyorlar. Ama yazmak ve gazetecilik öyle değildi. Kendimi yazarken yarı-tanrı yerine koymanın inanılmaz tatmin edici bir duygusu vardı.”

Bu tablodan kurtuluş elbette mümkün. Bunun yolu da alternatif haber kaynaklarının çoğalması, kişisel blogların artmasından geçecek. Böylece, toplumsal olaylara duyarlı ve ilgili herkes bir parça gazeteci olacak. Tabii en büyük katkıyı sizler, yani vatandaş yapacak. Eğer gerçeği öğrenmek, bilgi almak istiyorsanız, bunun maliyetine katlanmak durumundasınız.”

Bir diğeri “Başka? diye sordu.

Yazar düşündü ve Sanırım buna bir de insanların ilgisini eklemek gerek.” dedi gülerek. O gülümseme dalgası sınıfta da esti. “Nasıl yazıyorsunuz?” diye bir soru geldi arka sıralardan. “İyi bir yazar olmak, bilginiz kadar, analiz yeteneği ve gündemi takip etmekle doğrudan bağlantılı. Bunun yanında kendini sürekli geliştirmen ve fark yaratman gerekiyor. Sadece ilgi alanıyla değil; farklı alanlarla da ilgilenmek demek bu da. İnsan yazmaya başladıktan sonra tek değerli fikrin kendisinin olduğu vehmine kapılıp, başka şeyler okumayı, başka şeylerle ilgilenmeyi bırakabiliyor. Bu bir yazar için ölümcül bir hastalık.”

Peki hiç mi özgür basın yok?” diye sordu bir başkası; “Elbette var. Benim basın özgür değil derken kastettiğim; ana akım olarak bilinen, merkezde ve daha görünür olan medya grupları. Onlar özgür ve bağımsız olmadı. Tabii ki bunun istisnaları var; özellikle de daha az satan, daha ideolojik gazeteler.”

Dersi şu cümlelerle bitirdi konuğumuz: Bu tablodan kurtuluş elbette mümkün. Bunun yolu da alternatif haber kaynaklarının çoğalması, kişisel blogların artmasından geçecek. Böylece, toplumsal olaylara duyarlı ve ilgili herkes bir parça gazeteci olacak. Tabii en büyük katkıyı sizler, yani vatandaş yapacak. Eğer gerçeği öğrenmek, bilgi almak istiyorsanız, bunun maliyetine katlanmak durumundasınız.”

Tanpınar’a Huzur yok | 11. Bölüm | Bu dilberin aşkı size feyiz verecek

Murat Aksoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir