Siyaset değil sosyoloji konuşmalıyız…

Siyaset değil sosyoloji konuşmalıyız…

Daha önceleri, hayal ettiğimiz” Türkiyeye nasıl ulaşırız diye çabalayıp duruyorduk. Birçok insan gibi benim de hayatım hep bu sorunun etrafında şekillendi. Epeydir soru değişti… Artık neden hayal ettiğimiz” Türkiye’nin çok uzağına düştüğümüzü araştırıyoruz? Tabii ki bu sorunun ceva bı, Türkiye’nin sosyal yapısının teşrih masasına yatırılmasında gizli.

Türkiye’de siyasetin toplumla ilişkisi koptu.

Sabah akşam siyasi haberleri ve yorumları dinliyoruz ama yaşamlarımız her gün biraz daha kötüye gidiyor.

Zaten bu nedenle de tüm siyasi partiler birlikte kaybediyor.

Siyaset, “siyasi partiler-medya-anket şirketleri” arasında oynanan köhnemiş ve otistik bir yapıya dönüştü.

Siyasiler sorunları çözemedikleri gibi sürekli yeni sorunlar yaratıyorlar.

Hızlı bir biçimde çürüyoruz.

***

Sağlıklı demokratik ülkelerde siyasal iktidar yönetemeyince muhalefet yükselir ve iktidarın yerini alır.

Bizde bu söz konusu değil.

Bunun bence iki nedeni var:

Birincisi, muhalefet sürekli olarak iktidarın koştuğu kulvarda koşmakta ısrar ediyor. Bu nedenle de hep arkada kalıyor ve güven vermiyor.

İkinci neden ise çok daha ciddi: Toplum artık aklıyla, mantığıyla karar veremiyor… Futbol taraftarları gibi partilerine duygusal olarak bağlılar ve rakiplerinden nefret ediyorlar.

“İyi” yönetim ile “kötü” yönetim arasındaki fark seçmen kararlarını etkilemiyor.

İktidar özgürce, hiç çekinmeden hatalar yapmayı sürdürebiliyor.

***

Medya da parasını siyasetten kazandığı için, göbeğinden siyaset kurumuna bağlanmış ve para kaynağının meşrebine göre oynuyor.

Peki, toplumun siyasi kavgaların ve nefretlerin dışında yaşadığı gerçek ne?

İnsanların büyük bir bölümü asgari ücretle geçinmeye çalışıyor.

Toplumun büyük bir bölümünün ekonomik konumunun asgari ücretle irtibatlandığı sağlıklı bir ülke göremezsiniz.

Durmuş, oturmuş ülkelerde asgari ücretle geçinenler toplumun çok küçük bir bölümüdür.

***

Türkiye’de ise asgari ücretin üzerinde geliri olanlar, küçük bir kesim olmaya doğru hızla gitmekte…

DİSK-AR araştırması üzerinden durumu rakamlaştıralım:

  • AB ülkelerinde ortalama “toplu pazarlık kapsama oranı” yüzde 60’ların, OECD ülkelerinde yüzde 30’ların üzerinde iken ILO’ya göre bu oran Türkiye’de, genel olarak yüzde 7,5, özel sektörde ise yüzde 6’nın altındadır. Bu durum Türkiyede asgari ücret civarında çalışanların oranını artırırken AB ülkelerinde asgari ücretle çalışanların kapsamını düşürüyor.

Asgari ücret kapsamının düşürülmesinin yolu, örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılarak, toplu pazarlık kapsamının genişletilmesidir.

  • Asgari ücretteki artış oranının diğer emek gelirlerine yansımaması, düşük toplu iş sözleşmesi kapsama ve sendikalaşma oranları, asgari ücreti ortalama ücret haline getiriyor.

Türkiye hızla asgari ücretliler ülkesine dönüşüyor.

Asgari ücretin bu kadar yaygın ve değersiz hale gelmesinin bize anlattığı bir başka gerçek ise, Türkiyenin sosyal sermayesinin cılızlığıdır. Türkiye mesleksiz, eğitimsiz bir toplum…

***

  • Ücretler asgari ücret düzeyine geriliyor.

2005 yılında aylık ortalama ücret ve maaş geliri asgari ücretin 2,2 katı iken, 2020’de asgari ücretin 1,7 katına geriledi.

İşgücü maliyeti araştırmalarına göre ise asgari ücretin ortalama işgücü kazancına oranı 2012’de yüzde 44 iken 2020’de yüzde 73’e yükseldi.

  • 1974te kişi başına GSYHnin yüzde 80,6sı düzeyinde olan asgari ücret, 2022 yılında GSYHnin yüzde 43,7ye geriledi.

2016’da asgari ücretin kişi başına GSYH’ye oranı yüzde 59,7 iken, 2022’de yüzde 43,7’ye geriledi.

Asgari ücret, kişi başına gelire paralel olarak artsaydı brüt asgari ücretin 2022de ortalama 5 bin 738 TL değil, 10 bin TLnin üzerinde olması gerekirdi.

***

  • 2021 yılı itibarıyla asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında ücret alan işçilerin oranı yüzde 48,7
  • Özel sektör işçilerinin yüzde 21,7si asgari ücrete erişemiyor.

Özel sektörde asgari ücret ve altında ücretle çalışanların oranı yüzde 50,4 ve asgari ücret civarında çalışanların oranı yüzde 64,7’dir.

***

Asgari ücret dışında bir de kayıt dışı var…

Eşitsiz ücret almaya devam eden kadın emekçiler var…

Bu gerçekleri de katınca durum daha da vahimleşiyor:

  • Kayıt dışı çalışanlarda asgari ücret ve altında ücret alanların oranı yüzde 84,7’
  • Kayıt dışı çalışanların yüzde 23’ü 1.500 TLnin altında bir gelir elde etmektedir.
  • Kadınların çok büyük bir bölümü asgari ücret ve daha altında ücretlerle çalışmaktadır.

Asgari ücretin yüzde 10 fazlası ve altında ücret alanların oranı genelde yüzde 48,7 iken, kadınlarda yüzde 55,6’ya yükselmektedir.

Bir başka tespit de asgari ücretin düşüklüğü:

  • 2012’de Avrupa’da Türkiye’den düşük asgari ücrete sahip 12 ülke varken, 2022’de bu sayı 2’ye düştü. Türkiye’den daha düşük asgari ücrete sahip iki ülke Bulgaristan ve Arnavutluk’
  • 2008’de yıllık 371 ABD doları olan asgari ücret, 2016’da 430 dolara yükseldi.

Daha sonra ise, ekonomik ve siyasal istikrarsızlığa bağlı olarak asgari ücret dolar cinsinden gerilemeye başladı.

Asgari ücret, TLnin değer kaybının hızlanmasıyla 2022 yılı ortalaması olarak 298 ABD dolarına kadar geriledi.

***

Merkez Bankası’nın yıllık ortalama Cumhuriyet altını fiyatlarına göre 2003 yılında asgari ücretin yıllık tutarı ile 25 altın alınabilirken, 2022de yıllık net asgari ücretle sadece 9 Cumhuriyet altını alınabilmektedir.

Türkiye 10 yıl içinde en düşük asgari ücrete sahip, milli gelirdeki emeğin payının sürekli ve düzenli azaldığı bir ülkeye döndü.

Türkiye sanayileşmiş, güçlü bir sermayesi ve proletaryası olan bir ülke olmadı… Sabah akşam asgari ücret konuşmamızın bir nedeni de bu. Siyaset konuşup, ciddi bir sosyolojik yapı analizi peşine düşmediğimiz için de her gün olup bitene şaşkınlıkla bakıyoruz.

***

Asgari ücretin bu kadar yaygın ve değersiz hale gelmesinin bize anlattığı bir başka gerçek ise, Türkiye’nin sosyal sermayesinin cılızlığıdır.

Türkiye mesleksiz, eğitimsiz bir toplum…

Ayrıca eğitimin da kalitesinin çok yetersiz olduğu bir ülke…

Bu nedenle emek çok çabuk, hızlı ve kolayca niteliksiz hale getirilebiliyor…

Nitelikli, eğitimli ve meslek sahibi bir ülkede bu mümkün olamazdı. Toplum demokratik olarak sonuna kadar kendi emeğinin değerini savunurdu.

Sosyal sermaye cılızlığı buna imkân vermedi, vermiyor.

***

Türkiye sanayileşmiş, güçlü bir sermayesi ve proletaryası olan bir ülke olmadı…

Sabah akşam asgari ücret konuşmamızın bir nedeni de bu.

Siyaset konuşup, ciddi bir sosyolojik yapı analizi peşine düşmediğimiz için de her gün olup bitene şaşkınlıkla bakıyoruz.

Daha önceleri, hayal ettiğimiz” Türkiye’ye nasıl ulaşırız diye çabalayıp duruyorduk.

Birçok insan gibi benim de hayatım hep bu sorunun etrafında şekillendi.

Epeydir soru değişti…

Artık neden hayal ettiğimiz” Türkiye’nin çok uzağına düştüğümüzü araştırıyoruz?

Tabii ki bu sorunun cevabı, Türkiye’nin sosyal yapısının teşrih masasına yatırılmasında gizli.

***

25 yıl önce İspanyol tarımı ile Türk tarımı arasındaki farkları gözlemlemek için İspanya’ya gitmiştim.

Tespitleri daha geniş bir kamuoyuna ulaştırmak için Sabah Gazetesi’nde de yazmıştım.

27 Temmuz 1998 tarihindeki, “İspanyada ne kadar köylü var? başlıklı yazımda, sorduğumuz soruların cevabını açıklayan şifrenin bulunduğu cümle şöyleydi:

Toplam 20 milyon çalışan insanımızın yarısı tarımda. Bu 10 milyonun da çoğu genç kız olan, 6 milyonu ‘ücretsiz aile çalışanı. Yani gizli işsiz.

Üstelik bizde, tarımı çerçeveleyen bir tarım yasası yok. Kim işveren, kim işçi, çalışma şartları ne, bunlar yasa ile belirlenmiş değil. Sosyal güvence, emeklilik gibi kavramlar da tarım kesimine ulaşmış değil…”

10 milyon “ücretsiz aile çalışanı.”

6 milyonu genç kız.

Türkiyede 25 yaş üzerindeki nüfusun okula gitme yılı resmi rakamlara göre ortalama 9.2 yıl. Okullara gittiğimiz yıllar eşit olarak bütün topluma bölününce hiç kimsenin lise mezunu bile sayılmadığı görülüyor. sacası mesleksiz bir toplum.

***

Türkiye’yi sarsan ama bugün yaşadığımız sefilleşme kadar şiddetli olmayan 2001 Krizi de, beni köylülerin yanı sıra esnaf konusuna bakmaya itti.

Gene Sabah Gazetesi’nde 7 Nisan 2001 tarihinde, 11 milyon köylü, 5 milyon esnaf” başlıklı yazıda akademik sorgulamayı popülerleştirmeye çalışıyordum:

“Önceki gün, Türkiye’de ne kadar esnaf olduğu konusu aklıma takıldı. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün istihdam rakamlarına bir kez daha baktım.

Aile yanında ücretsiz çalışanların, kısacası tarımdaki işsizlerin, toplam ücretli ve maaşlı sayımıza eşit olduğunu görerek yeniden hayıflandım.

Bu da toplumsal iskeletimizin çarpıklığını çok net ortaya koyan ama kimsenin dönüp bakmadığı bir konu.

Mevsimlik ve arızi işçiler, işverenler, kendi hesabına çalışanlar ve ücretsiz aile işçileri sınıflaması, aradığım esnaf sayısını vermedi.

Devlet İstatistik Enstitüsü’nün Hane Halkı İşgücü Anketinde düzenli ve özel işyeri sayısı 7.5 milyon, sabit olmayan işyeri sayısı 1.5 milyondu. Onu da aklımın bir yerine not ettim ama esnaf sayısını bu da tam netleştiremedi.

Devlet İstatistik Enstitüsü’ne ve Devlet Planlama Teşkilatı’na çağa uygun bir ivme vermek istediği için olmadık haksızlıklara uğrayan Prof. Dr. Orhan Güveneni aradım. O, kendi zarafeti içinde, resmi rakamların arkasındaki Türkiyeyi tanımanın ne kadar zor olduğunu anlattı. Daha kesin bir rakam için de Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonunun kayıtlarına bakmamı önerdi.”

***

“Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu, esnaf sicil kalemine kayıtlı olanları 2 milyon 750 bin kişi olarak veriyor. Odalara kayıtlı esnaf sayısı ise bundan bir milyon fazla. İki rakam tutmuyor.

Özetle, Türkiyede esnaf sayısını bile henüz net bir şekilde öğrenmemiz mümkün değil.

Akademisyen bir dostum ise, akıl yürütme yöntemi ile çıkardığı bir tablo gönderdi. Toplam çalışanı 22 milyon kabul edince bunun on bir milyonu tarımda. On bir milyonu ise tarım dışında.

Tarım dışındaki on bir milyonun iki milyonu devlet memuruYarım milyonu KİT çalışanı. Gelir Vergisi beyannamesi veren “serbest meslek” erbabı ise bir milyon kadarİki buçuk milyon özel sektör çalışanı var.

Bunlar ücretliler.

Geriye de beş milyon esnaf kalıyor.

Esnaflık, küçük ticaretle geçinen ya da el zanaatları ile meşgul insanlarımızı kapsıyor.

Hayatta hiçbir becerisi olmadığı için işporta arabasında yaşam kavgası verenler de kayıtlarda yer almasa da esnaf sayılıyor.

Ayrıca, çalışanlarımızın yüzde sekseninin meslek sahibi olmadığı düşünülünce, esnaflığın ne kadar geniş ve dalgalı bir grubu kapsadığı görülüyor.

O nedenlerle de resmi rakamlarda ortaya çıkmıyor.”

Bunları yazalı 22 yıl olmuş.

***

2023 yılında durum nedir?

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu düzenli olarak yaptıkları anketlerde, Türkiyede aktif nüfusun yüzde 30 ila 40 arasındaki bir bölümünün, yaşamında” hiç çalışmadığının ortaya çıktığını söylüyor.

Bunların büyük çoğunluğu kadın.

Bu kesimin 2010 yılında yüzde 8’i kendini en üst düzey itibar” sahibi görüyormuş, 2023’de bu oran yüzde 30’a çıkmış.

Aklıma kaçınılmaz olarak doktor dövmekle övünen” kadın geldi.

Kim bu hiç çalışmamış” insanlar?

Benim 25 yıl öncesinde söz ettiğim çoğu genç kız olan aile yanında ücretsiz çalışan” kesim.

Sistemin eğitimsiz, donanımsız bıraktığı insanlarımız.

Epeydir kentlere geldiler.

Üretim ağları içinde değiller ama muhtemelen sosyal yardım listesindeler… Ayrıca siyasal ağlar içindeler.

Ve siyasal iktidarın tabanını oluşturuyorlar.

***

Türkiye’de 25 yaş üzerindeki nüfusun okula gitme yılı resmi rakamlara göre ortalama 9.2 yıl.

Okullara gittiğimiz yıllar eşit olarak bütün topluma bölününce hiç kimsenin lise mezunu bile sayılmadığı görülüyor.

Kısacası mesleksiz bir toplum.

Tabii eğitimin kalitesi de bu yakıcı tablonun bir başka yüzü…

Türkiye’de eğitim rejimin propagandasına” dönüşmüş… Amacından hep sapmış.

Dün de böyleydi, bugün de öyle… Ancak bugün bu uygulama iyice korkunç hale geldi.

 

Neden hayal ettiğimiz” Türkiye’nin çok uzağına düştük?

Nüfus arttı ve ağır zafiyetler baş edilemez toplumsal yaralara dönüştü.

Sosyal yapının analizi bunu göstermekte.

Belki bu aşamada, bundan sonrasını “prekarya” üzerinden incelemeliyiz. Şimdi artık, dünyada da kimliğini üretim gücüne dayandıran proletarya yok. Sosyal yapı değişti.

Proletaryanın yerini prekarya dediğimiz, koca bir güvencesiz çalışanlar ordusu aldı…

***

Bundan sonra ne olur?

Belki bu aşamada, bundan sonrasını “prekarya” üzerinden incelemeliyiz.

Şimdi artık, dünyada da kimliğini üretim gücüne dayandıran proletarya yok.

Sosyal yapı değişti.

Proletaryanın yerini prekarya dediğimiz, koca bir güvencesiz çalışanlar ordusu aldı…

Prekarya deyince aklıma Ruşen Çakır ile 21 Nisan 2020’de, pandemi başlangıcında yaptığımız uzun söyleşi geldi.

Çünkü o yarenlikte emek” açısından dünya gidişatını da konuşmuştuk.

Ruşen soruyor:

“Koronavirüs sürecinin gidişatına küresel olarak baktığında, ekonomik ve buna bağlı olarak siyasî açıdan, nasıl bir dünya görüyorsun?”

Ben de yanıtlıyorum:

“İktisadî olarak dünya, bu küreselleşmeyle birlikte muazzam bir atılım yaptı; olağanüstü nimetler oluştu. Fakat bu nimetlerin paylaşımında büyük bir adaletsizlik ortaya çıktı.

Yani inovatif, yeni bir şey yaratarak zenginleşmenin önünü açan yeni bir çağ, henüz toplumun ihtiyaçlarını tamamlayamayan büyük kalabalıklarla bir arada durunca, bundan yararlanan ve yararlanamayanlar arasında büyük bir dengesizlik çıkardı ortaya.

Öfkeli kalabalıklar, mevcutta kendine yer bulamayan, inovasyona, niteliğe, yaratıcılığa yönelik bir hamle yapmakta güçlükleri olan, zafiyetleri olan insanların, bu yeni çağ karşısında öfkeleri birikti. Ve bu öfkeler, faşizmi, otoriter yapıları doğurdu. Küreselleşmenin yol alması için, bir taraftan da bu teknolojik atılımın nimetlerinin eşit bölüşülmesi gerekiyor…”

***

Sonra devam etmişim:

Mesela, bu korona sürecinde, insanoğlunun, tuzu kuruların yok saydığı meslekler öne çıkıyor: Hastanelerde hastalara koşturanları, kuryeleri, ekmek dağıtanları, elektrik, su, doğalgaz sistemlerinin sürdürülmesi ve arızaların giderilmesi için çalışanları bu tuzu kurular yok sayıyorlardı.

Şimdi, bu koronayla birlikte, bu yapının iskeletinde çalışan ve saygı gösterilmeyen, yoksayılan, fakirliğe, fukaralığa mahkûm edilmiş insanların ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı.

Bütün kitlenin nitelik kazanacağı, yeni çağa uygun hale geleceği, eksiklerini giderebileceği bu sanayi-sonrası toplumun, teknolojik olarak ilerleyen ama toplumsal olarak buna uyum sağlayamayan yapının giderilmesine yönelik çareler ve tedbirler gelecek.

Bütün dünyada siyasetin amacı, bu dengesizliği gidermek olacak.”

***

“Yeryüzü, sanayi dönemini kapatmanın bütün güçlüklerini yaşıyor. Teknolojik olarak kapattı ama toplumsal yapı ve düzenleme olarak kapatamadı.

Bu da bir kriz demektir.

Türkiye’nin teknolojik olarak, ileri teknoloji niteliğindeki ihraç malları, toplam ihracatımızın yüzde 2’sidir.

Burada, siyaseti finanse eden grup, müteahhitlerdir.18 yıl, müteahhitler için bir Altın çağ’ oldu.

Ama inşaat işçileri, madenciler için de bir cehennem oldu. İşçi cinayetleriyle, müteahhitlerin yükselmesi arasındaki büyük çelişki ve dram, aslında, Neleri değiştirebiliriz, değiştirilmesi gereken temel sorunlarımız nedir konusunu gözlerden sakladı ve bunları değiştiremedi.”

***

Bu dönemin yeni sosyal sınıfı prekarya.

“İstikrarsızlık, belirsizlik, hayat üzerinde kontrol kuramama ve tabir-i caizse sürekli bir uçurumda olma hâli prekaryanın tanımını oluşturdu.

Prekaryanın kurduğu tüm toplumsal ilişkiler -ailesiyle, arkadaşlarıyla, iş yeriyle, siyasetle- güvencesizlik temelinde yükseldi…

Prekarya güvencesizlik ve belirsizlik içinde doğdu, onunla yoğruldu.”

Daha evvel de vurgulamıştım:

“Pandemi dönemi, topluma prekaryalaşmanın niteliğini moto-kuryeler üzerinden gösterdi.

Atomize hale gelen bu emekçi kesim olmasa toplumsal yapı neredeyse kendini idame ettiremeyecekti.

Yok sayılan ve sefalete mahkûm edilen yığınların yaşamı taşıdığı, toplumun bilincine yansıdı.

Ama yeni çağ sancıları birçok ülkede de güvencesiz çalışmanın terkisinde faşizmi de getirdi… Teknolojik merkeziyetsizlik, toplumsal yapıda güvencesizlik doğurunca, kurdun dumanlı havayı sevmesi gibi devlet, ulus, otorite, düzen, disiplin’ nidalarıyla faşizm yeniden sahneye girdi. Otoriter devlet anlayışı üzerine kurulu aşırı milliyetçi ideoloji iştahla dansa başladı…”

***

Dünyanın proletaryadan prekaryaya geçtiği bir dönemde emek” kavramı açısından yaşama nasıl yaklaşmalı?

Türkiye’de nasıl bir yaklaşım benimsenmeli?

Galiba günün toplumsal açıdan zor sorulardan birisi de bu…

Aslında toplumsal yapıyı anlamak için sorulması gereken soruların ip uçları ortada…

Ama sosyolojik gerçeklerden kopmuş, hazineye çökme peşindeki çürümüş siyaset ve onun uzantısı medya bunları konuşmuyor.

Konuşmayınca da çürümeden çıkış yollarını bulmak daha da zorlaşıyor…

Gene de biz sloganımızı yineleyelim:

Gerçekleri anlamak için siyaset değil, sosyoloji konuşmaya ihtiyaç var.

Mehmet Altan
Latest posts by Mehmet Altan (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir