Murat Kurum neyi ifşa ediyor? 

Murat Kurum neyi ifşa ediyor? 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Murat Kurum merkeziyetçiliğin gölgesinde şekillenen yerel politikaların tükenişini ifşa ediyor

 

Birinci soru: Murat Kurum politikacı mı, bürokrat mı? Hangi özelliği ağır basıyor?

Bu soruyu sıklıkla duyuyorum. Çevremde Kurum için “bir politikacıdan çok atanmış bir bürokrat” benzetmesini yapanlar oluyor.

Onun duruşu ve söylemi bana kalırsa basbayağı politik. Onun duruşunun ve söyleminin yerel politikanın semantiğini okumak açısından önemli gösterge olduğunu söyleyebilirim.

Kurum, kendisinden öncekiler gibi İstanbul’un ulaşım sorununu tünellerle, otoyollarla çözüleceğini ya da “kentsel dönüşüm” adını verdikleri müteahhitlik uygulamaları ile risk altındaki yapılarda yaşayan milyonlarca insanın güvenliğinin sağlanacağını söylüyor. Politik misyonundan da tıpkı yakasındaki bir rozet gibi, merkeziyetçi ve milli ideolojilerin toplumu temsil etme iddiasını anlıyor.

Bu politik duruşta yalnız olmadığını de söylemek gerekir. Söz gelimi yereli askıya alan dinamiklerden güç alarak bir aktivizm yaratan başka bir politikacı da iktidara gelse, onun tarafından İstanbul için gösterilecek bir aday da muhtemelen aynı duruşu sergileyecek.

İkinci soru: Kurum ile İmamoğlu arasında politik duruş açısından önemli bir fark yok mu?

Elbette ki var: Ekrem İmamoğlu da merkezle yerel arasındaki bu asimetrinin farkında olmalı ki, daha kariyerinin ilk gününden beri merkeze doğru döşenen yollarda yürüyor. Yerelleşmeci bir politikanın zorluğunu tercih etmek yerine. Bu durum olsa olsa yerel politika sahnesinin önceden kurulmuş olduğuna ve adayın politik konformizmine işaret ediyor olabilir.

Ancak bu önemli bir fark şurada ortaya çıkıyor: Kurum arkasına merkezi yönetimi de aldığını ve merkeziyetçilikle sorunların çözüleceğini göstermeye çalışıyor. Böylece Kurum bu tükenişi gizlemek yerine ifşa ediyor.

Üçüncü ve kaçınılmaz bir soru: O zaman bu adaylar ve partiler açısından yerel yönetimlere bakışta bir farklılık yaratıyor mu?

Tayyip Erdoğan da 1994 yılındaki yerel seçimlerde Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda yerel ile merkez arasındaki bu asimetriyi kendi politik misyonu için kullandı. Ama merkeze yerleştiğinde politik duruşunda önemli bir değişiklik oldu. Muhtemelen İmamoğlu da merkeze yerleşmiş olsaydı, o da aynı şeyi yapacaktı.

Dördüncü soru: Öyleyse süreklilik nerede?

Merkeziyetçiliğin en temel çelişkisi anayasanın temel ilkesinin, yani “millet adına yönetme” ilkesinin yerelde hiçbir karşılığının olmaması. Bir tarafta merkeziyetçi bir ideoloji ile yereli kamusal alanları tanımlama-tasarlama gayreti, yani aşkın olan bir ideoloji… Diğer tarafta sanki politikadan arındırılmış, araçsallaştırılmış, neredeyse politik olma vasfı olmayan, merkeziyetçi politikalarla ve pratiklerle askıya alınmış bir yerel yönetimsellik biçimi…

Beşinci soru: Neden yerelleşmeci bir politika üretilemiyor?

Türkiye’de şehirlerin tarihte hiç olmadıkları kadar afetlere açık hâle gelmesi elbette ki muazzam bir paradoks. Buna karşılık yönetimlerin birinci sorumluluğu, halkın can güvenliğini sağlamak. Üstelik bu kurumların varlık nedeni bunların engellenebileceği ya da azaltılabileceği iddiası üzerine kurulu. Bu muazzam paradoks, yani şehirlilerin can güvenliğinin tehdit altında olması, “kentsel dönüşüm” adı verilen inşaat uygulamalarıyla, inkâr edilmeye çalışılıyor ve belediyelerin yerelleşmeci, yani yerle temas eden, ilişki kuran, karşılıklı bir öğrenme süreci yaratan bir politika üretmeleri mümkün olmuyor.

Yerel yönetimler çoğu zaman imar izinlerinin verilmesi, çöplerin toplanması, sokakların süpürülmesi, kaldırımların yapılması gibi işlerden sorumlu yönetim aygıtları (merkezi yönetimin şubeleri) gibi görülüyor. Ulaşım projelerinden, çevrenin, kültür mirasının korunmasına… Şehirdeki ulaşım projeleri de sanki bir evde tıkanan boruların yerine bir tesisatçının oradan buradan geçirdiği plastik borulara benziyor. Böylece geriye ulaşım şebekesi ile şehir arasındaki karşılıklı ilişkinin, etkileşimin yerini gelişmeye yetişmek, görünüşü kurtarmaya çalışmak kalıyor. Bu araçsal bakış, politikanın da tükenişi, “sıfır noktası” anlamına geliyor.

Neoliberal denilen koşullarda, yani yaklaşık 80’lerden beri belediyeler kamu-özel karışımı, oligarşik koalisyonlarla yönetiliyor. Müteahhitlerle, kamu adına ürettikleri bilgileri, elde ettikleri kariyer imkanlarla birlikte belediyeleri yönlendiren uzmanlık kurumları, bürokrasi ve her dönem koşulları dikte eden büyük çıkar grupları.

Altıncı soru: Seçilmiş belediye başkanları seçimlerle kazandıkları meşruiyeti neden kullanamıyorlar?

Sorulması gereken asıl soru da bu: Neredeyse iki asırdır mevcut olan kurumların, belediyelerin (planlama kurumlarının, yerel yönetimleri düzenleyen hukuk mevzuatının) kalıcı kurumsal yapılar oldukları, benimsendikleri söylenebilir. Peki o zaman bu ülkede, Osmanlı modernleşmesi içinde filizlenen yerellik deneyimlerinden merkeziyetçi yönetime geçilirken ne değişti? Belediyeler, mevzuatta gerçekleştirilen birçok düzenlemelere rağmen neden geçmişte oldukları gibi (ya da dünyadaki benzerleri gibi) olamadılar?

Halkın temsili meselesi demokrasilerde hem anayasaların ve hukukun temeli, varlık nedeni. Hem de aynı zamanda “halkın inşası” problematiğinin bir göstergesi. Bu ikircikli durum demokrasilerle otoriter yönetimler arasındaki belirsizliğin temelini oluşturuyor. Başta canlı ve cansız olanları, bütün her şeyi ama siyasette de toplulukları “temsil edilebilir nesneler” olarak algılatan yönetim eylemsellikleri.

Yedinci soru: Belediye başkanlarının bu meşruiyeti kullanamamalarının nedeni ne?

Kapitalist modernleşmenin paradoksu “egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olması” ilkesinin aynı zamanda imtiyaz ilişkileri, dışlayıcılık pratikleri ile birlikte yaşanması. “Demokrasi mücadelesi”nin, yani toplulukları temsil etme iddiasının bir ötekileştirme, imtiyaz elde etme mücadelesi, çatışma hatta ilan edilmemiş bir iç savaş koşulları yarattığını söylemek dahi mümkün. Böylesine bir mücadele içinde şehirler ve her şey bir taraftan bürokratik bir şiddetle nesneleştirilirken, diğer taraftan da popülist politikalarla yağmalanıyor.

Neoliberal denilen koşullarda, yani yaklaşık 80’lerden beri belediyeler kamu-özel karışımı, oligarşik koalisyonlarla yönetiliyor. Müteahhitlerle, kamu adına ürettikleri bilgileri, elde ettikleri kariyer imkanlarla birlikte belediyeleri yönlendiren uzmanlık kurumları, bürokrasi ve her dönem koşulları dikte eden büyük çıkar grupları. Şehirlerin milyarlarca liralık atıksu projelerinden, gene milyarlarca liralık kötü bir tesisat projelerini andıran ulaşım yatırımlarına, kentsel dönüşüm ve restorasyon projelerine, hepsini bu oligarşik yapılar yönetiyor.

Şehirlerin eşyalar gibi planlanabileceği, ulaşım sorunlarının örneğin daha çok tüneller ve otoyollar inşa edilerek çözüleceği, riskli yapı stoğunun bugünkü kentsel dönüşüm modeli ile güvenli hâle getirileceği, atıkların bugünkü nesneleştirici yöntemlerle bertaraf edileceğini iddia eden ve yereli askıya alan, nesneleştiren merkeziyetçilik iflas etmiş durumda.

Sekizinci soru: Peki öyleyse belediyeleri kim yönetiyor?

Siyasetçiler yalnızca bu oligarşik yapıların dikte ettiği projelerden pay almaya ve iktidarlarını bu oligarşik koalisyonlarla yürütmeye çalışıyorlar.  Sürekli krizlerle karşılaşan, hiçbir zaman gerçekleşmeyen kutsal ideallerinden vaz geçtikleri için değil. Tam tersine bu kutsal ideallerini yaşattıklarına yandaşlarını ikna etmek için. Yarattıkları ideolojik gerilimle, yereli merkeziyetçi politikaların alanına taşıyarak temsil iddialarını koruyormuş gibi yapıyorlar.

Merkeziyetçi, asimetrik yönetim modeli, bu hayallerin yok oluşlarına değil, tam tersine onların hayali var oluşlarına, arkada işleyen bir kutsal bagaj olarak her şeyi araçsallaştıran, yerelliği imha, şehrin enerjisini felç eden işleyişine işaret ediyor. Bu oligarşik yapılar imtiyazlı konumlarını, kamu erkini özelleştirme ayrıcalıklarını sürdürmek için hâlâ şehirleri planlıyormuş (ya da yönetiyormuş) gibi yapıyorlar.

Bu durumun en iyi farkında olanlar ise seçilmiş olan belediye başkanları. Başarılı olmak için yüzbinlerce çalışanı olan kurumların, belediyelerin dışında, kamu-özel karışımı ilişkilerle, kendi özel reklam şirketlerine benzer yapılar kuruyorlar ve çalışıyormuş gibi yapıyorlar. Bu “başarı” ise yalnızca sorunların üzerine örtmeye yarıyor. Bu yönetim modeli anestezik (uyuşturucu) bir etki yaratıyor.

Bu yüzden başarılı oldukları söylenen yerel yöneticileri (hastalara acı çekmemesi için görev verilen) bir anestezistlere benzetiyorum.  Bu oligarşik koalisyonlar halkın afetler karşısında risk altında kalmasına, şehirlerin yağmalanmasına, yaratıcı dinamizminin, enerjisinin imha edilmesine, felaketlere, yoksullaşmaya neden oluyor. Bu koalisyonlar şehirleri araçsallaştıran nesneleştirici eylemselliklerle, seksiyonlaşmış bürokratik yapılarla, yaratılan asimetriyle, “bu kutsal yolculuk” için yereli askıya alıyor.  Seçimler yoluyla halkın iradesinin temsil edildiği görünümü verilse de merkeziyetçilikle yerellik arasındaki asimetriyle inşa edilen, anlamlandırılan politikalar demokratik bir deneyim alanından epeyce uzakta olunduğunun işaretlerini taşıyor.

Dokuzuncu ve son soru: Bu merkez ile yerel arasındaki bu asimetri sürdürülebilir bir politik durum yaratıyor mu?

İstanbul’un ve yerel yönetimlerin temel meselesinin bu olduğunu düşünüyorum. Bu politikanın düsturu şu: “Merak etmeyin, siz seyredin…Sizin için çok çalışıyorum Neyin gerekli olduğuna, neyin gerekli olmadığına ben karar veririm…”

Şehirlerin eşyalar gibi planlanabileceği, ulaşım sorunlarının örneğin daha çok tüneller ve otoyollar inşa edilerek çözüleceği, riskli yapı stoğunun bugünkü kentsel dönüşüm modeli ile güvenli hâle getirileceği, atıkların bugünkü nesneleştirici yöntemlerle bertaraf edileceğini iddia eden ve yereli askıya alan, nesneleştiren merkeziyetçilik iflas etmiş durumda.

Kurum da bu açıdan bu merkeziyetçi politikaların tükenişine işaret eden bir aday. Bu zannedersem tarihi bir kırılma noktası.

Sonuç olarak demokratik bir yerellik için öncelikle bu “faillik kavramı”nın gözden geçirmek, neoliberal çöküşe dirençli politikalar geliştirmek için çaba göstermekten başka bir çare gözükmüyor. Merkeziyetçi politikalarla İstanbul gibi şehirler artık yaşanmaz hâle gelirken, milyonlarca insan afetlere açık hale gelirken anestezinin de artık bir işlevi kalmıyor. Bu nedenle yerel seçimleri bir tercih meselesinin ötesine taşımanın ve yerelleşmeci politikaları tartışmanın yollarını aramanın her zamandan daha önemli hâle geldiğini söyleyebilirim.

Bu yüzden Kurum’u politik bir deneyimi olmayan bir bürokrattan çok bu merkeziyetçi politikaların tükenişini ifşa eden bir aktör olarak görüyorum.

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir