Kitap yakmakla mimarlık eserlerini imha etmek arasında bir fark var mı?

Kitap yakmakla mimarlık eserlerini imha etmek arasında bir fark var mı?

Yakın tarihlerde Sedad Hakkı Eldem, Seyfi Arkan, Utarit İzgi gibi usta mimarların eserleri, her biri birer güncel mimarlık örneği olan eşsiz yapıtları yalnızca spekülatif amaçlarla, kâr hırsıyla ve vurdum duymazlıkla imha edildiler.

Geçtiğimiz haftaki yazımda şehrin Anadolu yakasında çocukluğumun geçtiği semtlerdeki yapıların son elli yıl içinde üç-dört kere yıkılıp yeniden yapıldıklarını gözlemlediğimi, son derece kaliteli, sağlam yapıların üniversiteler gibi kamu kurumlarının adını kullanan kişiler tarafından para karşılığı alınan çürük raporları ile yıkıldığını söylemiştim. Yıkılanların içinde modern mimarlık mirası, tanınmış mimarlara ait, iyi mühendislik hizmeti almış binaların da olduğuna işaret etmiştim.

Bu spekülatif kentsel dönüşüm modelinin şehrin depremlere hazırlanmak şöyle dursun, şehrin kaliteli, dirençli yapı stoğunu yok ettiğini, yoksullaşmasına ve risklere karşı kırılgan hale gelmesine neden olduğunu düşündüğümü belirtmiştim. Ayrıca yatırım amacıyla yeni yapılan binaların da bir depremde yıkılmayacak olsalar da hasar görmeyeceklerinin söylenemeyeceğini, değerlerinin sıfırlanacağını sözlerime eklemiştim.

Belediyelerin ise bu piyasaya teslim olan dönüşüm modelinden memnun olduklarını, kendi görevlerini yapmak yerine bu durumun keyfini sürdüklerini, kasaların dolup taştıklarını, yandaşlarını işe aldıklarını, bol keseden imkanlar dağıttıklarını ifade etmiştim.

Bu yok edilen mimarlık eserlerinin farklı anlayışları temsil eden yapıtlar olduklarını varsayarsak, onların yıkılması ile farklı düşünceleri sergileyen kitapların, fikir eserlerinin yakılmasının, imha edilmesi arasında bir fark var mı?

MARLIK ESERLERİNİ YIKMAKLA KİTAP YAKMAK ARASINDA BİR FARK VAR MI?

Bu dönüşüm herkesin gözünün önünde gerçekleşiyor ve süreklilik taşıyor. Yalnızca tarihi yapılar değil, şehrin modern mimarlık mirası, güvenli ve kaliteli yapı stoğu imha ediliyor.

Bu işlerden büyük çıkarlar elde eden spekülatörleri, mülk sahiplerini, kamu kimliğini kullanarak imtiyazlar, kariyerler elde eden zümreleri hadi bir kenara koyalım. Bu kentsel dönüşüm modelinin girdabına kapılan mimarlar, plancılar acaba kendi meslektaşlarının emeklerine saygı gösteriyorlar mı?

Yakın tarihlerde Sedad Hakkı Eldem, Seyfi Arkan, Utarit İzgi gibi usta mimarların yaptıkları, her biri birer güncel mimarlık eseri olan yapıtların birçoğu yok edilmediler mi?

Bu yok edilen mimarlık eserlerinin farklı anlayışları temsil eden yapıtlar olduklarını varsayarsak, onların yıkılması ile farklı düşünceleri sergileyen kitapların, fikir eserlerinin yakılması, imha edilmesi arasında bir fark var mı?

Binaları, mimari mirası falan bir tarafa bırakalım, yüzyıllarca dayanabilecek -her altyapı kazısından sonra tekrar yerine yerleştirilebilecek- sokaklardaki granit parke taşı döşemelerin moloza dönüştüğünü ve yerlerine su geçirmeyen, belki bir ay sonra yeniden kırılmak ve dökülmek üzere taklit beton kaplamaların yapıldığını görmeyen kaldı mı?

Şiddetin, yıkımların, toplulukların deprem korkusuyla travmatize edilmesinin arka planında gelişmeyi düzenleyemeyen, yerle temas etmeyen, ilişki kurmayan, seksiyonlara ayrışmış erk-merkezci bir yönetim modeli var.

NEDEN SÜREKLİ YIKIP, YAPMAK?

İstanbul’un müstesna modern sanat müzesinin de içinde yer aldığı Galataport’un dönüşümü… Neredeyse bir yarım asır boyunca şehrin merkezinin denizle ilişkisini koparmakla kalmadı, en değerli kıyı bölgesini bir hapishane duvarı gibi halka kapattı. Şehrin merkezinin bu değerli kıyı bölgesi Boğaz Köprüsü’nün yapıldığı, Haliç’in endüstri merkezi olmaktan çıktığı, şehrin finans ve ticaret merkezinin yer değiştirdiği bu yarım asır boyunca şehrin kamusal hayatını zenginleştirebilecek işlevlere açılabilirdi.

Oysa farklı örnekler de var:

Bu mesele üzerine kafa yoran bağımsız mimarların, sanatçıların girişimleri gibi… Feshane ve Gazhane’deki Seretonin etkinlikleri, 2009 yılında AKM’nin alternatif onarım projesinin hazırlanması ve yönetimin ikna edilmesi, ya da 1988 Galata yıkımlarına karşı evleri onaran, boyayan, temizleyen ve yerel halkla birlikte direnen sivil toplum girişimi ya da AKM’yi restore ettirmeyi, Gezi’yi korumayı amaçlayan Taksim Platformu ya da Tarihi Yarımada’da bin yıldır yaşayan Roman vatandaşların tehciri projesine karşı alternatifler geliştiren Sulukule Platformu gibi…

Bu girişimlerin bir bölümü imtiyaz odakları tarafından sekteye uğratılmış, hafızalardan silinmeye çalışılmış olsalar da kamusal alandaki yol gösterici örnekler.

Her şey gözümüzün önündeymiş gibi. Ama galiba tam da öyle değil.

Şiddetin, yıkımların, toplulukların deprem korkusuyla travmatize edilmesinin arka planında gelişmeyi düzenleyemeyen, yerle temas etmeyen, ilişki kurmayan, seksiyonlara ayrışmış erkmerkezci bir yönetim modeli var.

Mimarlık, şehircilik gibi uğraşlar zannedersem bu nedenle deneysel, kritik bir nitelik kazanamıyor. Kamu ve özel karışımı ilişkilerle imtiyaz alanlarına ya da hayırseverlik alanına izole ediliyor.  Bu nedenle profesyonelliğin alanını düzenleyecek, sekülerleşmesini sağlayacak kuralların, yapıların önemli olduğunu düşünüyorum. Bunların sivil örgütleri, meslek kuruluşları olduğunu, nelerin gözden geçirilmesi gerektiği, kamusal niteliğin nasıl korunabileceği gibi temel meselelerin en başta onları ilgilendirdiğini düşünüyorum.

Sonuçta bu mesele bana yalnızca mekanların korunması, yeniden kullanımı ile değil,  mimarlığın sekülerleşmesi, entelektüel üretimin bağımsızlığı ile ilgili gibi geliyor.

Şehir yönetimi ve misyon odaklı bir yapıyla bir zamanlar Akdenizin en önemli şehir devletlerinden biri olan, ancak Amerikanın keşfi ile derin bir uyku”ya dalan, 20. yüzyılda da yerel halkı yerinden eden spekülatif emlak piyasası, aşırı piyasalaşan turizm gibi ağır tehditler altında kalan bu tarihi şehrin sanat etkinlikleri yoluyla yeniden canlandırılması, nitelikli bir gelişme yaşaması ve korunması hedefleniyor.

VENEDİK BİENALİ TÜRKİYE PAVYONU

Geçtiğimiz Venedik Bienali (Uluslararası 18. Mimarlık Sergisi’nde) yer alan Türkiye Pavyonu’nda sergilenen çalışmada “miras edindiğimiz imgeleri yeniden düşünmeye, güzellik ve işlevsellikle ilgili katılaşmış algılarımızda köklü bir değişime hazır mıyız” soruluyordu. Bu sorudan aldığım ilhamla ben de şunu sormak isterdim:

“Yaşam çevresini şeyleştiren, temsilleri imgelerin yerine geçiren, değerleri yok eden bu kentsel dönüşüm modelini değiştirmek için kapalı ilişkiler kuran, karanlık düğüm noktaları oluşturan, profesyonelliğin kamusal niteliğini berhava eden ilişkilerin üzerindeki örtünün kaldırılmasına hazır mıyız?”

Bu sorunun cevabı da sanırım bir sonraki yazıya kaldı.

 

Not: Venedik Bienali dünyadaki benzerleri içinde önemli bir yere sahip. Başlangıç tarihi 1895’lere uzanıyor.

İlk aşamada dekoratif sanatlarla sergiler, heykel, resim gibi eserler bienalde yer alırken, dünya savaşları arasında ve sonrasında güncel sanatın en önemli odaklarından biri haline geliyor. Sanayi, ticaret, teknoloji, tarım gibi başlıklar altında düzenlenen uluslararası fuarlarda olduğu gibi 1907’den itibaren ulusal pavyonlar (30’dan fazla)  açılıyor. 

Şehir yönetimi ve misyon odaklı bir yapıyla bir zamanlar Akdeniz’in en önemli şehir devletlerinden biri olan, ancak Amerika’nın keşfi ile “derin bir uyku”ya dalan, 20. yüzyılda da yerel halkı yerinden eden spekülatif emlak piyasası, aşırı piyasalaşan turizm gibi ağır tehditler altında kalan bu tarihi şehrin sanat etkinlikleri yoluyla yeniden canlandırılması, nitelikli bir gelişme yaşaması ve korunması hedefleniyor.

Venedik Bienali’nin dönüşümlü olarak düzenlenen iki önemli uluslararası etkinliği, güncel sanat ve mimarlık sergileri.

Bienal mekanı genelde iki bölümden oluşuyor: Birincisi şehrin geçmişteki askeri gücünün arkasındaki tarihi mekan, “Arsenale”, yani tersane. Arsenale’nin ana mekanlarının Bienal tarafından, kalan bölümlerinin hala şehrin ulaşım araçlarının, askeri güvenlik botlarının onarımı için kullanıldığı görülüyor. İkinci bölümü ise şehrin modern zamanlarda nefes alması için yapılan parkı “Giardini”, yani bahçe.

Giardini’de, yüzyıl öncesinde adet olduğu üzere, tıpkı bir fuar alanı gibi düzenlenmiş ulusal pavyonlar yer alıyor. Bu yapılar sanatta ulusal temsil mekanları gibi tasarlanmış. Ancak güncel sanatın küresel meselelerle ilişkisi nedeniyle ulusal temsil konusu nispeten arka planda kalıyor.

Bu alanda yer alan 30’dan fazla pavyon arasında ABD, Rusya, İngiltere, Almanya, Fransa, Japonya… gibi devletlerinkiler yanında Mısır, İsrail, Yunanistan… gibi devletlerin de pavyonları bulunuyor.

Epey zaman oluyor, İKSV hayırlı bir iş yaptı, Bienal’in ana mekanı Arsenale’de henüz pavyonu bulunmayan ülkeler için açılan Salle d’Armi (Silahhane) binasının orta bölümünü kiraladı. Bu alan hem sanat, hem de mimarlık bienallerinde Türkiye’den katkıların sergilendiği bir mekana dönüştürüldü (2014).

Bu kısa bilgilendirme ile birlikte Mimarlık Uluslararası Sergisi’nde Türkiye Pavyonu’nda sergilenen çalışmaya değinmek istedim.

 

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir