İsrail modern ulus-devletlerin sonunu mu hazırlıyor?

İsrail modern ulus-devletlerin sonunu mu hazırlıyor?

Ulus-devletlerin toplulukları tasarlama idealleri ve yarattıkları krizler: Büyük Savaş sonrası Birleşmiş Milletler ve UNESCO gibi ulus-ötesi yapılarla paranteze alınmaya çalışıldıysa da bugün dünyanın gözünün önünde yaşanan bu felaket bunun neden başarılı olmadığı açık biçimde ortaya koyuyor.

Bombalarla katledilen insanlar, çocuklar… yıkıntı haline dönüşen yerleşim alanları.

Gazze’de yaşanan insanlık dramı bana deprem felaketinin ardından ortaya çıkan görüntüleri hatırlatıyor.

Bombalarla yerle bir olan yerleşim alanlarında ölen on binlerce sivil insan. Dahası, bunların önemli bir bölümünü de çocuklar oluşturuyor. Binlercesinin de henüz enkazın altında veya kayıp oldukları söyleniyor.

Şöyle düşünebilirsiniz: “Deprem doğal bir afet. Bu felakette bir karar mercii, siyasal bir eylemlilik yok. Oysa savaşta görünen failler, karar vericiler var.”

Açıkça söylemem gerekirse önce bundan kuşku duymak gerektiğini düşünüyorum.

Felaketlerin arkasında yalnızca görünen failler, nedenler değil, görünmeyen yapılar olabilir. Örneğin asimetrik, işaretsizleştirici bir ilişki içinde kurgulanan yerleşim düzenleri, şiddetten beslenen anroposantrik yapılar, güvenlik bürokrasisi…

İşin tuhaf tarafı bu yapıların ters görüntü vermeleri, ürettikleri şiddetle sorunları çözüm olarak gösteriyor olmaları. Hatta şiddetle mücadele eder gibi gözükürler.

Çelişki felaketlerden, krizlerden beslenmeleri, varlıklarını şiddete borçlu olmalarıdır.

Bu nedenle felaketleri yalnızca kötücülleştirme üzerinden okumak yanıltıcıdır. Tercihler, kötü niyetli yöneticiler, düşmanlıklar çoğu zaman felaketlerin arkasındaki yapıları görmemizi engellerler.

BİZE GÖSTERİLENLERİN GİZLEDİKLERİ ŞEY NE OLABİLİR?

Soru şu: Acaba her şey insanlığın gözünün önünde mi? Eğer öyle olsaydı felaketler sürekli yaşanabilir miydi?

Felaketleri yaşayanların nasıl acılar çektiklerini, neler olduğunu bilemeyiz. Hissetmeye, tahmin etmeye çalışırız. Bu görüntülerin izleyenlere de acı verdiğini, onlarda endişe yarattığını söyleyebiliriz. Beyaz fosfor” dedikleri şeyle yanan bir insanın nasıl bir acı yaşadığını, neler hissettiğini anlamaya çalışırız. Bu durumda acı çekmeden ani bir ölümle hayatların son bulması bile bir avuntu vesilesi olabilir.

Felaketlerin görüntüleri, imajları çoğu zaman gene aynı ekranlarda izlediğimiz kurgularla karışır.

Yaşanan ana ilişkin olaylar daha da bilinmez hale gelir. Tanık olduğumuz zaman da tıpkı geçmişin izleri gibi farklı görünümlere sahip bulunur.

Kurgularla gerçekler arasında bir fark olduğunu bilsek de,  sürekli bize kahramanlık anlatıları olarak sunulanların, zorla kutsananların kurgulardan acaba nasıl farkları olabilir?

Sonuçta gerçeklerle değil, kurgularla karşı olduğumuzu söyleyebiliriz. Gördüklerimiz, bir şeyleri gösterirken, başkalarını, arkasında yer alan daha derinlerdeki bir şeyleri örtüyor olabilir.

Oysa acıya yaklaşmak, bir sorumluluk ilişkisi kurmak demek.

Belki de bu yüzden anlamaya çalışmak pasif bir şey değil. Acıya yaklaşmayı denemek de tıpkı ateşe yaklaşmak gibi, o da acı verici. Felaketlerde yaşanan ve yaşanacak acılara yaklaşmayı denemek zor bir uğraştır. İmtiyazlardan, ayrıcalıklardan vazgeçmeyi gerektirir. Oysa güvenlik bürokrasisi sürekli tersini iddia eder, şiddetten beslenir.

Felaketlerle ayrıcalık ve çıkar elde eden, kamu imkanlarını özeline taşıyan, bunları kullanarak kariyer yapan kişileri düşünelim. Felaketlerin görünür yüzünü onlar inşa eder, oluşturur.

Bu yapıların işlevi hayatın karmaşıklığını tıpkı hazırladıkları imar planları ile temsil edebileceğini zanneden plancılarınkine benzetilebilir.

Bu yöntemlerle, kentsel dönüşüm projeleriyle şehirler hiçbir zaman planlanamaz ama bu çelişki onların daha fazla güçlenmelerine yol açar.

Aynı şekilde güvenlik bürokrasisi de beka meselesinden beslenir. Hıristiyanlar kazınır, Müslümanlar asimile edilmeye çalışılır, bu da yetmeyince daha fazla şiddet üretmek ve daha fazla güç elde etmek mümkün hale gelir.

İsrail -adeta ispatlarcasına- antropasantrik dünya düzeninin sırlarını ifşa ediyor. Yalnızca dünyanın gözünün önünde katliamlar yapan bir ülke olarak değil, aynı zamanda ulus-devletlerin sırlarını, eşitsizlikten ve şiddetten beslenen yapılarını ifşa eden bir ülke olarak tarihe geçmeye hazırlanıyor.

ULUS-DEVLETLER HİÇBİR ZAMAN OLMADI, ONLARIN HAYALİ MEVCUDİYETİNE MARUZ KALINDI

Bruno Latour “biz hiç modern olmadık” diyor.

Belki de ulus-devletler hiç bir zaman olmadı, onların hayali mevcudiyetine, tahakkümüne, şiddetine maruz kalındı.  Bu yüzden yalnızca karşımızda ulusal güvenlik bürokrasileriyle, eğitim, din ve kültür kurumlarıyla kendilerini yeniden üreten, temsillerle, kurgularla gerçekleri karıştıran, kendi yarattıkları krizlerden beslenen yapılar var.

Prototipleştirilmiş kimlikler, tasarlanmış topluluklar, mekanlar, kültürler hiçbir zaman olmadı. Kapitalist modernleşme işaretsizleştirdiklerini, sildiklerini, bastırılmış olanları “hayaletler” olarak “modern” denilen toplumların başına musallat etti. Milliyetçiliklerle, kurgulanan mitlerle geçmişteki değerlerin yaşatıldığı illüzyonunu yarattı.

Tarihçi Marc Nichanian “imhanın imhası” diyor, buna.

Neydi mesele? Ulus-devletler imparatorluklar zamanında farklı coğrafyalarda oluşmuş benzerlikleri ve farklılıkları (bunları “kültürel kimlik tipolojileri” olarak adlandıralım) modellere, yani prototiplere dönüştürdüler. Bu açıdan modern kimliğin inşası, birçok açıdan herhangi bir endüstriyel üretimden farksız hale geldi. Tıpkı bir fabrikanın yaptığı iş gibi, okullar, din, kültür, sanat kurumları gibi kimliği işlediler. Böylece belli coğrafyalardaki benzer hayatı resmeden imgelere sahip kitlelerin kimlikleri eğitim gören seçkinleri aracılığıyla temsil edilir, yeniden üretilir, inşa edilir hale geldi.

Modernleşme yalnızca kimliklerin bu yeni gramerini oluşturmakla kalmadı. Aynı zamanda da yarattığı eşitsizlikler, asimetriler ile karşıtını da kendisine musallat etti. Böylece kapitalist modernleşme yalnızca eski sistemi yıkan, onu radikal bir şekilde dönüştüren bir güç olarak kalamadı. Aynı zamanda yok ettiklerinin hayali bedenlere kavuştuğu bir dünya yarattı. Ulus-devletler hayali geçmiş üzerine kurudu. Tıpkı 19. yüzyılda sanayi devrimi öncesine ait eşyaları, binaları, sonradan mimarlık, kültür ve sanat olarak adlandırılan neredeyse yaşam alanlarının bütün veçhelerini kopyalara, seri üretime dönüştüren modern kurumlar, yapılar gibi. Ulus-devletler inkar edilmiş olan bu çelişkinin semptomu olarak ortaya çıktı. Bir taraftan kaybedilmiş bir geçmişten, değerlerden söz ederken diğer taraftan da onları taklide dönüştürerek, imha etti. Ulus-devletlerin özelliği kapitalist modernleşmenin yarattığı çelişkilerin, eşitsizliklerin inkarı üzerine kurulması.

Zanaatkarane yöntemlerle resmedilen imgeler, canlılarla ve cansızlarla kurulan eşitlikçi, ihtimama ve öğrenmeye dayanan ilişkiler, deneyimler, bilgiler imha edildi. Ancak kapitalist modernleşme bu krizi (belki skandalı demek daha doğru olur) yani işaretsizleştirdiklerini, temsil edilmeyene dönüştürdüklerini milliyetçiliklerle, neo-klasik ya da geçmişi yaşattığını iddia eden kurumlarla, yapılarla “temsil ediyormuş gibi yaparak” ikinci defa imha etti. Böylece şiddete maruz kalan kitleler neye maruz kaldıklarını da unuttular. Sınıfsal bir politik bir perspektife sahip olmak yerine tam karşı tarafa savruldular. Köktenci düşünceler tem de şiddete maruz kalan kitlelerde yaygınlaştı ve itibar gördü. Devletleri kullanan sembolik sınıflar, sermaye sahibi seçkinler böylece kapitalist modernleşmenin yarattığı büyük skandalı, muazzam çelişkiyi milli ideallerle gizlediler. Şiddet üreten yapılarıyla, antroposantrik bürokratik kurumlarla, kendilerini yeniden üretmeyi başardılar.

Bu nedenle kapitalist modernleşme yalnızca düz bir mantıkla, basit bir nesneleştirici-işaretsizleştirici şiddetle işleyen bir şey değil. Kendi yarattığı krizlerden, imha ettiklerinden beslenen (düzen demeyeceğim, çünkü basbayağı maddi olarak işleyen) bir “makine”.

Bölgede bir “çıbanbaşı” gibi sürekli olarak yarattığı sorunlara baktığımızda görüyoruz ki İsrail, kuruluş mitinin arkasına gizlediği şiddet pratikleriyle, güvenlik bürokrasisiyle kendi yarattığı krizlerden, kırımlardan besleniyor.

TEMSİL EDİLENLERİN TEMSİL EDİLMEYENE DÖNÜŞÜMÜ

İsrail Yahudiler’in geçmişte uğradığı kırımların, felaketlerin sonucunda kurulmuş bir ulus-devlet. Yahudilerin uğradığı soykırıma karşı bir sığınak, kendilerini güvenceye alacak bir yer olarak tasarlanmış. Bu kuruluş miti ve şiddet kullanma biçimi en saf haliyle emperyal güçlere karşı bağımsızlık savaşı vererek kurulan ancak kendi varsaydığı hayali sınırlar içinde soykırımları bununla perdeleyen diğer ulus-devletleri hatırlatıyor.

20. yüzyıla kadar farklı etnisitelere, dinlere sahip olan topluluklar Kudüs, Antakya, İskenderiye, Halep, Şam, İstanbul, Diyarbakır gibi şehirlerde yan yana ve barış içinde yaşadılar. Modernleşmenin koşullarında beğenilmeyen feodal düzenlerde bile dini yapılar yönetimlerle bir tür “sosyal kontrat” işlevi yerine getiriyordu. Buna karşılık kapitalist modernleşmenin işleyişi içinde seçkinler tarafından temsil edildiği varsayılan topluluklar temsil edilmeyenlere dönüştürüldüler, nesneleştirildiler. Modern dediğimiz toplumlarda topluluklar ayrımcılığa, kırımlara uğradılar. Kadim nüfuslarını oluşturdukları şehirlerden, kasabalardan kazındılar ve azınlıklaştırıldılar.

İmparatorlukların toprakları üzerine kurulan İsrail gibi yeni ulus-devletler az veya çok hayali coğrafyalar, sınırlar kurgulayarak inşa edildiler. Diğerlerinden, yani Avrupa’daki ulus-devletlerden farklı özellikleri vardı. Bunlar modern kozmopolit şehirler değillerdi, 19. yüzyıldaki ilk örnekler gibi. Ancak ortaçağdan çok daha öncelere kadar uzanan geleneksel denebilecek kozmopolit bir yapıları vardı. Ayrıca kırsal kesimlerde yaşayan topluluklar da bu ulus-devletlerin kurucu mitlerine ve vatandaşlık inşası modeline uyumlu değillerdi. Bu yüzden ulus-devletlerin kuruluşlarında büyük felaketler, kırımlar yaşandı.

İsrail’in sürekli bölgede bir “çıbanbaşı” gibi yarattığı sorunlara baktığımızda kuruluş mitinin arkasına gizlediği şiddet pratikleriyle, güvenlik bürokrasisiyle kendi yarattığı krizlerden, kırımlardan besleniyor. İsrail devletinin bölgede gerçekleştirdiği kırımlar, katliamlar modern ulus-devletlere tutulan bir ayna gibi. Belki de bu yüzden bölgedeki ülkelerin fazla sesi çıkmıyor. Hatta bu krizi perdelemeye çalışan ülkelerde kamuoyu ve yönetimler iyice ters köşelere yatmış durumdalar.

Sonuç olarak: Ulus-devletlerin toplulukları tasarlama idealleri ve yarattıkları krizler Büyük Savaş sonrası Birleşmiş Milletler ve UNESCO gibi ulus-ötesi yapılarla paranteze alınmaya çalışıldıysa da bugün dünyanın gözünün önünde yaşanan bu felaket bunun neden başarılı olmadığı açık biçimde ortaya koyuyor.

Belki de bu yüzden İsrail yarattığı kırımlarla, şiddetle -adeta ispatlarcasına- antropasantrik dünya düzeninin sırlarını ifşa ediyor. Yalnızca dünyanın gözünün önünde katliamlar yapan bir ülke olarak değil, aynı zamanda ulus-devletlerin sırlarını, eşitsizlikten ve şiddetten beslenen yapılarını ifşa eden bir ülke olarak tarihe geçmeye hazırlanıyor.

  1. “Biz Hiç Modern Olmadık.” Bruno Latour, Norgunk Yayınları, 2008
  2. “Felaket Tanığı  Da Öldürdü”, Hülya Adak, Agos Gazetesi 2011
Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir