Hrant’ın dikkat çektiği çelişki neydi?

Hrant’ın dikkat çektiği çelişki neydi?

Hrant “doğal” ve “kültürel” mirasın tahrip edilmesinin arkasında bir takım bastırılmış,  inkar edilmiş çelişkilerin olduğunu düşünüyordu. Karşımıza “içerik” olarak konan şeylerin gözlerimizi kamaştırarak bu çelişkileri görmemizi engellemesine karşı bizi uyarmıştı. Şiddeti, eşitsizlikleri, haksızlıkları gizlediğini göstermek istemişti. Günümüzde onun dikkati çektiği bu mesele zannedersem daha da belirgin hale geldi.

80 Darbesi sonrası bağımsız aydınlar bağımsız alanlar yaratmak için çabalar göstermişler, Beyoğlu’nda Bilar, Bilsak gibi sivil örgütlenmeler oluşturmuşlardı. Ancak bu yapılar zaman içinde kurucularının dışındaki katılımcılarla açık platformlara dönüşmüştü. Küresel Marksizm tartışmalarından, LGBTİ+ hakları gibi alanlara doğru genişleyen platformlar halini almıştı. Bunda zannedersem 80 Darbesini öğrenci olarak yaşayan gençlerin rolü büyüktü.

Bu platformlar travma sonrası rehabilitasyon amacıyla çalışan merkezler gibiydi.

Bu dönem kent, ekoloji, insan, kadın hakları hareketlerinin örgütlenmeye başladığı tarihti. Bu dönemde “Yeşil Dayanışma” adlı içine bağımsız toplulukları alan bir platform oluşmuştu. Hrant’ı ilk defa bu platformun düzenlediği toplantılarda tanıdım.

Hrant’ı ilk tanıdığım anı iyi hatırlıyorum: Söyledikleri beni fena halde çarpmıştı. Toplantılardan birinde tam önümde oturuyordu. Bir an bana doğru geri döndü ve şunları söyledi: “Siz doğayı, tarihi binaları falan koruyalım diyorsunuz, değil mi? Ama taraflar çatışma içindeyse, her şey dışsallaşır, araç haline gelir.”

Bu karşılaşmanın ne zaman ve nerede olduğunu da çok iyi hatırlıyorum. 1987 yılında, Bilsak adlı kuruluşun toplantılarda kullanılan tiyatro salonunda.

Bir taraftan kültürel mirası ırkçı bir söylemle tanımlamanın bugün olduğu gibi o tarihlerde de resmi ideolojiyi üreten, kamu imkanlarını kullanarak çıkar ilişkileri kuran, imtiyazlar elde eden zümrelere nasıl yaşanan şiddete meşruiyet sağladığı görülüyordu.

İdeolojik gibi gözüken çatışma gerçekte bu imtiyazları kimlerin ele geçireceği üzerineydi. Hrant’ın katılımcılarından biri olduğu Yeşil Dayanışma,  şehrin, doğanın yağmalanmasını çatışmayla gizleyen, iktidar aracılığıyla sorunların çözülebileceği yanılsaması yaratan sistemin sorguluyordu.  

KARANLIK İLİŞKİLER AĞI HEP VAR OLDU

Hrant’ın bu eleştirel sözleri o zaman benim kafamda şimşekler çaktırdı. O tarihlerde Bedrettin Dalan Büyükşehir Belediye Başkanı’ydı. Haliç, Tarlabaşı yıkımlarının olduğu tarihler olmalı.

Dalan kimseyi dinlemiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bizim gibi insanları dinlemiyordu. Her dönem üniversitelerin imkanlarını kullanarak belediyelere projeler, planlar hazırlayan hocalar, besleme basın onu destekliyordu. Daha doğrusu iktidar gücünü, ilişkilerini, kariyer imkanlarını kullanan bu imtiyazlı zümre büyük altyapı projeleri, gayrimenkul yatırımlarına yön veren çıkar grupları ile birlikte Dalan’ı yönlendiriyorlardı.

Hele hele “hukuka, şehircilik bilimine aykırı” falan gibi sözler onu büsbütün motive ediyordu. Üniversiteleri, basını yanına almıştı, her yönetimin yaptığı gibi. Diğer taraftan da tipik popülist politikacılar gibi koruma gibi kavramların yaşanan vahşi kapitalist dönüşümü sorgulamak için değil, küçük bir azınlığın halka kendi çıkarlarını dayatmak, ayrıcalıklar elde (hatta eziyet) etmek için uydurdukları kavramlar olduklarına inanıyordu.

İdeolojik gibi gözüken çatışma gerçekte bu imtiyazları kimlerin ele geçireceği üzerineydi. Hrant’ın katılımcılarından biri olduğu Yeşil Dayanışma,  şehrin, doğanın yağmalanmasını çatışmayla gizleyen, iktidar aracılığıyla sorunların çözülebileceği yanılsaması yaratan sistemin sorguluyordu.

80 öncesinde öğrenci olanlar, hiç şüphesiz iktidar mücadelesi için cinayetlerin bile meşru sayılabildiği bir siyasal ortamın tanıklarıydı. Birbirine yakın toplulukların bile birbirini öldürmek istediği, düşmanlaştırdığı bir atmosferin içinde geçmişti, üniversitelerdeki öğrencilik dönemleri. Ancak Yeşil Dayanışma, öğrencilik dönemlerinde yaşanan şiddet ortamında filizlenen demokratik, farklılıklara saygılı, iktidar dışı yapıların içinde bilinçlenen, iyi eğitim almış, kendi ayakları üzerinde duran, bağımsız mimar, sanatçı, tarihçi gibi kişilerden oluşuyordu.

O dönem iktidar amaçlı yapıların içinde yer alanların çoğu ya artık şehirde yaşanan gelişmelere ilgisiz kalmışlar, ya da politikayla ilgi biçimlerinin bir devamı olarak belediyelerde imar müdürlüklerinde falan görev almaya başlamışlardı. Onların iktidar aracılığıyla toplumları tasarlama idealleri iflas etmiş olsa bile, arka planda işleyen, her türlü yolsuzlukları, rüşvetleri meşrulaştıran bir kutsal bagaja dönüşmüştü.

Dalan’ın o tarihlerde ırkçı sözlerle gerçekleştirmeye çalıştığı Galata yıkımlarının nasıl engellendiğini (daha dün olmuş gibi) çok iyi hatırlıyorum. “Ben hocalarıma danıştım, bu yapıların tarihi önemi yokmuş… Zaten bizim ecdadımızın eseri değillermiş… Bana yıkılmalarında bir mahzur yok dediler” diyerek bu yıkımları savunuyordu.

Bir taraftan kültürel mirası ırkçı bir söylemle tanımlamanın bugün olduğu gibi o tarihlerde de resmi ideolojiyi üreten, kamu imkanlarını kullanarak çıkar ilişkileri kuran, imtiyazlar elde eden zümrelere nasıl yaşanan şiddete meşruiyet sağladığı görülüyordu. Karşımıza çıkan tünelli-AVM’li Taksim, Gökkafes, Sulukule, Süleymaniye, Tarlabaşı… Aklınıza hangi proje geliyorsa, hepsinde benzer bir karanlık ilişki bulunuyordu.

Biz de bunu fark edip, evlerini başına yıkmak istediği ve büyük ihtimalle ona oy veren insanlarla birlikte yıkmayı planladığı Galata’daki evleri temizleyip, boyamıştık. Böylece Hrant’ın söylediği askıya alma halini biraz değiştirmeye çalışmış, yerle, insanla temas kurmayı başarmıştık. Sonuçta Galata direnişi tıpkı Gezi gibi patladı, yüzbinlerce insan çeşitli fasılalarla sokaklarda düzenlenen şenliklere katıldı, insanlar akın akın Galata’ya geldi.  İçlerinde kimler yoktu ki? Sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, kültür misyonlarının yöneticileri…

Basın gelişmeleri her gün haber yaptı ve Dalan bir daha Galata’nın yanından bile geçemedi. Bu olaydan sonra onu pohpohlayan danışmanların, besleme basının aldatmasıyla “çantadaki keklik” zannettiği seçimleri kaybetti, çılgına döndü.

Orada, şehirde ve orada  sığınmış yoksulların, şiddete maruz kalmış ve tehcire uğramış insanların temsil edilemezliğini gösterircesine, Hrant’ın cenazesinde de inanılmaz bir olay gerçekleşti.

Yeşil Dayanışma’nın Galata  direnişi tıpkı 2013’teki Gezi direnişi gibi şehrin tarihe geçen bir olaydır. Ancak silinmiştir resmi “muhalif” temsillerden.

Onun dikkati çektiği tehlike bugün çok daha büyük. Her şey tersine dönmüş durumda: Korumacılık alanındaki yapılar, kurumlar, STK’lar çıkar gruplarının işgali altında. Güvenlikten, korumaya her konuda içerikle körleştiren şiddet sorunları çözmek için değil, yalnızca ayrıcalıklar yaratmak, alternatifleri imha etmek için var.

HRANT’IN GEZİ’YE ERMENİ MEZARLIĞI YAPMA HAYALİ

Hrant’la yollarımız birçok kere keşişti. Örneğin Taksim’deki Fransız Pasteur Hastanesi Gezi’ye katılmak yerine rezidanslara dönüştürülürken. Büyükşehir Belediyesi bu gayrİmenkul operasyonunu kolaylaştırmak için arkasındaki Park ve Bahçeler Şefliği’ni kaldırmaya karar verdi. Bir gün Açık Radyo’ya giderken burada bulunan büyük mermer blokların dozerlerle damperli kamyonlara yüklenmekte olduklarını fark ettim. Dozerin önüne atlayarak operasyonu durdurmayı başardım.

Bilmiyorum ne kadarı “moloz” olarak bir yerlere gitti, benim kurtarabildiğim ne kadarıydı? (Bu arada dozer operatörü az kalsın geri kaçmasam, mermeri üzerim atarak, beni öldürmeye çalıştı.) Bunlar meğersem Ermeni mezarlığındaki patrikler gibi en önemli kişilere aitmiş. Park açılırken Pasteur hastanesinin arkasına üst üste dizilmişler. Taksim Gezisi’nin girişindeki mermer basamakların da mezar taşları oldukları söylenir. Belki de yerlerinden sökülüp, işlenmek için oraya yığılmışlardı.

Büyükşehir Belediye Başkanı Ali Müfit Gürtuna’yı aradım. Radyo programından sonra da doğru Hrant’a, Agos’a gittim. O sıralarda Açık Radyo’da bir program yapma fikrini konuşmak istiyordu. Üç kere bu olayı Agos’ta olayı haber yaptı. Sonunda Büyükşehir Belediyesi’ne buradaki mezar taşları için bir proje hazırlattı. Hrant hazırlanan projeyi bana gösterdi. Yapılacağına gerçekten inanmıştı.

Hrant’a şöyle bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum: “Gezi’nin bir zamanlar bir Ermeni mezarlığı olduğunu hatırlatacak bir proje yaparlar mı? Sen buna gerçekten inanıyor musun?” Baktım, gerçekten inanıyordu. Belediye başkanı ona söz vermişti. Ancak zaman beni haklı çıkardı. Hrant’ın bu projesi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Gezi’nin tam ortasına, yaya yolunun üzerine bir trafo binası binası yaptılar ama bu temsili mezarlığı yapmadılar. Moloz olarak gitmeyen taşları da bir süre orada, trafonun önüne dizdiler ve bir süre sonra da unuttular. Sonra taşları kaldırdılar.

Hrant zannedersem “doğal” veya “kültürel” miras denen şeylerin korunamamasının üzeri örtülmüş çelişkiler hakkında bilgi verdiğini düşünüyordu.

Karşımıza “içerik” olarak konan şeylerin gözlerimizi kamaştırarak bunları görmemizi engellemesine karşı bizi uyarmıştı.

Çatışmaların şiddetin, eşitsizliklerin, haksızlıkların, çelişkilerin sürmesine yol açtığını düşünüyordu.

Onun dikkati çektiği tehlike bugün çok daha belirgin hale geldi. Her şey tersine dönmüş durumda: Korumacılık alanındaki yapılar, kurumlar, STK’lar çıkar gruplarının işgali altında.

Güvenlikten, korumaya her konuda içerikle körleştiren şiddet sorunları çözmek için değil, yalnızca ayrıcalıklar yaratmak, alternatifleri imha etmek için var.

Hrant’ın bu hayali gerçekleşmedi, ama ya gerçekleşseydi? O zaman hiç şüphem yok, her şey başka türlü olurdu.

 

 

 

 

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir