“Hayalet Hikayeleri” ve “Mimarlıkta Çuval Teorisi”

“Hayalet Hikayeleri” ve “Mimarlıkta Çuval Teorisi”

Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi 26 Kasım tarihinde sona erdi. Bu bienalde Türkiye Pavyonu’nda Sevince Bayrak ve Oral Göktaş, “Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi” başlıklı çalışmaları yer alıyordu. Bu çalışmanın, mimarlığın odağını mevcut yapıların yıkılmak ve inşa edilmek yerine yeniden değerlendirilmesine, keşfedilmesine doğru kaydırarak mimarlığa farklı bir bakış açısı getirdiği tartışıldı.

20 Mayıs–26 Kasım 2023 tarihleri arasında düzenlenen Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nunda Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın “Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi” başlıklı çalışmaları yer almıştı.

Bu projenin mimarlığın odağını mevcut yapıların yıkılmak ve yeniden inşa edilmek yerine yeniden değerlendirilmesine, kullanımına, keşfedilmesine doğru kaydırarak mimarlığa farklı bir bakış açısı getirdiği, Lesley Lokko ’nun küratörlüğünde gerçekleştirilen 2023 Venedik Mimarlık Bienali ’nin “Geleceğin Laboratuvarı” başlıklı ana temasıyla “uyumlu bir sorgulama ve pozisyon” yarattığı çeşitli vesilelerle dile getirildi.

Bu bakış açısının yalnızca gelecekle ilgili ve yeni olmaktan öte, günümüzde unutulmuş, gündemden düşürülmüş, silinmiş kadim bilgileri, hayatı, yaşam çevresini örgütleme ve mimarlık yapma biçimlerini hatırlattığı da söylenebilir.

Türkiye Pavyonu’nun küratörleri Sevince Bayrak ve Oral Göktaş hazırladıkları manifestoda “farklı işlevlere sahip âtıl yapılar yıkılmak yerine, ‘geleceğin laboratuvarı’ olmak üzere dönüştürülebilir mi” Yeni bir mimarlık anlayışı, yapıların, insanları bir arada tutan konteynerler olarak görülmesini sağlayabilir mi? Mimarlık, âtıl yapıların hikâyelerine kulak verebilir mi?..” gibi sorular üzerinde izleyicileri düşünmeye davet ediyorlardı.

“Biz mimarlar, güzellik ve işlevselliğe dair kalıplarımızdan vazgeçmeyi kabullenebilecek miyiz? Mevcut yapıları yıkıp yenilerini tasarlamaktansa var olanla birleşebilecek tasarımlar yapmaya hazır mıyız? Miras edindiğimiz imgeleri yeniden düşünmeye, güzellik ve işlevsellikle ilgili katılaşmış algılarımızda köklü bir değişime hazır mıyız? ‘Kahraman’ yapılar yerine, kıyıda köşede kalmış, terk edilmiş yapıların öykülerini dinleyerek başlasak nasıl olur?”

 Bu sorularla birlikte nedense insanın aklına -şakacıktan da olsa- mimarlık tarihini naiflikten yetkinleşmeye doğru okuyan mimarlık tarihçisi Jurgen Joedicke’nin klasik gelişme şemasını tersine çevirmek geliyor: Yeniden yapmak, farklı biçimlerde binalar inşa etmek yerine -ilk insanlar gibi- bulduklarını değerlendirmek,  gibi.

Spekülatif bir dönüşüm modeline gelinceye kadar, kapitalist dönüşüm modeline gelinceye kadar malzemeler, mekânlar, kamusal alanlar, konutlar sürekli yeniden düzenlenmek, yıkılıp yapılmak, moloza dönüştürülmek yerine özenle ve ihtimamla korunuyor, eldeki imkânlar, malzemeler yeni kullanımlara açık bir şekilde değerlendiriliyorlardı.

Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi sergi tasarımı | Kaynak: SO? Mimarlık ve Fikriyat

Bu durumda şunu sormak mümkün: Bunların modern mimarlık tarihindeki izlerini okuyabiliyor muyuz? Bu sıradan uygulamalar hiç şüphesiz, mimarlıktan bile sayılmıyordu!

Mimarlığın kamusal niteliğinden, sorumluluğundan ve birey ötesi yapılardan söz ediliyorsa, “kimin ve nelerin hayatta kalacağına ya da kalmayacağına karar verme yetkisine sahip olmak” tercih meselesi olmaktan öte bir şey olabilir mi?

MİMARLIĞA YENİ BİR BAKIŞ AÇISI MI, YOKSA ÇOK DAHA FAZLASI MI?

Açıkçası bu soruların insanın zihninde –sorulmayan- başka sorular da uyandırdığını söyleyebilirim:

“Yıkmayacağım, yok etmeyeceğim, öldürmeyeceğim…” derken, mimarlar aynı zamanda tersini de yapma, şiddet uygulama yetkisine sahip olduklarını itiraf etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse mesele yalnızca niyetten mi ibaret? Bunun hakkında söylenecek bir şey yok mu?

Mimarlığın kamusal niteliğinden, sorumluluğundan ve birey ötesi yapılardan söz ediliyorsa, “kimin ve nelerin hayatta kalacağına ya da kalmayacağına karar verme yetkisine sahip olmak” tercih meselesi olmaktan öte bir şey olabilir mi?

Profesyonellik alanları temsillerin hayatın, gerçeğin kendisi olduğunu zanneden, kendi imgelerini başka canlıların ve cansızlara mal eden, erkle, kamu ve piyasa gücüyle donatılmış ahmakların işgali altında olmaktan nasıl kurtulabilir? Ya da erki kullanmayan, kullanmak istemeyen bağımsız mimarlar, şehir plancıları nasıl hayatta kalabilir? Onların mimarlık için yaratacakları nitelikli işler, katma değerler için kimler nasıl karar verebilir?

Yoksa şu an yapıldığı gibi, onlara şu mu önerilecek?

“Spekülatif bir emlak piyasasında, kentsel dönüşüm modelinde, kamu gücü, imkânları kullanılarak oluşturulan kariyer ve fırsat alanlarında yaşama şansınız yok. Gelin bizim gibi büyük sermayenin desteklediği hayırseverlik alanlarına, sanat kurumlarına, müzelere sığının!

Böylece mimarlık, sanat gibi faaliyetler de seçkinlerin bir uğraşı, ilgi alanı olarak algılansın. Kitleler yaşam çevreleri üzerinde söz sahibi olma mücadelelerinin yalnızca imar haklarına indirgendiğini öğrensinler. Yaratılan eşitsizliklerin üzeri örtülsün, eşitsizlikler pekiştirilsin ve yalnızca bir defa değil, iki defa işaretsizleştirilsinler!” 

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir