AK Parti ve “Yeniden İstanbul”: İstanbul, AK Parti döneminde hangi fırsatları kaybetti?

AK Parti ve “Yeniden İstanbul”: İstanbul, AK Parti döneminde hangi fırsatları kaybetti?

Gerek milliyetçilik gerekse de siyasal İslam, rekabet içinde de olsa, sınıf perspektifinin örtülmesine yol açtı. Her ikisi de mağdurlar adına konuştuğu hissini yarattı. Ancak aynı zamanda bu sekülerleşmemiş, devlet imtiyazlarıyla donatılmış, bürokratik sınıflarla kapitalist modernleşmenin asimetrisini yeniden üretti.

Rakiplerimizin karşımızdakiler değil asıl onları kontrol edenler olduğunu asla aklımızdan çıkarmayacağız. Gençler unutmayın bugün bir başlık atıyorum: Yeniden İstanbul… Bizim kuklalarla ve kuklacılarla işimiz yok. Biz kuklacıyı da parmağında oynatan üst akılla mücadele ediyoruz.

Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan “Yeniden İstanbul” başlığı ile dikkatleri çeken konuşmasında bunları söyledi.

“Yeniden İstanbul” sloganını duyunca oturup tekrar düşündüm.

94’den, Refah Partisi’nin yerel seçimleri yüzde 25 oyla almasından bugüne neredeyse 30 sene olmuş. AK Parti’nin iktidarı da 20 seneden fazla. Eğer Tek Parti Dönemi’ni saymazsak, hiçbir siyasal kadro İstanbul’da kendi yerel yönetim anlayışını sergilemek için böyle bir fırsata sahip olmadı. Bu süre içinde kimilerine göre İstanbul yaşanmaz hale geldi ama bir taraftan da nüfus tam iki kat arttı. Bu siyasal kadronun ya da hareketin ekonomik krizlere, kötü yönetim örneklerine rağmen nasıl güçlü bir şekilde bu kadar süre ayakta durmayı başardığını sorgulamanın kritik bir önemi olduğunu düşünüyorum.

Bu direnci kimileri yalnızca toplumun muhafazakarlığı ile açıklamaya çalışıyorlar.

Kimler pekiyi: Asıl rakipleri? Bu “üst akıl” kim? “Kuklacılar” kim? Bu sözlerin boşa söylendiğini zannetmiyorum.

“Seninkisi de amma faraziye!” diyebilirsiniz. Ama ben size ne düşündüğümü söyleyeyim: kapitalist modernleşme!

AK Parti’nin çoğu zaman, tıpkı sınıf perspektifi olan bir parti gibi davrandığını, iddia sergilediğini düşünüyorum. AK Parti’nin kapitalist modernleşme tarafından bastırılmış olan, krizlerle de büsbütün yoksullaşan kitleleri, mağdurları temsil etme iddiasından güç aldığını söylemek mümkün.

Ancak bu gerçekten bir sınıf siyaseti değil; çünkü kapitalist modernleşme tarafından bastırılmış, işaretsizleştirilmiş olanlar yine onun içindeki hayaletler gibi. Silinenlerin, bastırılanlarının temsil edilmeyenlerin eşitsizlik, şiddeti üreten yapılar içindeki hayalleri. Bu hayallerin karşısında kim var? Devlet imtiyazları ile ayrıcalıklar elde etmiş, soylulaşmış, kariyer yapmış, güç sahibi olmuş seçkinler.

Milliyetçilik, bir taraftan kapitalist modernleşmenin yok ettiği değerleri yaşatıyormuş gibi yapıyor bir taraftan da onları hayaletlere, temsillere dönüştürerek. Bir taraftan kapitalizmin karşısındaymış gibi yaparken bir taraftan da onun yarattığı muazzam skandalı, insan olanların ve olmayanların hiçleştirilmesini örtbas etmeyi amaçlıyor.

Milliyetçilik, bir taraftan kapitalist modernleşmenin yok ettiği değerleri yaşatıyormuş gibi yapıyor bir taraftan da onları hayaletlere, temsillere dönüştürerek. Bir taraftan kapitalizmin karşısındaymış gibi yaparken bir taraftan da onun yarattığı muazzam skandalı, insan olanların ve olmayanların hiçleştirilmesini örtbas etmeyi amaçlıyor. Çünkü eşitsizliği, şiddeti yaratan bu asimetriyi yaratan sembolik yeniden üretim, Althusser’in dediği gibi, “devletin ideolojik aygıtları”. Dolayısı ile devletin içindeki bu iktidar mücadelesi, çatışması bir bakıma aynı zamanda bir uzlaşma, işbirliği dinamiği yaratıyor.

Bu yüzden belki de bir ikili yapıdan söz etmek mümkün. Bir tarafta meslek yapıları, üniversiteler, kompartımanlarmış alanlarda gelişen bürokrasi, diğer tarafta halkı temsil iddiasından güç alan siyaset. AK Parti öncesinden başlayarak bu ikisi arasındaki iktidar rekabeti, devlet imtiyazlarını kullanma mücadelesi modernleşmenin yönünü değiştirdi. Kitleleri temsil iddiası, siyasetçiler için arka planda işleyen bir kutsal bagaj halini aldı. Modernleşmenin işleyişi tersyüz oldu, akılcılaştırma fırsatları, hukuk ortadan kalktı, yolsuzluklar, kamu imkanlarını, kariyer fırsatlarını kendileri için kullanan zümreler ortaya çıktı.

Yönetim deneyimi açısından Marmaray projesi ve Theodosius Limanı kazıları, bütün dünyanın ilgisine mazhar olan muazzam bir fırsat ortaya çıkardı: Ortaya çıkan (ve bilinen) dünyanın en büyük Roma limanını araştırmak, bilinir kılmak ve onu şehrin yönetim zekasının geliştirilmesinde bir kaldıraç gibi kullanmak… Bu keşifler şehrin değil, ülkenin karşısına çıkan önemli bir fırsattı… Ama Marmaray, bir ulaşım projesi olarak gerçekleştirildi.

İSTANBUL AK PARTİ DÖNEMİNDE HANGİ FIRSATLARI KAYBETTİ?
İstanbul’da kültürel mirasın yönetimi meselesi, yeni şehircilik deneyimleri için çok büyük fırsatlar yarattı. Dünyanın eşi benzeri olmayan, Orta Çağ’dan kalma en büyük kentsel sur varlığının korunması gibi… İstanbul, büyüklük itibarıyla dünyada şehirsel sur varlığını koruyabilmiş önde gelen şehirdi. Hem büyüklük açısından; çünkü Orta Çağ’da dünyada bu büyüklükte bir başka şehir yoktu hem de modern şehir surların dışında, kuzeye doğru geliştiği için, Galata’da olduğu gibi, 20. yüzyıla doğru yıkılmaları söz konusu olmamıştı. Korundukları için değil, yalnızca dokunulmadıkları için öyle kalmışlardı. Ancak yakın tarihlerde “restorasyon” ya da inşaat çalışmaları ile tahrip edildiler. Bu tahribin önemli bir nedeni, şehirsel bir varlık olarak bütünsel bir yönetime sahip olmamasıydı. Surların ele alınması çok yönlü, çok öncelikli bir şehircilik deneyimi gerektiriyordu. Ama sonuç ortada. Derme çatma inşaat projeleri ile İstanbul’un bu hazinesini yok etti.

Başka bir fırsat büyük bir ulaşım projesinde, Marmaray’da tekrar karşısına çıktı.

Marmaray kazılarında dünyanın en büyük Roma limanı ortaya çıkarıldı. Bu liman, şehrin bir zamanlar Akdeniz’deki hakimiyetini sergiliyordu; Roma’nın başkenti oluşunu.
Dünyada heyecan veren arkeolojik kazılarda yapılan keşifler Mısır’dan İberya Yarımadası’na kadar şehrin ilişkide olduğunu gösteriyordu. 6. yüzyılda inşa edilen dünyanın en büyük kilisesi Ayasofya, şehrin bu eşsiz tarihine işaret ediyorsa, Theodosius limanı kazıları da öyle bir anlama gönderme yapıyordu.

Ayrıca Yenikapı’daki bir dokuz metre daha kazıldığında, Tatlısu kenarındaki bir neolitik döneme ait yerleşim daha bulundu. Heyecan verici olan aynı zamanda, jeomorfolojik katmanlarda altta Tatlısu canlılarına ait kabukların bulunmasıydı. Yetmiş santimetre üstünde de tuzlusu. Bu alt katman, “Büyük Tufan” adı verilen su baskınlarının hangi tarihte gerçekleştiğini gösteriyordu. Bu katmanlar her defasında, bu baskınından önce ve sonra, Lykos (Bayrampaşa) deresinin alüvyonları ile örtülerek korunmuştu.

İstanbul gibi yaklaşık 16 yüzyıl gibi bir zaman diliminde dünyada en uzun süre imparatorluk başkenti olmuş bir şehir, varlığını hiç şüphesiz tuzlu suya borçlu. (Ama varlığını sürdürebilmek için de tatlı suya.) Bunun için de dünyanın en muazzam su sistemi inşa edilmiş.

Yönetim deneyimi açısından Marmaray projesi ve Theodosius Limanı kazıları, bütün dünyanın ilgisine mazhar olan muazzam bir fırsat ortaya çıkardı: Ortaya çıkan (ve bilinen) dünyanın en büyük Roma limanını araştırmak, bilinir kılmak ve onu şehrin yönetim zekasının geliştirilmesinde bir kaldıraç gibi kullanmak… Bu keşifler şehrin değil, ülkenin karşısına çıkan önemli bir fırsattı… Ama Marmaray, bir ulaşım projesi olarak gerçekleştirildi. İstanbul önüne çıkan bu fırsatı da kullanamadı.

Bu nitelikteki bir düğüm noktası, şehrin en önemli transfer merkezi için farklı öncelikler, farklı kamu işlevleri arasında akışkanlık sağlayabilen, şehirselleştirilmiş çok aktörlü, çok katmanlı bir misyon odaklı organlaşma ve proje geliştirme deneyiminin yaşanması mümkündü.

Marmaray, merkezi yönetimin bir ulaşım projesi olarak geliştirildi. Nihayetlenen mimari projeler bir inşaat şirketinin bürolarında hazırlananlardan çok farklı değildi; bugün, bu önemli kentsel yönetim deneyimi, yalnızca bir tür mimari proje yarışmasına indirgendi.

Marmaray, merkezi yönetimin bir ulaşım projesi olarak geliştirildi. Nihayetlenen mimari projeler bir inşaat şirketinin bürolarında hazırlananlardan çok farklı değildi. Bir sivil girişim tarafından bu sürece gerçekleşen müdahaleden sonra ve tarafların ikna edilmesi ile bütünleşik, katılımcı ve daha yaratıcı bir kentsel yönetim deneyimi için bir kapı aralandı. Bu yüzden akıl almaz engellemeler ile karşılaşıldı, yıllarca bir türlü adım atılamadı. Bugün, bu önemli kentsel yönetim deneyimi, yalnızca bir tür mimari proje yarışmasına indirgendi. Bu önemli deneyimin bugün neden bu noktaya geldiği, yıllarca neden geciktirildiği, bazı temel inşaatlar ancak tamamlandıktan sonra uygulamaya konduğu ise, herkes için üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu.

Sulukule’deki kültür kırımı projesine karşılık örneğin, çözüm için siviller önemli başarılar elde ettiler. Küresel bir dayanışma ile gerçekleştirilen çok yönlü, halkı yerinden etmeyecek, fonlaması da Avrupa İskân Fonu’ndan temin edilecek projeyi, “Bizim projemizi yabancılar mı yapacak? diyerek ötekileştirildi. O rezil projeyi yapan mimarların kamu kurumlarında kariyer imkanlarını istismarına kimse ses çıkarmadı. Sorumluluk, yalnızca sermayesiz sınıfları temsil ettiğini zanneden siyasetçilerin üzerine yıkıldı. Bu rezaleti yapanlar, kültür kırımına şahit olunduğu halde ve seçkinler, mimarlık medyası içinde el bebek, gül bebek korundu.
İstanbul gibi bir şehirde kamusal alanların ve kültürel mirasın yönetimi, yeni şehircilik deneyimleri için büyük bir fırsatlar yarattı.

*****

Gezi, örneğin, AK Parti’nin önüne çıkan müthiş bir fırsattı. Müzakere özürlü, tepeden inmeci bir kamusal alan anlayışının tezahürüydü. Son yapılan ve meydanı otoyol kavşağına dönüştürmeyi amaçlayan düzenleme projesi, her dönem kamu kurumlarının adını kullanarak protokollerle belediye projeleri yapan “solcu” hocalar tarafından geliştirilmişti. Bunların hepsi 28 Şubat sürecinde başörtülü öğrencilerin eğitimini engelleyen, meslek kuruluşlarında örgütlenerek Erdoğan’a savaş açan kişilerdi. İmtiyazlarını kaybedecekleri için bu mücadeleyi başlattıklarını çok iyi bilen Erdoğan, onların ellerindeki işleri almak yerine daha fazla iş verilmesini sağlayarak bu zor dönemi atlatmaya çalıştı. İstanbul’un Master Planı, Sulukule Projesi, UNESCO listesindeki alanlar, Karasurları çalışmaları bu kapalı ilişkilerle iş alan kişilere verildi.

Türkiye siyasetinde ya da bütün neoklasik kamu düzenlerinde su yüzüne çıkan şey, modernleşme ile bastırılmış olan yapıların gene modern kurumlar, yapılar aracılığıyla temsil ediliyormuş, yeniden üretiliyormuş ya da yaşatılıyormuş gibi gözükmeleri.

Taksim ve Gezi meselesi, Sulukule’deki dönüşüm, dünyanın en büyük kentsel sur varlığının korunması gibi konular yanında, Marmaray projesi ve Theodosius Limanı kazıları muazzam bir fırsat ortaya çıkardı: Kompartımanlarmış kamu zekâsını dönüştürmek, örnek teşkil edebilecek yenilikçi bir şehircilik deneyimi geliştirmek, merkeziyetçiliğin kurumlarının, ideolojisinin ayaklarını yere bastırmak, şehrin tarihini yeniden okumak vs. için, eşi benzeri olmayan muazzam yönetim deneyimi fırsatları yarattı. 28 Şubat sürecinde, sivil alana dair ne varsa hepsini merkezi milli siyasetin gerilim hattına taşındı. Adeta yeni bir rejim oluşturuldu, yerelin merkeziyetçilikle askıya alınması ile. Gezi gibi bir fırsat çatışmacı bir rejimin inşası için kullanıldı. Onlarca genç öldü, yüzlerce insan yaralandı. Yöntemde, merkeziyetçi gerilim hattına taşıma konusunda oligarşik ilişkiler nedeniyle Osman Kavala gibi masum insanlar içerde.

Sonuç: Türkiye siyasetinde ya da bütün neoklasik kamu düzenlerinde su yüzüne çıkan şey, modernleşme ile bastırılmış olan yapıların gene modern kurumlar, yapılar aracılığıyla temsil ediliyormuş, yeniden üretiliyormuş ya da yaşatılıyormuş gibi gözükmeleri. Bu belki, Osmanlı modernleşmesinin bağrında milliyetçiliklerin, dini siyasal hareketlerin doğuşundan beri böyle. Gerek milliyetçilik gerekse de siyasal İslam, rekabet içinde de olsa, sınıf perspektifini örtülmesine yol açtı. Her ikisi de mağdurlar adına konuştuğu hissini yarattı. Ancak aynı zamanda bu sekülerleşmemiş, devlet imtiyazlarıyla donatılmış, bürokratik sınıflarla kapitalist modernleşmenin asimetrisini yeniden üretti.

Şehir için bu olağanüstü deneyim fırsatları imtiyazcı, kapalı yöntemlerle heba edildi, bilerek isteyerek… İlişki kurma fırsatları yaratan muazzam keşifler, küresel ilginin üzerinden süngerle geçildi. Bu deneyimle köprü kurmak isteyen kültürel miras yöneticileri, mimarlar, arkeologlar düşmanlaştırıldı.

Soruyorum: Bunları yapan görünürdekiler, yani yalnızca beceriksiz yöneticiler miydi? Bu fırsatların heba edilmesinde, şehrin bu hale gelmesinde o karanlık ilişkilerle, kamu gücü ile elde edilen imtiyazları kullananların hiç mi sorumluluğu yok?

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir