11 yıl sonra: Gezi’ye musallat olan heyula neydi?

11 yıl sonra: Gezi’ye musallat olan heyula neydi?

Bu projenin arkasında onlarca yıldır birikmiş son derece yüklü bir “bagaj” bulunuyordu. Bu yüzden uygulama projesini yapan uzmanlar, işlerini kaybetme korkusuyla sivil toplumun görüşme taleplerine asla cevap vermediler. Sivillerin siyasal otorite ile bu şekilde karşı karşıya kalmalarının, şiddet görmelerinin asıl nedeninin şehirde büyük uygulama işleri alan bu kişilerin yönetimlerle karanlık ilişkiler kurmaları olduğunu düşünüyorum.

2013 yılı Mayıs ayının sonuna doğru İstanbul Büyükşehir Belediyesi Taksim Yayalaştırma Projesi adı altında meydana erişen Sıraselviler, Gümüşsuyu, Mete, Cumhuriyet caddelerini derin yarıklar halinde dalış rampalarına dönüştüren ulaşım projesini uygulamak için harekete geçmişti. 

Ancak bu projenin ilk adımının uygulanabilmesi için Gezi’nin Asker Ocağı Caddesi (Divan Oteli karşısı) tarafındaki beş adet ağacın kepçelerle sökülmesi gerekiyordu. 

Büyükşehir’in gerçekleştirmek istediği bu projeye itirazları olan Taksim Platformu henüz proje ihale edilmeden “battı-çıktı” diye tabir edilen tünellerin üzerinde yer alan yol dönüşlerinin (kurbanlarının) projede bulundukları yerlere sığamadıklarını defalarca göstermeye çalışmıştı.

Öyle ki caddelerin meydana erişim noktaları yalnızca derin çukurlara dönüşmekle kalmıyor, otoyollardaki gibi üzerlerinden geçirilmek istenen bağlantılar da kaldırımları, yeşil alanları yok ediyordu.  Örneğin Sıraselviler gibi yoğun yaya trafiğinin olduğu bir yerde mevcut yapıların önünde yürünebilecek bir kaldırım bile kalmıyordu. Divan Oteli ile Gezi arasındaki dönüş kurbu parkın bir bölümünü yok etmeden projede gösterilen yere sığmıyordu.

Taksim Platformu yalnızca meydanı bir otoyol kavşağına, Gezi’yi de AVM’ye çevirecek olan projeye karşı çıkmakla kalmamış, projenin kendisinde de tutarsızlıklar olduğunu defalarca açıklamıştı. Hatta projeden anlamayan yöneticilere göstermek için bu caddelerin girişlerinde yer alan rampaların ve istinat duvarlarının neye benzediklerini, nasıl sonuçlar yaratacaklarını göstermek için maketler bile yapmıştı. Birebir yerinde oluklu mukavvalar ile temsil ederek nasıl yer kapladıklarını göstermeye çalışmıştı. Sıraselviler, Gümüşsuyu caddelerinde 12 metrelik yarıklar açılıyor, SİT alanı ilan edilmiş yerlerdeki binalar tünel girişlerinin kenarlarında, kaldırımsız kalıyordu.

Ancak geçmişte yapılan itirazlara karşı uygulama projesini ve şehrin bütün meydanları için benzer projeler yapan üniversite hocaları “ulaşımın bilimsel bir konu olduğunu, tartışılamayacağını” iddia ediyorlardı. 

Platform ise Londra’nın Trafalgar meydanında olduğu gibi gerekirse taşıt trafiğinin nasıl sınırlandırılabileceğini, yeniden düzenlenebileceğini defalarca onlara anlatmaya çalışmıştı.

Ancak bu projenin arkasında onlarca yıldır birikmiş son derece yüklü bir “bagaj” bulunuyordu. Bu yüzden uygulama projesini yapan uzmanlar, işlerini kaybetme korkusuyla sivil toplumun görüşme taleplerine asla cevap vermediler. Sivillerin siyasal otorite ile bu şekilde karşı karşıya kalmalarının, şiddet görmelerinin asıl nedeninin şehirde büyük uygulama işleri alan bu kişilerin yönetimlerle karanlık ilişkiler kurmaları olduğunu düşünüyorum. 

Sonuçta yereli askıya alan, onu merkeziyetçi bir mücadele sahnesine taşıyan, bu bagaj Gezi’nin sırtına yüklenmişti.

Bu yüzden yeri askıya alan bu hafıza her şeyden üstün geliyordu: “Madem ki iktidardayız, artık vesayetin kalmadığını göstermek zorundayız!”

Yani yerel bir meydan düzenleme konusu, ağaçların korunması gibi öncelikler bu koşullarda yukarıdan görünmez olmuştu. Eğer karşı çıkan olursa, bunlar geçmişten beri vesayetçiliği savunan belli odaklar olmalıydı. 

28 Mayıs sabaha karşı gece parktaki ağaçları korumak için geceleyen gönüllülerin çadırları polis tarafından yakılmıştı. Aynı günün sabahı İstanbul Emniyet Müdürü Yardımcısı’nın (Ramazan Emekli) yönettiği kalkanlı, donanımlı “Çevik Kuvvet” polislerinin koruması altında ağaçları kepçeyle sökmek için yeni bir girişim başlatıldı.

 GEZİ NASIL BAŞLADI? 28 MAYIS SABAHI NE OLDU?

27 Mayıs günü Gezi’nin Asker Ocağı Caddesi (Divan Oteli karşısı) tarafındaki beş adet ağaç kepçelerle sökülmeye çalışılmıştı ancak operasyon orada nöbet tutan gönüllüler nedeniyle başarılı olamamıştı. 

28 Mayıs sabaha karşı gece parktaki ağaçları korumak için geceleyen gönüllülerin çadırları polis tarafından yakılmıştı. Aynı günün sabahı İstanbul Emniyet Müdürü Yardımcısı’nın (Ramazan Emekli) yönettiği kalkanlı, donanımlı “Çevik Kuvvet” polislerinin koruması altında ağaçları kepçeyle sökmek için yeni bir girişim başlatıldı.

Kurgulanan senaryo aşağı yukarı şöyleydi: 

Ağaçları korumak için oraya gelmiş bulanan 40-50 kişilik grubun karşısına Kalyon İnşaat’ın işçileri konmuştu. Bu senaryoya göre ağaçları korumak için oraya gelenlerle bu topluluk arasında bir çatışma çıkacak, polis de gaz sıkarak müdahale ederek parkı boşaltacaktı. Müteahhit de rahatça ağaçları sökecekti. Bir gün önceki başarısız olan ağaç sökme girişimi bu senaryo sayesinde mümkün olacaktı. 

O tarihlerde polisin çatışma çıkmadan müdahale etmesi toplantı ve gösteri haklarını düzenleyen mevzuata aykırıydı.  Peki bu ağaç sökme operasyonu nasıl bu senaryo sayesinde başarıya ulaşacaktı? 

“Kırmızılı Kadın”a gaz sıkan polisin mahkemede verdiği ifadeden. Birinci olarak “amirim emir verdi, bu nedenle sıktım” diyor. Bu doğru. Arkasında bulunan bej pardösülü (sonradan adının Ramazan Emekli olduğunu öğrendiğim) Emniyet Müdür Yardımcısı sağa sola koşturup bir taraftan işçileri göstericilerin üzerine yürümeye kışkırtıyordu, diğer taraftan da polise gaz sıkma talimatı veriyordu. İkinci olarak da “taşlı-sopalı çatışma çıktı, bu nedenle sıktım” diyor. Bu tamamen yanlış. Çünkü böyle bir çatışma hiçbir zaman olmadı. “Kırmızılı Kadın” fotoğrafından da gayet iyi anlaşıldığı gibi ağaçları korumaya çalışan insanların çatışma çıkaracak bir halleri hiç ama hiç yoktu. Aynı şekilde işçiler de aynı şekildeydi. Şaşkın bir şekilde durumu izliyor ve arkadaki Emniyet Müdür Yardımcısı’nın talimatına rağmen göstericilere saldırmıyorlardı. Bir yaşlı kadın gaz sıkan polise gayet sakin bir şekilde “evladım, neden bunu yapıyorsun” diye soruyordu. Ben de onu örnek alıp, arkadaki gaz sıkma talimatı veren ve işçileri kışkırtan bej pardösülü kişiye sesleniyordum: “Neden bunu yapıyorsun? Gel buraya konuşalım” Her seslenişimde bu kişi yüzünü yana çeviriyor, duymazdan geliyordu. Nihayet Sırrı Süreyya Önder kalkanlı polislerin arasından geçip ağaçları sökmeye çalışan kepçenin üzerine oturunca bu kişi operasyonun başarılı olamayacağını anlamış olmalı ki, yanımda bitti. Bana “sen benim kim olduğumu biliyor musun” dedi. Ben de hayır ama siz işçileri ve polisi sürekli kışkırtıp duruyorsunuz” diye cevap verdim. O da “ben bu operasyonu yöneten İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı’yım” dedi. “Biz sizin gibi bu çevre meselesinden hiç anlamıyor muyuz” diye ekledi. Anladığım kadarıyla gelişmelerin karşısında kendisini kötü hissetmiş olmalı ki, göstericiler ile kendisi arasında bir sınıf ayrımı varmış gibi algılıyordu. İşçilerin de aynı ideolojik bagaja sahip olacaklarını varsaymış olmalı ki, kurgulanan senaryo tutmayınca sorunu bizzat kendisi ifşa etmiş oldu. Aynı kurgu (taşlı-sopalı kavga çıktı, polis bu yüzden gaz sıkmak zorunda kaldı) tuhaf bir şekilde, İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği müfettişlerin aylar sonra hazırladıkları raporda da yer alıyor.

Zannedersem Gezi’yi tetikleyen de bu kurgulanan (ama gerçekleşemeyen) senaryo oldu. Çünkü burada polisin göstericilere karşı uyguladığı şiddet, olayı bir parkı koruma meselesinden daha farklı bir bağlama taşıdı. Anında paylaşılan görüntüler haklı bir infiale neden oldu ve Gezi’ye binlerce insan akın etti. 

Taksim’i bir otoyol kavşağına, Gezi’yi de bir AVM’ye dönüştürmeye çalışan proje sanıldığı gibi Ak Parti döneminde geliştirilmedi. Bu proje her dönem vardı. Ancak Taksim Platformu’nun ve bir takım duyarlı kişilerin düzenledikleri toplantılar yüzünden gerçekleştirilemedi. Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazandığında bu projeyi hazır buldu.

GEZİ’YE MUSALLAT OLAN BİR HEYULA

Ama defalarca (Dalan, Sözen, Erdoğan, Gürtuna, Topbaş….) aynı projeyle karşılaşmış ve öğrenciliğimden, edindiğim mimar kimliğimin başlangıcından itibaren hayatıma neredeyse sürekli musallat olmuş bu heyulanın, Gezi’deki projenin benim için de özel bir hikayesi var.  80’lierden bugüne bunun üzerine hep kafa yoruyorum.

Bu nedenle bir varsayımda bulunmam zannedersem mümkün.

Taksim’i bir otoyol kavşağına, Gezi’yi de bir AVM’ye dönüştürmeye çalışan proje sanıldığı gibi Ak Parti döneminde geliştirilmedi. Bu proje her dönem vardı. Ancak Taksim Platformu’nun ve bir takım duyarlı kişilerin düzenledikleri toplantılar yüzünden gerçekleştirilemedi. Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı’nı kazandığında bu projeyi hazır buldu. Üzerine henüz elinde farklı bir mimari proje bulunmadığı için bir çemberler çizdirdi. Taksim Platformu bu projenin fotoğraflarını çekti ve The Marmara Oteli’nde düzenlediği toplantıda basınla paylaştı. Platform çemberleri değil, asıl Taksim Meydanı’nı bir otoyol kavşağına, Gezi’yi de AVM’ye çevirecek olan bu projeyi sorguluyordu. Ancak o dönemin basını bunu değil, üzerindeki “çekingen” bir tarzda işlenen çemberleri görmüştü. Ertesi gün büyük gazetelerden birkaçı “Taksim’e cami yapılıyor” manşeti ile çıktı. Taksim Camii meselesi 28 Şubat Süreci’nin en gerilimli sembollerinden biri olmuştu. Bu yüzden merkezi yönetim kazanılır kazanılmaz Büyükşehir Belediyesi’ne, Kadir Topbaş’a da Taksim Projesi’ni uygulama talimatı verildi. 

Ancak bu defa hedeflenen Gezi’ye cami yapmak değil, bir başka projeden kopyalanan görsellerle AVM’yi geçmişte, 1939’da yıktırılan eski Topçu Kışlası’nın bir replikasını yaptırmaktı. Böylece iktidar hem Osmanlı mirasına sözde sahip çıkmış olacak, hem de meseleyi bu çözümle kökten halletmiş olacaktı. Çünkü ikinci adımda Taksim Camii için zaten eskiden beri tahayyül edilen ikinci bir yer bulunuyordu. 

İlginç olan Taksim’in iki farklı milli siyaset akımının bir temsil sahnesine dönüşmüş olmasıydı. Cumhuriyet devletin resmi tören alanını Dolmabahçe’den İstiklal Caddesi’nin nihayetindeki yeni düzenlenen Taksim Meydanı’na taşırken onun simgesinin, caminin yerine bugünkü AKM’yi, Şehir Operası’nı yerleştirmişti. Dolayısı ile merkezi yönetime doğru gerçekleşen diğer milli siyasal katmanın hafızasında bu simgenin yer almasının nedeni belliydi. Ancak 28 Şubat sürecinde bu bir hesaplaşmaya dönüştü ve darbeyle özdeşleşti. Belki de buradaki travmatik hafızanın izlerini iktidarın bilinçdışında aramak mümkün. İktidar ağaçları koruma, çevre mücadelesini bu “karşı hafıza” girişimiyle karıştırdı ve bu yüzden şiddet kullanmaya kalkıştı. 

Buna karşılık kimi zaman bazı örgütlerin de benzer bir “karşı hafıza” girişimi olarak Gezi’yi algıladıklarını ve koşullandırmaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Nitekim Gezi çatışma eksenli hafızalaştırma müdahaleleriyle sonlandırıldı. Ankara’ya giden birinci görüşme heyeti bizzat bu çatışma eksenli siyaset aktörleri tarafından içerden saldırıya uğradı, giden ikinci heyet ise “hah işte tam aradığımız buydu, onlar bundan anlar” denerek dışarıdan. 

Nitekim “seyahat dönüşü” merkeziyetçi, yereli askıya alan eski çatışma senaryosu tekrar uygulamaya kondu. Artık gaz fişekleri havaya değil, göstericilerin kafalarına doğru sıkılıyordu. Polisin protokolü değişmişti.

Olan ise çatışmalarda ölen, yaralanan, sakat kalanlar yanında Osman Kavala gibi kişilere oldu. Olan tam da onun gibi bu çatışma eksenli siyaset modelinden uzak duran, Gezi’yi farklı bir kamusallık ve katılım biçimi açısından sorgulayanlara oldu. 

Kavala Gezi sırasında iktidara yönelik hakaret içeren mesajları duvarlardan silmeye, görüşmelerle, eylemlerle sivil toplum tarafından kazanılmış olan bu barışçıl deneyimi kalıcı kılmaya çalışmıştı. 

Dediğim gibi Gezi’de yukarının gözü görmez olmuştu ama Ak Parti içinde bu “28 Mayıs Senaryosu”nda da ipuçları apaçık gözüken bu çatışmacı modelin nelere mal olacağını anlayan, bu nedenle sivil toplumla görüşmeler yapan önemli bir topluluk vardı. Bunların içinde partinin en üst düzey kişileri, bakanlar da yer alıyordu. Ancak aynı devlet sınıflarıyla sivil toplum içinde de aynı bagaja sahip olanlar vardı. Bunlar zaman zaman su yüzüne çıkıyordu. 

Kavala gibi bir kişinin bu karşıtlık biçiminde uzlaşan ve bu şekilde Gezi gibi farklı kamusallık deneyimlerini bastıran, yereli askıya alan bu temsil sahnesinde yeri yoktu. Bu yüzden barışçıl tutumuyla ve fedakarlığı nedeniyle minnetle anılması, sevgiyle kucaklanması gereken, ülkenin selamete kavuşması için çaba gösteren bir kişi tam yedi yıldır zindanda. Onun gibi “alnından öpülmesi gereken” insanların bu temsil sahnesinde çatışan (ve çatışmakta uzlaşan) taraflar açısından tehdit olarak algılanması ise çok anlaşılır bir durum. 

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir