Bir yılın ardından deprem davalarındaki son durum

Bir yılın ardından deprem davalarındaki son durum

Depremin üzerinden 1 yıl geçti. Peki açılan davalarda durum ne. Hukukçu Hasan Sınar geride kalan bir yıl içindeki davaları değerlendirdi. Sınar’ın davaların akıbetinin toplumsal ilgiye bağlığı olduğunu ifade ederek; “Türkiye gibi gündemin sürekli yeni olaylarla hızla değiştiği bir ülkede, deprem davalarında yıllara yayılacak olan yargılamaların zaman içerisinde önemini kaybetmesi, kamuoyunun sorumluların akıbetlerine olan ilgi ve hassasiyetinin zaman içerisinde yitirilmesi fevkalade olası bir durumdur.”

Cumhuriyet tarihinin en büyük doğal afet felaketi olan 6 Şubat 2023 depreminden bu yana tam 1 yıl geçti. Kuşkusuz, hepimiz için çok karanlık, üzüntü ve acı dolu bir yıl oldu. Depremde yaşamını yitiren on binlerce yurttaşımızın acısını, en sevdiklerini elleriyle toprağa veren insanlarımızın asla dinmeyecek derin kederini her birimiz yüreğimizde hissettik.  Diğer yandan ise, böylesi korkunç bir felaketin ortaya çıkabilmesine zemin hazırlayan zincirleme ihmal ve sorumsuzluk zincirine karşı kabaran bir öfke hissettik. Kayıplarımız bir daha asla geri gelmeyecek olsa da, en azından sorumluların cezalandırılması bir nebze içimizi soğutacaktı. Toplumdaki herkes ama özellikle hukukçular, bu konuya yoğunlaştık. Bizler için en önem taşıyan konu, bu büyük facianın sorumlularının yargı önüne çıkartılması ve adil bir şekilde yargılanarak, hak ettikleri cezaları alması oldu.

İşte, 6 Şubat 2023’de büyük depremin hemen ardından, insanlarımızın yaşamını kaybettiği her bir binadaki sorumlular yönünden soruşturma aşaması başladı. Soruşturma aşamasında ise tek bir konu ön plana çıktı: Yıkılan her bir binadan beton, toprak, karot, donatı örnekleri biçimindeki delillerin muntazam bir biçimde toplanması, yani kısaca “delil tespiti”.

SORUMLULAR YÖNÜNDEN SORUŞTURMA AŞAMASI BAŞLADI

Peki büyük deprem faciasından 1 yıl sonra, bu konuda hangi aşamalarda geçildi ve nasıl bir noktaya gelindi? Bu yazıda kısaca deprem davaları sürecinde gelinen yeri özetlemeye çalışacağız.

Öncelikle, hukukçu olmayanlar için bir temel bilgi ile başlayalım. Bir suç işlendiğinde, bu suçla ilgili yürütülen yargılama faaliyetine “ceza muhakemesi” diyoruz, ceza muhakemesi de iki aşamadan oluşuyor. İlki, suçun işlendiğinin öğrenilmesiyle başlayan ve o suçla ilgili savcılığın hazırladığı iddianamenin kabul edilmesine kadar geçen “soruşturma evresi”. İkincisi ise, iddianamenin kabul edilmesi ile başlayan, kamuya açık duruşmalar yapılarak bir hüküm verilmesi şeklinde gerçekleşen ve bu hükmün kesinleşmesine kadar olan “kovuşturma evresi”.

İşte, 6 Şubat 2023’de büyük depremin hemen ardından, insanlarımızın yaşamını kaybettiği her bir binadaki sorumlular yönünden soruşturma aşaması başladı. Soruşturma aşamasında ise tek bir konu ön plana çıktı:

Yıkılan her bir binadan beton, toprak, karot, donatı örnekleri biçimindeki delillerin muntazam bir biçimde toplanması, yani kısaca “delil tespiti”.

Bu o kadar önemli bir işti ki, siz bir kez zamanında, ivedilikle harekete geçip, yıkılan her binadan bu delil tespitini yapamazsanız; artık ondan sonra ne o binanın yıkılmasından kimin sorumlu olduğunun belirleyebilirdiniz; ne de sorumluları belirleseniz bile, elinizde delil olmadan o kişileri cezalandırabilirdiniz.

Nitekim Adalet Bakanlığı da bunun farkında olduğu için, depremden 2 gün sonra İstanbul, Ankara ve İzmir’den 67 savcıyı, katipleri ve ekipmanlarıyla birlikte tırlarla yola çıkardı. 1 hafta içerisinde görevlendirilen savcıların sayısı 476’ya ulaştı, ayrıca inşaat mühendislerinden oluşan bilirkişiler de ekibe dahil oldu. Ancak, 11 ilimizi tüm ilçeleriyle birlikte yerle bir eden bu büyük facianın kapsamı ve etki alanı o kadar büyüktü ki, savcıların, bilirkişilerin ve adliye personelinin tüm fedakarane çabalarına karşın, ne yazık ki her yere yetişebilmeleri mümkün olmadı. Bu konuda Sayın Adalet Bakanı’nın, depremden 1 yıl geçtikten sonr 2 Şubat 2024 tarihli açıklamasında, bu konuyla ilgili olarak, “başka illerden bölgede 1000’e yakın hakim ve savcı, 984 bilirkişi, 538 adli tıp uzmanı ve 8 bin 951 adliye personeli görevlendirdiklerini bildiren ve yıkılan her bir bina bakımından bilirkişi incelemesine esas teşkil edecek tüm delilleri muhafaza ettikleri”ne ilişkin beyanlarının biraz abartılı olduğunu ve özellikle tüm binalarda delil tespiti ve muhafazası yapıldığı iddiasına ihtiyatla yaklaşılması gerektiğinin altını çizelim.

Yine de, haklarını yemeyelim, resmi kayıtlara göre 17000’den fazla yurttaşımızın yaşamını yitirdiği 1999 Büyük Marmara Depremi’nin ardından yürütülen soruşturma süreçlerinde hemen hiç delil tespiti yapılamadığını ve bu nedenle o dönemde açılan davalarda neredeyse tüm sorumluların beraat ettiğini hatırlarsak, bu kez 6 Şubat depreminin ardından gerek Adalet Bakanlığı’nın gerekse Hakim ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) büyük bir gayret ve özen içerisinde delil toplama faaliyetine yoğunlaştığını kabul etmek gerekir. Ancak, resmi rakamlara göre depremi yaşayan 11 ildeki toplam 5 milyon 649 bin 317 konuttan, 1 milyon 929 bin 313’ünün hasar aldığı yani neredeyse 2 milyona yakın konutun hasar gördüğü bu büyük faciada, ne yazık ki, yıkılan her bir binadan tek tek delil tespiti yapılabilmesinin hiç de kolay olmadığının altını çizmek gerekir.

Deprem’den sonraki soruşturma sürecine dönersek, bu konuda Adalet Bakanlığı yine doğru bir iş yaptı ve depremden etkilenen illerdeki cumhuriyet başsavcılıkları bünyesinde “Deprem Suçları Soruşturma Bürosu” oluşturdu. Bu bürolara kaydırılan cumhuriyet savcıları, ölümlerin yaşandığı binalarda ivedilikle delil araştırması faaliyetine giriştiler.

Bu kapsamda, her bir dosyada binanın yıkılmasına sebebiyet veren temel faktörlerin belirlenmesi için uzman bilirkişilere başvuruldu; bu bağlamda özellikle karot ve donatı örneklerinin incelenmesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki uzman akademisyenlerin ve binanın yıkılmasına ilişkin sorumluların belirlenmesine ve kusur derecelerinin tespitine ilişkin olarak ise Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin uzman bilim insanlarının ön plana çıktığı çok önemli bilirkişi raporları dosyalara girdi. Nihayet, cumhuriyet savcılıkları tarafından yürütülen bu soruşturma faaliyetleri 2023 yılının son aylarında büyük ölçüde tamamlandı ve artık iddianameler düzenlenmeye başladı. 2024 yılı itibarıyla çok sayıda dosyada iddianamelerin kabul edilmesiyle birlikte, kovuşturma evresine geçildi. Kovuşturma evresinde -soruşturma evresinden farklı olarak- tüm işlemler ve elbette duruşmalar kamuya açık şekilde gerçekleştirilecek ve bu yargılama faaliyetinin neticesinde, depremde ölümlerin yaşandığı her bir binanın sorumluları hakkında “hüküm” verilecek.

İddianamelerin hemen hepsi, “bilinçli taksirle öldürme” suçundan dolayı düzenlendi. Yani en basit anlatımla, yıkılan binaların sorumlularının, Deprem Yönetmeliklerine aykırılık taşıyan o binanın depremde yıkılabileceğini ve binada bulunanlar yönünden ölüm neticesinin doğabileceğini “öngördükleri ancak bu neticeyi istemedikleri için”, bilinçli taksirle hareket ettikleri kabulüyle bu iddianameler tanzim edildi.

SORUMLULAR HANGİ SUÇTAN YARGILANACAK VE CEZA ALACAKLAR?

Ancak bu noktada, sorulması gereken en kritik soru şu:

İşte bu noktada, bir ceza hukukçusu olarak, beni bu yazıyı kaleme almaya zorlayan temel sorunu ve bu bağlamda deprem davalarına ilişkin hemen tüm iddianamelerde ortaya çıkan bir acı gerçeği paylaşmak durumundayım.

Çünkü bu iddianamelerin hemen hepsi, “bilinçli taksirle öldürme” suçundan dolayı düzenlendi. Yani en basit anlatımla, yıkılan binaların sorumlularının, Deprem Yönetmeliklerine aykırılık taşıyan o binanın depremde yıkılabileceğini ve binada bulunanlar yönünden ölüm neticesinin doğabileceğini “öngördükleri ancak bu neticeyi istemedikleri için”, bilinçli taksirle hareket ettikleri kabulüyle bu iddianameler tanzim edildi. Aslında bu kabul ne yazık ki Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatları ile uyumlu, hatta trafikte işlenen suçlar başta olmak üzere, farklı alanlarda da yaygın bir şekilde uygulanıyor. Ancak biz özellikle yeni nesil ceza hukukçuları olarak yıllardır bu uygulamanın yanlış olduğunu, bu tarz durumlarda bilinçli taksiri ön plana çıkartan Yargıtay içtihatlarının değişmesi gerektiğini ve tıpkı trafik suçlarında savunduğumuz gibi, deprem davalarında da “olası kast” uygulamasının ön plana çıkmasının elzem olduğunu savunuyoruz ve ülkemizde bu düşüncemizin hayata geçirilmesinin mücadelesini veriyoruz.

Diğer bir deyişle, yine en basit anlatımla, bir binayı Deprem yönetmeliklerine aykırı olarak inşa eden veya bu binaya ilişkin önleme/tespit/denetim görevini yerine getirmeyen sorumluların, olası bir depremde o binadakiler yönünden doğabilecek ölüm neticesini yalnızca öngörmediklerini ancak aynı zamanda bu neticenin doğabileceğini kabul ettiklerini, göze aldıklarını ya da en azından bu neticeye kayıtsız kalmak suretiyle fiili işlemeye devam ettiklerini savunuyoruz. Trafikte işlenen suçlar için yıllardır savunduğumuz bu tezin, yargı mercileri tarafından deprem davalarında öncelikli olarak değerlendirilmesi ve uygulanması gerektiğine inanıyoruz. Bu vesile ile Bölge Adliye Mahkemeleri ve Yargıtay’ın da deprem davaları önlerine geldiğinde yapacakları değerlendirmede, olası kastı ön plana çıkartan bir içtihadî değişime imza atmaları gerektiğini düşünüyoruz.

Burada vurgulanması gereken esas husus, bu tezimizin yalnızca ceza hukukçuları arasında teorik düzlemde ortaya çıkan kuramsal bir tartışmadan ibaret olmadığı; aksine, ülkemizde ceza adaleti sisteminin caydırıcılığı yönünden büyük bir sorun olan, kamu vicdanının tatmin edilmesi gerekliliğine de hizmet ettiği gerçeğidir.

Bir örnek vererek bu durumu açıklayalım.

Deprem davalarında iddianamelerin bilinçli taksirden düzenlendiğini belirttik, yargılama neticesinde mahkumiyetlerin de aynı şekilde bilinçli taksirden ortaya çıkması halinde manzara şu olacak. Taksirle öldürme suçunun kanundaki cezası (TCK md. 85), 2 yıldan 5 yıla kadar; mahkemenin temel cezayı -rutin uygulandığı üzere- alt sınırdan 2 yıl olarak belirlediği vakıada, bilinçli taksir (TCK md. 22/3) nedeniyle ceza 1/3’ten yarısına kadar artırılacak. Diğer bir deyişle, bilinçli taksirle bir kişinin ölümüne neden olan sorumlunun alacağı ceza kaba hesapla, yalnızca 3 yıldan ibaret olacak.

Oysa aynı deprem davasında, iddianamenin aksine mahkemenin, bizim savunduğumuz teze uygun olarak, olası kastın varlığını kabul ettiğini düşünelim. Bu takdirde artık taksir değil, kast hükümleri uygulanacaktır. Buna göre, kasten öldürme suçunun kanundaki cezası (TCK md. 81) müebbet hapis cezasıdır ve bu suçun olası kast ile işlenmesi halinde ise, TCK md. 21/2 uyarınca olası kastla bir kişinin ölümüne neden olan sorumlunun alacağı ceza, en az 20 yıl hapis cezası olacaktır.

Kuşkusuz her bir davanın kendine özgü oluşma koşulları ve dinamikleri vardır ve ölüm neticesinin ortaya çıktığı her dosyanın koşulları öznel ve bağımsız olarak irdelenmelidir. Bununla birlikte, deprem davalarında mahkemelerin olası kast hükümlerini ön plana çıkartarak bir uygulama yapmaları, yalnızca sorumluların “yatarı dahi olmayan komik ve sözde cezalar ile kurtulmalarını engellemekle kalmaz; aynı zamanda ceza hukukunun “genel önleme” amacının gerçekleşmesine uygun bir caydırıcılığı ortaya çıkartır. Nihayet, bu durum kamu vicdanını bir nebze olsun tatmin ederek, ülkemizde ceza adaleti sistemine olan yoğun güvensizliğin biraz olsun düzeltilmesini sağlar.

Aslında burada bir diğer önemli sorun, yukarıda altı çizili ve kalın olarak vurguladığımız “yatarı dahi olmayan” ceza kavramından kaynaklanmaktadır. Türkiye’de ceza adaleti sisteminin belki de en adaletsiz ve hakkaniyete aykırı yanı, infaz sistemine egemen olan “cezasızlık kültürü”dür.

Ceza yasasında hiçbir bilimsel araştırma ve altyapıya dayanmaksızın, ülkenin sosyolojik gerçekliklere aykırı olarak ihdas edilmiş yüksek soyut cezaların uygulanmasıyla hapishanedeki hükümlü sayılarında asimetrik bir artış yaratmış, buna istisnai bir tedbir olması gereken tutuklamanın uygulamada özellikle belirli suçlar yönünden adeta kural hale getirilmesi de eklenince, yıllar içerisinde hapishane kapasitesi fazlasıyla aşılmıştır. Bu nedenle ülkemizde hapishanelerde kapasite üstü tutuklu ve hükümlülere yer açmak maksadıyla, adeta rutin şekilde “örtülü af yasası” çıkartma geleneği yerleşmiş ve belirli istisnai suçlar dışında, hükümlünün mahkûmiyet süresinin yalnızca cüzi bir kısmı içeride çektirildikten sonra, cezası dolmadan salıverilmesi gelenek halini almıştır.

Onun için Türkiye’de bir hükümlü herhangi bir suçtan hapis cezası aldığında, mahkemenin verdiği ceza miktarını önemsemez, onun için önemli olan cezanın “yatarının ne kadar olduğu”dur.

Çünkü herkes bilir ki, istisnalar dışında mahkeme tarafından verilen hemen hiçbir hapis cezası sonuna kadar çektirilmez ve devlet bir yasa çıkartır, bir imkan yaratır ve illa ki  hükümlüyü erkenden salıverir.

Deprem suçlarında olası kast temelinde bir cezalandırma sistematiği kurulması gerektiği gibi; geçmişte çokça örneklerini gördüğümüz üzere, ileride özellikle siyasi saiklerle, deprem davalarındaki sorumluları da kapsar şekilde çıkartılması olası “örtülü af kanunları”nın bugünden ortaya konulacak sürekli ve tavizsiz bir kamuoyu baskısı ile baştan engellenmesi şarttır.

OLASI KAST TEMELİNDE CEZALANDIRMA OLMALI

Bugün görülmekte olan deprem davalarında, yakında ulaşılacak mahkûmiyet kararlarında da ne yazık ki durum farklı olmayacaktır. Bu itibarla, deprem davalarında yeni başlayan yargılamalar hele bilinçli taksir mahkumiyetleri ile neticelenirse, bu takdirde bugün tutuklu yargılananlar da dahil olmak üzere tüm hükümlülerin, çok kısa bir süre sonra aramıza dönmeleri asla sürpriz olmayacaktır. Şu halde deprem suçlarında olası kast temelinde bir cezalandırma sistematiği kurulması gerektiği gibi; geçmişte çokça örneklerini gördüğümüz üzere, ileride özellikle siyasi saiklerle, deprem davalarındaki sorumluları da kapsar şekilde çıkartılması olası “örtülü af kanunları”nın bugünden ortaya konulacak sürekli ve tavizsiz bir kamuoyu baskısı ile baştan engellenmesi şarttır. Hatta bu baskı öylesine gerçek, güçlü ve hissedilir olmalıdır ki, hiçbir siyasi irade, depremin sorumluları için bir örtülü af kanunu çıkartmayı değil gündemine almak, telaffuz etmeye dahi cesaret edememelidir!

Nihayet, deprem davalarıyla ilgili değinilmesi gereken diğer bir konu ise, Türkiye’de ceza adaleti sisteminin ezeli sorunu olan, ceza davalarının çok uzun sürmesi gerçeğidir. Gerçekten, yazının başlangıcında değindiğimiz üzere, deprem dosyalarında suçun işlendiğinin öğrenilmesinden iddianamenin kabul edilmesine kadar geçen soruşturma evresi genel itibarıyla yaklaşık 1 yıl içerisinde tamamlanmıştır. Şimdi ise kovuşturma aşamasına geçilmiş ve duruşmaların icrasına başlanmıştır. Kovuşturma evresinde, deprem dosyalarına bakan hemen tüm mahkemelerin, soruşturma evresinde savcılık tarafından alınan bilirkişi raporları ile yetinmemesi ve tarafların taleplerini de gözeterek üniversitelerden yeni bilirkişi raporları talep etmesi rutin ve olağan bir uygulama olarak kabul edilmelidir. Bu durum ise kuşkusuz yargılamaların uzamasına sebebiyet verecektir.

Ancak daha da önemlisi, davaya bakan ilgili ağır ceza mahkemesinin yargılamanın sonunda verdiği karar, nihai bir karar değildir. Bu karara karşı önce Bölge Adliye Mahkemesi’ne başvurarak bir istinaf incelemesi talep edilecek, sonra da istinaf incelemesinde çıkacak karara karşı da Yargıtay’a başvurarak temyiz incelemesi talebinde bulunacaktır. Olağan kanunyolları olarak ifade edilen bu yargısal süreçlerin tamamı, yukarıda belirttiğimiz üzere “kovuşturma evresi”nin bir parçasıdır ve hüküm ancak Yargıtay tarafından nihai şekilde karara bağlanmak suretiyle kesinleşir.

Şu halde, deprem davalarında tüm bu süreçlerin tamamlanması ve kesin hükmün ortaya çıkması en iyi ihtimalle birkaç yılda tamamlanabilen uzun ve sancılı bir süreç olacaktır. Türkiye gibi gündemin sürekli yeni olaylarla hızla değiştiği bir ülkede, deprem davalarında yıllara yayılacak olan yargılamaların zaman içerisinde önemini kaybetmesi, kamuoyunun sorumluların akıbetlerine olan ilgi ve hassasiyetinin zaman içerisinde yitirilmesi fevkalade olası bir durumdur.

İşte bu noktada, başta mağdur yakınları olmak üzere, konuyla ilgili tüm uzmanların, gazetecilerin, hukukçuların, akademisyenlerin ve toplumsal sorumluluk hisseden herkesin, yasal süreçlerin işleyişi hakkında düzenli olarak kamuoyuna bilgilendirme yapması, düzenli bir raporlama faaliyeti ve düzenlenecek diğer etkinlikler ile, bu büyük felaketin sorumlularının cezalandırılması noktasındaki adalet beklentisini canlı ve diri tutma görevi bulunmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, bu ülkede ne yazık ki uzun yıllar içerisinde yerleşmiş olan kadim “cezasızlık kültürü”nün yegane panzehiri, toplumsal belleğin daima güçlü tutulması ve kamuoyu hafızasının düzenli olarak tazelenmesidir.

Hasan Sınar, Prof. Dr., Altınbaş Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi


Bu dosyada, 11 ildeki yıkım hepimizi derinden yaralarken “bir daha olmasın” diyenleri, “seslerini duyuramayanları” ve “hesap vermeyenleri” tekrar hatırlıyoruz. Dosyamızdaki yazıları okumak için buraya tıklayınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir