Övünme ve üzülme duyguları üzerine (2)

Övünme ve üzülme duyguları üzerine (2)

Zaman zaman şu tür haberler alıyoruz: “Filanca ülkede şöyle bir bilimsel icat yapıldı ve mucidi Türk’müş.” Televizyonlar koro halinde bu kişileri tanıtmaya, başarılarını gözler önüne sermeye başlıyor. Ancak başarının kendisi dışında, olayların gelişimine bakarak övünç duymak yerine üzülmek mi gerekir acaba? Söz konusu şahsın o buluşa imza atmasında etken öğe “Türk” olması mı yoksa “o ülkede” yaşıyor olması mıdır? Bu kişi sözü edilen buluşu neden bizim ülkemizde yapmadı diye üzülmemiz gerekmez mi?

Geçen yazımda din ve milliyetçilik kapsamında övünmek yerine üzülmemiz gereken çeşitli konuları örnekleriyle incelemiştim.

Yurt dışında yaşayan başarılı Türkler meselesi kafamı bir hayli karıştıran bir konu.

Zaman zaman şu tür haberler alıyoruz: “Filanca ülkede şöyle bir bilimsel icat yapıldı ve mucidi Türk’müş.”

Sevinçten göklere uçuyoruz.

Televizyonlar koro halinde bu kişileri tanıtmaya, başarılarını gözler önüne sermeye başlıyor.

Kanallar bu kişilerle yapılan röportajları yayınlama yarışına giriyor.

Bunlar ülkeye çağrılıp çeşitli üst düzeylerde görüşmeler yapmaları sağlanıyor.

Kuşkusuz ortada bir başarı varsa başarının kendisine sevinmek ve bu kişileri de tebrik etmek gerekir.

Ancak başarının kendisi dışında, olayların gelişimine bakarak övünç duymak yerine üzülmek mi gerekir acaba?

Söz konusu şahsın o buluşa imza atmasında etken öğe “Türk” olması mı yoksa “o ülkede” yaşıyor olması mıdır?

Bu kişi sözü edilen buluşu neden bizim ülkemizde yapmadı diye üzülmemiz gerekmez mi?

Ya da tersinden şöyle düşünelim:

Kim bilir bizim ülkemizde nice buluşa imza atacak etnik kimliği, cinsiyeti, dini inancı vs. farklı nice dehalar vardır. Kısır siyasal çekişmeler, kutuplaşmalar, kayırmacılık, milliyetçilik, din üzerindeki çekişmeler nedeniyle hepsini harcıyoruz, heba ediyoruz. Onlar eğer başka bir ülkeye gitme şansı elde ederlerse kendilerini ispatlayabiliyorlar.

KİM BİLİR BİZİM ÜLKEMİZDE FARKLI NİCE DEHALAR VARDIR

Kim bilir bizim ülkemizde nice buluşa imza atacak etnik kimliği, cinsiyeti, dini inancı vs. farklı nice dehalar vardır.

Kısır siyasal çekişmeler, kutuplaşmalar, kayırmacılık, milliyetçilik, din üzerindeki çekişmeler nedeniyle hepsini harcıyoruz, heba ediyoruz.

Onlar eğer başka bir ülkeye gitme şansı elde ederlerse kendilerini ispatlayabiliyorlar.

Şunu da biliyoruz ki kendilerini başka bir ülkede ispatlamış olanlar bizim ülkemizde yaşamış olsalardı, hiçbir başarı gösteremeyeceklerdi.

Başka ülkelerde çok sayıda başarılı değerimizin olması ülke olarak bizim başarısızlığımızı onların başarısını göstermez mi?

İnsanların bu ülkede başarılı olmasını teşvik etmediğimiz gibi, başarının önlenmesi için her türlü çabayı gösteriyoruz.

Sonra da başka bir ülkede başarılı bir vatandaşımız çıktığında onunla övünüyoruz.

Bence övünmek yerine onu neden bu ülkede başarılı yapamadığımızdan dolayı üzülmeli ve benzer durumun yaşanmaması için önlem almalıyız.

Bu kişilerin icatları dolayısıyla elde edilen katma değerin yaşadıkları ülkeye ait olduğunu unutmamak gerekir. Bu da doğaldır, çünkü o kişilerin o icadı yapmaları için gerekli yatırım o ülke tarafından yapılmıştır.

Şimdi teorik bir çerçeve[1].

Ünlü filozof John Stuart Mill (1806-1873) kendi döneminde “çoğul oylama sistemi”ni savunmuş. Çoğul oylama sistemine göre vasıfsız işçiler tek bir oya, vasıflı işçiler iki oya, okul mezunları ve profesyonel meslek mensupları beş ya da altı oya sahip olmalıydılar.

Aslında bu bizde bilinen bir tartışma. Yakın zaman önce dağdaki çobanın oyuyla eğitimli biri olarak kendi oyunun aynı değerde olmaması gerektiğini savunan bir manken linçe uğramıştı.

İnsanların oylarının farklı değerde olmasını savunmak seçkinci bir yaklaşımı yansıtır ve demokratik toplumlarda genellikle tepkiyle karşılanır.

Peki Mill seçkinci bir düşünür müdür?

Kesinlikle değil.

Mill önerdiği bu sistem dolayısıyla kimi zaman “vesayetçi” olarak eleştirilse de bu eleştiri Mill’i bütünlüğü içinde okumamaktan kaynaklanır.

İlk olarak Mill’in çoğul oylama sistemini neden savunduğuna bakalım: Platon’u izleyen Mill, oy kullananların aynı yetenekte olmadıklarını ve akıllarını eşit düzeyde kullanamadıklarını dikkate alarak oyların eşit değerde olmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Mill bazı oyların çoğunluk tahakkümüne yol açabileceği endişesiyle çoğunluk tahakkümünü önleyen bir formül önermiştir. Demokratik kuralları kavramış olanların oylarının diğerlerine göre daha yüksek bir değerde olması, çoğunluk tahakkümünü önlemede etkili bir araç olacaktı.

Bu durumda çoğunluk tahakkümü tehlikesi olmadığında ya da bu tehlike ortadan kalktığında çoğul oylama sistemine de gerek olmayacaktı.

Bu tehlike Sokrates, Platon, Aristoteles, Çiçero gibi antik dönem düşünürlerini kaygılandıran bir ortak tehlikedir.

Mill’in farkı bunun geçici bir tehlike olduğunu söylemesidir. Bireylerin eğitim düzeyi arttıkça çoğunluk tahakkümü tehlikesi de ortadan kalkacak ve bu nedenle çoğul oylama sistemine de gerek olmayacaktı.

Bunu destekleyen ikinci öğe, Mill’in kadınların oy hakkına ilişkin düşünceleridir.

Mill kadınların oy hakkının olmadığı bir çağda kendi zamanına göre oldukça radikal sayılabilecek bir öneri ortaya attı: Oy hakkı kadınları da kapsamalıydı. Kadınların oy kullanma hakkının bulunmadığı bir çağda onlara oy hakkı verilmesini istemek cesurca ve radikal bir öneriydi.

MİLL KADINLARIN OY HAKKINI SAVUNDU

Mill kadınların oy hakkının olmadığı bir çağda kendi zamanına göre oldukça radikal sayılabilecek bir öneri ortaya attı: Oy hakkı kadınları da kapsamalıydı. Kadınların oy kullanma hakkının bulunmadığı bir çağda onlara oy hakkı verilmesini istemek cesurca ve radikal bir öneriydi.

Mill seçkinci bir düşünür olsaydı, çağında oy hakkı bulunmayan kadınların oy hakkına sahip olmaları gerektiğini savunmazdı.

Üçüncü olarak Mill toplumda yaşayan herkesin oy hakkına sahip olmasını, bir başka anlatımla “genel oy”u istiyordu.

Ona göre demokrasi özü gereği bir eğitim süreciydi; demokrasinin herkesin katılımını sağlayacak biçimde genişletilmesi gerekirdi.

Ancak herkesin oy kullanması dolayısıyla demokrasinin kendini koruyamaması tehlikesini dengelemek için “eşit oy” sistemi geçici olarak kullanılmamalıydı ve çoğul oylama sistemi bu kaygının sonucuydu.

Özetle Mill bir taraftan okuryazar olmayanların, belirli miktarda servete sahip olmayanların ve kadınların oy kullanmasına izin verilmesini savunurken, demokrasinin kendini tahrip etmesini önlemek için genel oy sistemini çoğul oylama sistemiyle dengelemeye çalışmıştı. Sadece çoğul oylama sistemi kısmına bakıp, genel oy sistemini savunduğunu dikkate almayanlar onu vesayetçi olarak eleştirmektedir! Oysa o öncelikle genel oy sistemini kalıcı olarak savunmuş, çoğul oy sistemini demokrasi olgunlaşıncaya kadar geçici olarak önermişti.

Bu yüzden de çağının çok ilerisindeydi. Ancak çağının ilerisinde oluşu bu düşünceleriyle sınırlı değildi.[2]

Öncelikle Mill temsili demokrasiyi savunmakla birlikte, temsili demokrasinin sadece yönetilenlerin yönetenleri seçtiği bir yönetim olmadığını söylemekteydi. Mill’e göre, temsili demokrasinin tercih edilmesinin nedeni, bireysel yeteneklerin en uyumlu gelişimini desteklemesiydi. Yurttaşlar siyasal yaşama katılarak bilgi, görgü ve duyarlılıklarını geliştirmekte ve daha yüksek düzeyde bir kişisel gelişim sağlamaktaydılar.

Ayrıca sadece seçmen tabanının genişletilmesi yeterli değildi, bu tabanın olanaklı olduğu ölçüde yerel düzeyde siyasal katılım sağlaması gerekiyordu. Olması gereken yurttaşların siyaset sürecine her düzeyde katılımıydı.

Bir kent sınırını aşan yönetimlerde bütün yurttaşların katılımını sağlamak olanaksızdı. Bu yüzden de yurttaşların tümü temsili yönetime oy vererek katılmalıydılar.

Yerel düzeyde ise yurttaşlar oy vermeyle yetinmemeli ve yerel otoritelerin karar alma süreçlerine katılmalıydılar. Bu nedenle yerel düzeyde güçlü ve bağımsız otoriteler oluşturulmalı ve yurttaşların bu otoritelere aktif olarak katılımı sağlanmalıydı.

Böylece temsili demokrasi sadece bir seçim faaliyeti olmaktan çıkarılmakta, yurttaşların eğitimini de içeren bir kalkınma aracına dönüştürülmekteydi.

Mill’in ne kadar ilerici bir filozof olduğu komünist üretim biçimi ile ilgili şu değerlendirmesi açıkça göstermektedir: “İnsanların, kural olarak, kendilerini başkalarına ve kendine en yakın olanları daha uzaktakilere tercih etmesi doğru olmaktan çıktığı an Komünizm sadece uygulanabilir olmakla kalmayacak ama aynı zamanda tek savunulabilir toplum biçimi olacaktır ve o zaman geldiğinde elbette uygulamaya konacaktır.”

MİLL VE KOMÜNİZM

Son olarak Mill’in ne kadar ilerici bir filozof olduğu komünist üretim biçimi ile ilgili şu değerlendirmesi açıkça göstermektedir:

“İnsanların, kural olarak, kendilerini başkalarına ve kendine en yakın olanları daha uzaktakilere tercih etmesi doğru olmaktan çıktığı an Komünizm sadece uygulanabilir olmakla kalmayacak ama aynı zamanda tek savunulabilir toplum biçimi olacaktır ve o zaman geldiğinde elbette uygulamaya konacaktır. Kendi adıma, evrensel bencilliğe inanmadığımdan, Komünizmin insanlığın elit kesimi arasında şu anda bile uygulanabilir olduğunu ve geri kalanına da olabileceğini kabul etmekte bir zorluk görmüyorum.”

Mill gerçekçidir ve komünizmin yakın zamanda gerçekleştirilebilir bir yönetim biçimi olmadığını söylemektedir: Komünizmin önkoşulu, insanların “kendilerini başkalarına ve kendine en yakın olanları daha uzaktakilere tercih etmekten” vazgeçmeleridir. İnsanlık bu olgunluğa ulaşmadığında ve insanoğlu bencil olmaya devam ettiğinde komünizmin bir alternatife dönüşmesi olanaksızdır.

Şu halde Mill bütün toplumlar için her zaman geçerli olacak bir yönetim biçimi yerine yurttaşların gelişmişlik düzeyine göre farklı yönetim biçimleri öngörmektedir.

Mill’in en önemli özelliklerinden bir başkası siyasal özgürlükleri savunan bir yazar olmasıdır.

Mill’in özgürlüklere önem vermesi özgürlüğü doğal bir hak olarak görmesinden değil, fakat bireye ve topluma sağladığı yarardan kaynaklanmaktadır.

Mill’e göre bireyin gelişimi ile toplumun gelişimi arasında karşılıklı bir ilişki vardır: Bireyin topluma karşı görevleri vardır, çünkü toplum, bireyin kendi kişiliğini gerçekleştirebileceği tek yerdir ve toplum gelişkin oldukça özgürleşen birey kendi kişiliğini daha fazla geliştirebilir.

Bu durumda insan, kişiliğini ancak bir toplum içinde gerçekleştirebileceğinden, kişinin topluma karşı görevleri olmalı, ancak toplum da insanın kişiliğini tam ve özgür olarak gerçekleştirebilmesinin olanaklarını sunmalıdır.

Mill bu konuda şunları söylemektedir:

Bir devletin değeri, uzun vadede onu oluşturan bireylerin değeriyle ölçülür. Bireylerin zihni yönden gelişmelerinin ve yükselmelerinin sağlayacağı yararları…geciktiren bir Devlet;….; yararlı amaçlar için bile olsa bireylerin kendi ellerinde uysal araçlar olarak kalmaları için onları koyun sürüsü haline getiren bir Devlet, küçük insanlarla gerçekten büyük şeylerin başarılamayacağını görecektir.”

Mill özetle şunları söylemektedir: Koyun sürüsüyle bir yere varılamaz.

Bu yüzdendir ki Mill bir taraftan okuryazar olmayanlara, yoksullara ve kadınlara oy hakkı tanınmasını savunurken, diğer taraftan toplumun gelişimini olumsuz etkileyecek oyların değerini geçici olarak düşürmektedir.

Mill’in farkında olduğu şey toplumun gelişimi için üretimin artırılmasından başka çare yoktur ve üretimi artırmak için bütün kesimleri üretim sürecine dahil etmek gerekir. Örneğin kadınların üretimden çekildiği bir toplumun üretim potansiyeli yarıya düşmüş demektir. Ya da okuryazar olmayanların dışlanmasıyla toplumun potansiyel gücünün kullanılmayacağı baştan kabul edilmiş demektir.

Toplumun kapasitesinin bütünüyle kullanılabilmesi bütün bireylerin, bireysel yeteneklerini özgürce kullanabilmelerine bağlıdır.

Çözüm bireyin özgür kılınması ve enerjisini toplumun gelişimi yönünde kullanmasına izin verilmesidir.

Yapılması gereken şey toplumun bütün üyelerini üretim sürecine katmak ve toplam katma değeri artırmaktır. Artan katma değer her bir bireyin potansiyelini tam olarak gerçekleştirmesine olanak tanıyan toplumsal ortamın yaratılmasında etkili olacaktı.

Bu çerçevede toplum için katma değer üreten her birey toplumun gelişimi için büyük önem taşıyacaktı.

Şimdi baştaki olaya tekrar dönelim: Yarattığı katma değer dolayısıyla övülmesi gereken bir yurttaşın durumuna üzülmeli miyiz yoksa sevinmeli miyiz? Bu kişi katma değeri ülkemizde yaratırsa sevinmemiz gerektiğine kuşku yoktur. Ancak bu katma değer başka bir topluma sunulduysa ortada üzülmemiz gereken bir sonuç yok mudur?

YARATILAN KATMA DEĞER BAŞKA BİR TOPLUMA SUNULDUYSA…

Şimdi baştaki olaya tekrar dönelim: Yarattığı katma değer dolayısıyla övülmesi gereken bir yurttaşın durumuna üzülmeli miyiz yoksa sevinmeli miyiz?

Bu kişi katma değeri ülkemizde yaratırsa sevinmemiz gerektiğine kuşku yoktur. Ancak bu katma değer başka bir topluma sunulduysa ortada üzülmemiz gereken bir sonuç yok mudur?

Son zamanlarda çok sayıda doktorun başka ülkelere göç ettiğini duymaktayız.

Aslında göç edenler doktorlardan ibaret değil. İçlerinde mühendisler, kimyacılar, fizikçiler, matematikçiler, öğretmenler vs. var.

Çocuklar üniversite tercihi yaparken ilk önce yurt dışı olanaklarını araştırıyorlar.

Aslına bakılırsa, bu ülkenin gelişimi için en büyük katma değeri yaratacak olanlar bu ülkeden göç etme potansiyeli en yüksek olanlar.

Bunların büyük çoğunluğunu tanımıyoruz. Bu ülkede sahip olduklarından daha iyi bir standart sağlandığı için başka ülkeleri tercih ediyorlar.

Başka ülkeler, bu kişileri, karakaşları ve kara gözleri için değil üretime yapacakları katkıdan dolayı tercih ediyorlar.

Oysa bu ülke, bu kişilerin katkısına gittikleri ülkenin muhtaç olduğundan çok daha fazla muhtaç.

Bir de madalyonun öteki yüzü var:

En üstteki yöneticiler altlarında kendilerinden daha liyakatli kimseyi istemiyorlar, çünkü liyakatli kimselere her istenilenin yaptırtılması mümkün değil.

Bürokraside kendilerine yer bulabilen azımsanmayacak bir liyakatsiz kitle var. Onlar da güvence altında değiller, çünkü her liyakatsizden daha liyakatsizi var ve daha fazla liyakatsiz olanlar daha az liyakatsiz olanları sürekli olarak yerlerinden ediyorlar.

Sonuç bir liyakatsizlik yarışıdır.

Öte taraftan asıl katma değer yaratanlar, istemeyerek de olsa kaçıyorlar.

Özetlemek gerekirse toplumun bütün bireylerinin üretim sürecine katılmasına izin vermedikçe ve toplam üretimi artırmadıkça toplumsal ve bireysel gelişme sağlanamaz.

Cinsiyetine, dinine-mezhebine, diline, ırkına, rengine, siyasi düşüncesine bakılmaksızın toplumsal üretim sürecine katılan nitelikli birey sayısı artıkça toplam üretim artacak; toplam üretim artıkça toplum gelişecek ve gelişen toplumda özgür bireyler toplam üretimin artmasına neden olacaklardır.

Niteliksiz bireylerden oluşan bir toplum Mill’in gözüyle bir koyun sürüsüne benzer ve bu tür bir toplumda yaratılan katma değer son derece düşük olacağından ne toplumun ne de bireyin gelişme şansı olmaz.

Bu bir kısır döngüdür ve bu döngü kırılmadıkça toplumsal kalkınma sağlanamaz.

Bu arada yanlış anlaşılmasın: Nitelikli birey ile modayı da takip ederek son derece şık giyinen, konforuna düşkün, birkaç lüks makam aracına sahip, değişik kurumlardan dolgun maaşlar almayı başaran “maharetli” kişileri kastetmiyorum. Bunlar toplumun üretimini tüketen asalaklardır. Nitelikli birey toplumun toplam üretimine katkı sunan bireydir.

Siyaset felsefecisi Jonathan Wolf nitelikli bireyin göçü sorununun maliyet boyutunu incelemektedir:

“…göçmenlik, yalnızca tıp ve mühendislik gibi özel yeteneklere sahip kişilere çalışma izni sunan ülkelerle sınırlıdır. Bu tür bir göç yüksek vasıflı profesyonellere olan talebi karşılamak için yeterli sayıda insanı eğitmeyen zengin ülkelerin çıkarına iken, ihtiyaç duyulan nitelikli insanları kaybedecek olan daha fakir ülkeler için oldukça sorunlu olabilmektedir. Bu insanlar genellikle büyük kamu harcamalarıyla eğitilmiş olacaklardır…

…ciddi bir doktor ve hemşire sıkıntısı olan düşük gelirli bir ülkeyi düşünün. Ülke bu ihtiyacı karşılamak amacıyla öğrencileri büyük maliyetlerle eğitmekte, ancak bunlar eğitim alır almaz en iyiler, tıp uzmanı sıkıntısı olan daha zengin ülkeler tarafından güzelce devşirilebilmektedir. Daha yeni nitelikli hale getirilmiş olan doktor ve hemşirelerin ayrılmalarına izin verilmeli midir? Bir taraftan, bireylerin, yaşam şartları başka yerlerde gerçekleştirebileceklerinden çok daha kötü olduğundan, kendi ülkelerinde ‘tutsaklar’ olarak kalmaya zorlanması kabul edilemez gibi görünmektedir. Diğer taraftan, bunlar kamusal harcamalarla eğitilmişlerse, bir şeyleri geri vermeden hemen ayrılmaları kesinlikle eleştirilebilir. Belki de kamusal harcamalarla eğitim alan herkesin, belirli bir süre ülkede kalmasını taahhüt eden bir sözleşme imzalaması ya da eğitimin maliyetini geri ödemesi gerekir. Ancak, bu gerçekten sorunu çözmekte midir? Gelişmekte olan ülkenin, çalışma yaşamı boyunca ülkede kalacak, toplulukta kıdem ve liderlik pozisyonlarını geliştiren profesyonellere ihtiyacı bulunmaktadır. Beş, hatta on yıl kalmak bu amacı gerçekleştiremeyecektir ve eğitimin maliyetinin geri ödenmesi, hiç yoktan iyi olsa da, ülkenin eğitim sunarak gerçekleştirmeyi umduğu şey değildir. Herkese adil görünen bir çözüm tasarlamak oldukça güçtür.[3]

Sözü edilen “göçmenlerin” eğitimi maliyetlidir. Zengin ülkelerin bu maliyete katlanması sorun olmayabilir. Ancak az gelişmiş ülkeler için bu maliyetin karşılanması güçtür. Dolayısıyla nitelikli işgücü transferiyle zengin ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki makas zengin ülkeler lehine açılmaktadır.

NİTELİKLİ İŞGÜCÜ TRANSFERİYLE AÇILAN MAKAS

Sözü edilen “göçmenlerin” eğitimi maliyetlidir. Zengin ülkelerin bu maliyete katlanması sorun olmayabilir. Ancak az gelişmiş ülkeler için bu maliyetin karşılanması güçtür. Dolayısıyla nitelikli işgücü transferiyle zengin ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki makas zengin ülkeler lehine açılmaktadır.

Zengin ülkeler herhangi bir maliyete katlanmaksızın nitelikli işgücünün sahibi olmaktadır.

Sözkonusu nitelikli işgücü katma değer yaratarak zengin ülkeyi daha da kalkındırmakta ve az gelişmiş ülke hem işgücünü nitelikli hale getirmek için katlandığı maliyetin karşılığını alamamakta, hem de yaratılacak katma değerden yoksun kalmaktadır.

Dolayısıyla yurtdışında başarılı olan bir yurttaşımızın başarısının bizim için övünç kaynağı mı yoksa üzüntü kaynağı mı olması gerektiğini bir kez daha düşünmek gerekir.

Buna da cevap hazırdır muhtemelen:

Ne fark eder kardeşim. Onlar bizim vatandaşımız. Onların başarısı bizim milli gururumuzdur.”

Ben de diyorum ki:

  • Bak kardeşim. Bu adamları bu buluşları yapabiliyor olması, ülkemizde insan kaynağının bulunduğunu gösterir.
  • Kayırmacılığın önlendiği, liyakate dayanan, hukuk önünde eşitlik ilkesi ve anayasanın üstünlüğü prensiplerini esas alan bir sistemde, bu dehaların bizim ülkemizde ortaya çıkmaları ve onların yarattıkları katma değerden birlikte yararlanmamız mümkündür.
  • Bunu yapamadığımızda kendi kaynaklarımızı heba etmiş olmaktan dolayı üzüntü duymamız gerekir.

“Boşver sen kardeşim. Biz bu yolla ecnebilere ne kadar üstün olduğumuzu göstermiş oluyoruz ve bununla da iftihar ederiz.”

  • Tamamdır Ağbi. Bizim bu Cumhuriyetçi kafalar işte.
  • Tın tın
  • Değişmiyor.

Kafa karışıklığı yaşadığım konulardan biri de şu uzay çalışmaları.

Gelişmiş ülkeler uzaydalar; uzay istasyonları kurmuş ve o istasyonlara gidecek araçlar yapmış durumdadırlar.

Önce aya gittiler, şimdi uzaydalar ve gelecekte Mars’a gitmeyi planlıyorlar.

Müthiş bir bilimsel araştırma ve müthiş bir teknoloji…

Ülkeler arasında kıyasıya bir rekabet var.

Her biri ilk olmayı ve oradan yaratacağı kaynakla kendi milletini ve ülkesini kalkındırmayı istiyor.

Bunlar ülkelerin devlet politikasının bir parçası; siyasal iktidarlar bu konuyu partiler üstü gördüklerinden uzay politikasını siyasi mücadele alanına taşımıyorlar.

Sonuç: Bu ülkeler bugün uzaya “yolcu” taşımaya başladılar.

Uzaya gitmek kolay olmadığından ve özel bir teknoloji gerektirdiğinden “bilet” bir hayli pahalı.

Uzayda birkaç gün geçirebilmek için 50 milyon dolar gerekiyor.

Bizler uzaya araç gönderecek bir uzay teknolojisi kuramadığımızdan 50 milyon dolar vererek uzaya ancak bir “yolcu” gönderebildik.

Bu yolcunun bilet parasını da hep birlikte ödedik.

Ama ilginç bir gelişme oldu…

Uzaya giden ilk Türk”e milletçe büyük bir ilgi gösterdik.

Sanki uzaya giden aracı o yapmış ve şimdi başkalarını ciddi bir bilet parası karşılığında uzaya götürmüş gibi…

Olsun orada uzay araştırmaları yaptı

  • Bak güzel kardeşim, onu biletle uzaya götürenler hep oradalar.
  • Bir haftalığına gidip gelmiyorlar.
  • O araştırmaları her gün yapıyorlar.
  • Öyle bir haftada uzay araştırmaları yapabiliyor olsalardı, o istasyonları kapatıp geri dönerlerdi.

Şimdi soruyorum:

  • Başka ülkelerin bilim adamları uzaya gidebilecek araç ve teknolojiyi üretirken bizim bu tür bir teknoloji sahibi olmamamız ve bu yüzden biletle para karşılığında uzaya gitmemiz övünç kaynağı olabilir mi?

Ben övünç duymak yerine buna üzülmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Neden gelişmiş ülkeler standardına yükselemedik ve her zaman olduğu gibi onların ürettiği teknolojiyle uzaya gidiyoruz?

Bir kişiyi para ödeyerek uzaya göndermekle bu yarışa katılmamız mümkün değildir.

Üstelik…

O da ne?

Bilet parası bütün yurttaşlar tarafından ödenerek uzaya gönderilen arkadaş, bir siyasal partinin seçim mitinglerinde boy gösteriyor, konuşmalar yapıyor.

  • Heeeey birader…
  • Seni oraya uzay araştırmaları yapman için göndermiştik.
  • Yapman gereken uzay araştırmaları var.
  • Uzaya “biletle” giderken, kendi yarattıkları teknolojiyle orada duranları da mı görmedin?
  • Onların hiçbiri seçim meydanlarında belirli bir siyasal partiye destek için bulunmamışlardır.
  • Öyle bir destekte bulunsalardı orada olmazlardı.

Arkadaş sanki bize uzay teknolojisine yaklaşamayacağımızın mesajını vermek istiyor.

Bize diyor ki

Biz oraya ancak “bilet” karşılığında “yolcu” olarak gideriz.

Siz de gitmek isterseniz oy vereceğiniz parti bellidir.”

Şuna inanın: Uzay çalışmaları yapacak birinin bu tür siyasi faaliyetlerde bulunacak zamanı olmaz.

Uzay çalışmalarıyla ilgilenen bilim adamları hakkında bir fikir vermesi için aya gitme hazırlıklarını konu alan ve gerçek bir olaydan esinlenmiş “gizli sayılar” filmini izlemenizi tavsiye ederim. 

“GİZLİ SAYILAR” FİLMİNİ İZLEMENİZİ TAVSİYE EDERİM

Uzay çalışmalarıyla ilgilenen bilim adamları hakkında bir fikir vermesi için aya gitme hazırlıklarını konu alan ve gerçek bir olaydan esinlenmiş “gizli sayılar” filmini izlemenizi tavsiye ederim.

Şöyle bir cevap duyuyorum:

Kardeşim biz zaten teknoloji üreten bir ülke değiliz. Bütün teknolojimiz ithal. Bu konuda da bizim teknoloji üretmemize gerek yoktur. Ezanlarımız susmayacak ve bayraklarımız inmeyecek. Önemli olan din ve iman. Dinimiz ve imanımız güçlü olduğu sürece bizi kimse yıkamaz. Biz onların ürettiği teknolojiyi almakla yetinip değerlerini almadığımız sürece sorun yok.

  • Haaa…şimdi anladım.
  • Cumhuriyet devrimleri bizim gibi yeteneksizleri etkilemiş işte! Peşimizi bırakmıyor bir türlü.
  • Cumhuriyeti kuranlar bize çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hedefi koymuştu.
  • Siz o dönemi 100 yıllık ara olarak tanımlasanız da biz o cendereden bir türlü çıkamıyoruz işte.
  • Bu da bizim özrümüz olsun.

[1] John Stuart Mill. On Liberty. The Floating Press, 2009; John Stuart Mill. Thoughts on Parlaimentary Reform. London: West Strand, 1859.

[2] Bir başka örnek: Mill seçim kampanyalarında harcamalarına izin verilen paranın bir sınırının olması gerektiğini ileri sürmekteydi. “Seçimi kazanmak için büyük miktarda para ödemeye hazır birine nasıl güvenebiliriz?” diye soruyordu. Güvenilebilir mi gerçekten? Bu demokrasinin en temel sorunlarından biri değil mi?

[3] Jonathan Wolf. Siyaset Felsefesine Giriş. Çeviren Fahri Bakırcı. Ankara: Lykeion, 2021.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir