Şiddetin sosyokültürel dinamikleri*

Şiddetin sosyokültürel dinamikleri*

Şiddeti gaddarlaştıran, bir başka deyişle, şiddetin şiddetini artıran bir sürecin varlığına dikkat çekmek gerekir; Bu, sosyolog Pierre Bourdieunün simgesel şiddet” dediği olgudur. Zaten, bir kültürün erkek egemen” mahiyeti de, bu simgesel şiddetin varlığıyla ilişkili bir hâldir.

Türkiye’de günlük hayatta, özellikle kadına karşı şiddetin yaygınlığı, modern öncesi bir toplum hâline dönüşün tezahürü sanki. Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi adlı kitabında,

“Modernite öncesi zamanlarda şiddet her yerde hazır ve nazırdır; gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir. Toplumsal pratiğin ve iletişimin önemli bir parçasıdır hatta” der ve ekler: “Onun için yalnız fiilen uygulanmakla kalmaz, seyirlik hâle de getirilir.” (s. 16). Bu tespit, sanki, şiddete maruz kalan, katledilen kadınlar düşünülerek yapılmış gibi şaşırtıcı.

Emine Bulut’un katledilişinin videoya çekildiğini hatırlayalım. Böyle bir olay, şiddetin, gerçekten, ne kadar “seyirlik” hâle gelerek sıradanlaşıp, yaygınlaştığını göstermiştir. Neden?

İlk cevap, Han’ın değindiği bir hususla ilgilidir: Hükümdarın iktidarını öldürme fiili üzerinden, kan dökme vasıtasıyla ilân etmesi. Zaten, Latince kökenine baktığımızda, şiddetin (violentia), güce sahipliği/güç taşıma anlamını içerdiğini görürüz. Erkek egemen bir kültürde erkek, kendini kadına hükmedici bir konumda gördüğünde (yaygın şekilde öyle de yetiştirilmiş olduğundan) tıpkı, hükümdarın yaptığını yapmaktadır son tahlilde: Kan dökerek iktidarını sergilemekte, kendi üstünlüğünü en acı şekilde ilân etmektedir. Bu ilânın seyirlik hâle gelmesi de, aslında o kültürün geniş bir kesimince erkeklik konumunun (hükmetme hakkının) meşruluğunu onamak ve paylaşmak arzusunun dışa vurumudur.

Ölümle sonuçlanan şiddet, şüphesiz, şiddetin en gaddar hâli ve erkek iktidarının sözde nihaî ilânıdır. Şiddeti uygulayan, alacağı ceza ne olursa olsun, o cezayı, neticede iktidarının -tâbiri caizse- resmîleştirilmesi olarak görmektedir. Ölümle sonuçlanmayan şiddet ise, gaddarlığın bir başka türü olarak kendini gösterir: şiddet üzerinden iktidarının izlerini kurbanında âdeta bir mühür olarak taşınmasını sağlamak. O izlerle yaşamasının kurbana çektireceği acının, kendi iktidar arzusunun şahitleri olarak görmek; yeterli görmediğinde de nihaî ilânı yapmak, kurbanını öldürmek! Yıllar önce vukû bulan şarkıcı Bergen olayından hatırladığımız gibi: önce kezzapla yüzünü yakmak, gene de o hâliyle şarkıcılığa devamının erkeğin iktidarını azımsamak, o iktidara meydan okunduğu algısıyla ölümünü gerçekleştirmek.

Bu mekanizmanın dinamosu ise dildir. Dil, Bourdieuya göre, iktidar ilişkilerinin bir aracı ya da dayanağıdır. Bu anlamda dil, şiddetin şiddetini artıran fonksiyonunu sağlayan olumsuz bir arka plan oluşturur: Burada dil; küçümseme, suçlama, hakaret, aşağılama, itibarsızlaştırma, küfür, iftira, vs. şeklinde dolaylı yoldan tahakküm tesis etme aracı olarak çalışır.

MGESEL ŞİDDET VE DİL

Bu noktada, şiddeti gaddarlaştıran, bir başka deyişle, şiddetin şiddetini artıran bir sürecin varlığına dikkat çekmek gerekir; Bu, sosyolog Pierre Bourdieu’nün “simgesel şiddet” dediği olgudur. Zaten, bir kültürün “erkek egemen” mahiyeti de, bu simgesel şiddetin varlığıyla ilişkili bir hâldir. Bu kavramlaştırma açısından simgesel şiddet (Bourdieu bazen “ideoloji” de der buna); türü ne olursa olsun (ekonomik, siyasî, vs.) iktidarın kılık değiştirmiş şekilde kabulünü temsilî şekilde sağlayarak, toplumsal dünyayı anlamayı ve uyarlamayı gerçekleştiren mekanizmadır. Bu mekanizmanın dinamosu ise dildir. Dil, Bourdieu’ya göre, iktidar ilişkilerinin bir aracı ya da dayanağıdır. Bu anlamda dil, şiddetin şiddetini artıran fonksiyonunu sağlayan olumsuz bir arka plan oluşturur: Burada dil; küçümseme, suçlama, hakaret, aşağılama, itibarsızlaştırma, küfür, iftira, vs. şeklinde dolaylı yoldan tahakküm tesis etme aracı olarak çalışır.

Hâl böyle olunca, dil aracılığıyla şişirilmiş egolar ortaya çıkabilir; muhatabının egosunu yok etme arzusu, sosyal ilişkileri belirleyici hâle gelebilir. O kadar ki kültürel ortamın etkisi, çeşitli uyaranları, bastırılamamış söz konusu arzuyu, kendi içinde bir canavara dönüştürebilir. Belki ilk etapta, içindeki bu canavarla savaşabilir insan. Sonunda, Nietzsche’nin deyimini kullanırsak, “canavarla savaşan canavarlaşabilir” de. Bir canavar olarak kurban edildiğini düşünen, yansıtma mekanizmasıyla, en yakınındakini kurban ederek, kendi iktidarı sayesinde kurban olmaktan çıktığını sanır. İşin garibi, kadın cinayetlerinin neredeyse hemen hepsinin failler tarafından aşk/sevgi uğruna işlendiğinin söylenmesidir. Oysa, Jacques Lacan’a göre aşk, “sende olmayanı vermek” ise; “aşk” (!) adına işlenen cinayet de sende olmayanı acımasızca ve zorla geri almaktır.

Bu sosyokültürel dinamikler, sosyal yapının insanî meselelerini münhasıran duygusal (kıskançlık, ihanet, küçümseme, vs. gibi) sebeplere sıkıştırılmış şekilde görmenin, son tahlilde toplum denen olguyu, bunların ardında yatan besleyici faktörleri ıskalayarak anladığımız gibi yanlış bir sanıya da kaptırabilir bizi.

*Bu yazı, yazarın, Toplum Felsefesi Yazıları (Cedit Neşriyat, 2023) kitabının 58-60 sayfalarından biraz değiştirilerek alınmıştır.

Ali Yaşar Sarıbay
Latest posts by Ali Yaşar Sarıbay (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir