Hollanda: Demokrasinin ikonik ülkesinde provokatör aşırı sağcıların iktidarı 

Hollanda: Demokrasinin ikonik ülkesinde provokatör aşırı sağcıların iktidarı 

“Geert Wilders” vakası bize, zengin demokrasi geleneğine sahip müreffeh bir ülkede bile sadece “göçmen” meselesi üzerinden aşırı sağcı bir provokatörün iktidarı ele geçirmesinin mümkün olabileceğini gösteriyor.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından devamlı olarak merkez siyasette yer alan partiler tarafından yönetilen Hollanda, aşırı sağ ve merkez sağ iş birliğiyle kurulacak olan, ülke tarihinin en sağcı iktidarı ile gelecekte demokrasi açısından ciddi sonuçlar doğurabilecek yeni bir deneyime başlıyor. “Geert Wilders” vakası bize, zengin demokrasi geleneğine sahip müreffeh bir ülkede bile sadece “göçmen” meselesi üzerinden aşırı sağcı bir provokatörün iktidarı ele geçirmesinin mümkün olabileceğini gösteriyor.

Göçmen meselesinin yanı sıra Avrupa’daki faşistleşme sürecini tabii ki dünyanın ekonomik ve politik savruluşundan ayrı düşünemeyiz. Siyaset Bilimci Nicos Poulantzas’ın ifadesiyle, faşizm bir gök gürültüsü gibi aniden gelmiyor.

POULANTZAS’IN İFADESİYLE FAŞİZM BİR GÖK GÜRÜLTÜSÜ GİBİ ANİDEN GELMİYOR

Avrupa politikasındaki genel görünüşe ilişkin birkaç tespitte bulunarak yazıya giriş yapmak istiyorum. Avrupa’da aşırı sağcı yapıların, faaliyet gösterdikleri ülkelerin politik geleneklerine göre ton farklılıkları bulunsa da genel olarak, “Avrupalı-Avrupalı olmayan ve Hristiyan-İslam karşıtlığı” üzerine inşa edildiklerini söyleyebiliriz. Yani neoliberal iktisat, üstün kültürcü/ırkçı ve Hristiyan köktenci söylem. Faşist partilerin bıkmadan, yorulmadan tekrarladığı, “Ülkemiz içeride göçmenler ve sığınmacılar tarafından yağmalanıyor, uluslararası alanda ise yardımseverliği kullanılıyor” söylemi vatandaşlar arasında oldukça itibar görüyor. Aşırı sağcı partiler bu yönüyle esasında muhafazakâr ve sağcı fikirler etrafında oluşturulmuş düzeni yine sağdan eleştiriyorlar. Avrupa’yı daha da sağa çekiştiriyorlar yani. Avrupa’ya dayatılan bu düzeni soldan eleştirecek partiler de kış uykusunda olunca meydan, Hitler faşizmine öykünen aşırı sağcılara kalıyor. Göçmen meselesinin yanı sıra Avrupa’daki faşistleşme sürecini tabii ki dünyanın ekonomik ve politik savruluşundan ayrı düşünemeyiz. Geleneksel düzen karşıtı mesajlar veren yeni sürüm faşist partiler, bu bağlamda seçmenin ilgisini çekiyor. Siyaset Bilimci Nicos Poulantzas’ın ifadesiyle, faşizm bir gök gürültüsü gibi aniden gelmiyor. “Avrupa’nın nereye gittiği” sorusunun yanıtı, demagojik düzen karşıtlığı retoriği üzerinde yükselen kitlesel faşist siyasi yapıların varlığında vücut buluyor.

Gelelim yazının konusu olan Hollanda’nın neofaşisti Geert Wilders’e… Wilders’in göçmen meselesindeki ajitasyon ve provokasyonlarına daha fazla direnemeyen Hollandalılar, son seçimde Özgürlük Partisi’ni (PVV) birinci yaparak, ülkenin daha önce hiç deneyimlemediği karanlık sulara doğru yelken açmasına neden oldular. Seçimin ardından geçen uzunca bir süreden sonra 4 partili “sağ koalisyon”un üzerinde anlaştığı hükümet protokolü açıklandı.  Koalisyonda; Özgürlük Partisi (PVV), Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), Yeni Sosyal Sözleşme (NSC) ve Çiftçi-Vatandaş Hareketi Partisi (BBB) yer alacak.  VVD’nin lideri, ailesi Türkiye’den göç etmiş olan Dilan Yeşilgöz-Zegerius. “Göç hikayesi var. Daha demokrat olur” falan diye düşünmeyin. Yeşilgöz, Wilders’i aratmayacak derecede sağcı söylemleri olan bir politikacı. Bu açıdan, koalisyon protokolünde insanlığın sınırlarını zorlayan, en saldırgan maddelerin iltica ve göç meselesiyle ilgili olması tesadüf değil. Yeşilgöz’ün faşistleşerek kendisini Hollandalılara sevdirmeye çalışmasının nafile bir çaba olduğunu ileride göreceğiz. Bu Wilders, aslına bakarsanız Türkiye’de de epeyce ünlü. Sosyal medya platformu X’teki paylaşımları Türkiye’den en fazla etkileşim alan Avrupalı politikacı sanıyorum. Türkiye’deki mültecilerle ilgili paylaşımları yüz binlerce etkileşim alıyor.

Yeni koalisyon anlaşmasının ardından Hollandalı 250 insan hakları aktivisti ve eski politikacı, “Demokrasiyi Savunma Çağrısı”nı imzaladı. Aktivistler, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde, “Hollanda’da dahil olmak üzere Avrupa’da anti-demokratik politikacıların ortaya çıkmasının gerçek bir risk” olduğunu vurguluyorlar.

DEMOKRASİYİ SAVUNMAK…

Avrupa Birliği (AB) kuruluş ilkeleri ve uygulamaları ışığında “demokrasinin sembolü” olarak tanınıyor. Bu bağlamda, yeni koalisyon anlaşmasının ardından Hollandalı 250 insan hakları aktivisti ve eski politikacı, “Demokrasiyi Savunma Çağrısı”nı imzaladı. Aktivistler, Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde, “Hollanda’da dahil olmak üzere Avrupa’da anti-demokratik politikacıların ortaya çıkmasının gerçek bir risk” olduğunu vurguluyorlar.

Bununla birlikte Hollanda’daki koalisyon anlaşmasının ideolojik kutuplar arasında bir çatışmayı beslediği görülüyor. Ülkede ipler, sert bir göç politikasından yana olan aşırı sağcı provokatör Wilders’in elinde artık. Diğer yönüyle faşist hareketlerin yapısına uygun olarak temsil ettiği siyasi yapı, kendi şahsında ete kemiğe bürünen bir tek adam partisi durumunda. Bunun yansımalarını koalisyon protokolünde de görüyoruz. Protokolün birçok paragrafının “Brüksel” gerçekliğiyle uyumlu olmadığı görülüyor. Örneğin, sert ve sıkı sınır kontrolleri meselesi, Hollanda’yı Avrupalı ortaklarıyla sıkıntılı bir zemine sürükleyebilir. Koalisyon hükümeti, AB Komisyonu’ndan, AB’nin iltica ve göç politikasına katılmama izni, daha fazla sınır kontrolü ve ikili statü sisteminin getirilmesini isteyecek. AB’nin uğraşması gereken yeni bir Macaristan’ı daha olduğunu söyleyebiliriz.

Koalisyon anlaşmasının imzalanmasının ardından Wilders’in sarf ettiği, “Hollanda’ya söz veriyorum. Hollanda tekrar bizim olacak” sözleri yeni hükümetin tonunu açık bir şekilde belli ediyor. Bu sözlerin benzerlerini İngiltere’nin AB’den ayrılmasına yönelik BREXİT referandumu öncesi İngiliz aşırı sağcılar da kullanıyordu. Hollanda için şimdilik AB’den ayrılmak söz konusu olmasa da bu sözlerin AB’ye bir işbirliği daveti içermediği açık. Ayrıca protokolde yer alan, “Entegrasyona ilişkin olarak Holokost konusunda bilgilendirme zorunlu hale getirilecek ve dil şartı aranacak”, “Hoparlörden okunan ezanlar için yeni düzenleme getirilecek” vb. maddeler bize Müslüman göçmenlerin Hollanda’daki balaylarının sona erebileceğini gösteriyor.

Tüm bunların yanı sıra, bu koalisyon ile Hollanda’dan Avrupa’ya gönderilen en önemli mesaj şu, “radikal sağ, zengin demokratik bir gelenekle donatılmış bir ülkede dahi rahatlıkla iktidarı ele geçirebilir.” Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri öncesinde, zafer kazanmış komutan edasıyla gülümseyen bir Wilders, yaşlı kıtada radikal sağ kampanya yürüten tüm partiler için hiç kuşkusuz güzel bir armağan ve güçlü bir motivasyon kaynağı oldu.

Wilders’in belki de başbakanlık koltuğuna oturamayacağı fakat iplerini elinde tutacağı yeni koalisyon ne vadediyor peki? “İltica ve göçün sert bir şekilde engellenmesi”, “göçmenlerin ülke geneline dağılımının durdurulması”, “göçmenlerin aile birleşiminin sınırlandırılması”, “yabancıların sosyal konutlara erişiminin kontrol edilmesi” vb… Yani varsa yoksa “göçmenler”… Ne diyelim Hollandalılara hayırlı olsun yeni aşırı sağcı hükümetleri. Açık olan şu ki AB, göçmenlere yönelik saldırgan politikalara sıkışmış bir Hollanda gerçeğiyle yüz yüze artık. Görünen o ki ülkelerin karşılıklı olarak içine girdiği sıkıntılarda hemen “arabulucu” olarak devreye girip sorun çözen bir Hollanda olmayacak artık. Bu, Avrupa için gerçek bir kayıp. Ne olacak peki? Orban’ın Macaristan’ı gibi AB’yi tıkamaya çalışan ve avantaj sağlamak için sürekli “veto” kartını kullanan bir Hollanda göreceğiz ilerleyen süreçte muhtemelen. Neofaşistlerin giderek daha fazla ülkede iktidara geldiği AB, bu haliyle devam edemeyecektir, edemez de. AP seçimlerinin ardından oluşacak parlamento, birliğin yeni duruşu hakkında net bir görüntü sunacaktır. Burada bahse konu olan, işaretler ve veriler bir araya getirildiğinde AB’nin sağcılaşmaya başlayacağı bir sürece doğru gidilmesi.

Sonuç olarak, Wilders’in neofaşist Özgürlük Partisi, AP’de aşırı sağcılardan aşırılık yanlılarına uzanan yelpazesiyle Kimlik ve Demokrasi (ID) grubuna dahil olup AB’de bir hükümetin en güçlü üyesi haline gelen ilk hareket oldu. Bu çok önemli bir gelişme Avrupa demokrasisi açısından. Bünyesinde bol miktarda neofaşist barındıran Almanya için Alternatif (AfD), Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ve Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i de (RN) aynı gemide. Aşırı sağcı cephe, 2. Dünya savaşı sonrasında hiç olmadığı kadar geniş ve güçlü. Bunun Avrupa demokrasisi için hayırlı sonuçlar doğurmayacağı ortada. Umarım demokrasi cephesinde yer alan diğer siyasi yapılar, seçmendeki bu dağınıklığı toparlamaya yönelik projeler üzerinde çalışıyorlardır aksi halde tünelin ucu iyi bir yere çıkmayacak.

Özgür Çoban

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir