Demirtaş’ın savunması: Kopuş, buluşma ve çıkarımlar

Demirtaş’ın savunması: Kopuş, buluşma ve çıkarımlar

Demirtaş, savunmasında, Devlet Baba’dan kopuşu gayet güzel dile getiriyor ama kendisini yalnızlaştıran (aile dışına iten) ikiyüzlülere açık ve doğrudan seslenmekten (aileden kopmama ihtiyacıyla) imtina ediyor. Şunu söyleyebilirim; Devlet’e/iktidara karşı savunusunda kopuşu göze alan Demirtaş, doğrudan eleştiriyi göze alamayarak ‘aile’sine yönelik bir ‘uyum’ savunusu kurmaya çalışıyor.

Selahattin Demirtaş, IŞİD’in Kobanê saldırısına karşılık 6-8 Ekim 2014’te gerçekleşen protesto gösterileri ve sonuçlarına yönelik –Halkların Demokratik Partisi eski Eş Genel Başkanları ve Merkez Yürütme Kurulu üyeleri dahil on sekizi tutuklu 108 kişi hakkında açılan– Kobanê Davası’nda esasa ilişkin savunusunu (25 Aralık 2023 – 8 Ocak 2024 tarihleri arasında) SEGBİS’le katıldığı dokuz oturumda gerçekleştirdi. Daha önceki savunmalarının, “tutukluluk incelemeleri ve isnat edilen suçlara ilişkin kısa savunmalar” olduğunun; yedi yıllık tutukluluğu boyunca verdiği –esasa ilişkin– tek savunma olacak savunusunu “mahkemeye değil halka” sunduğunun altını çizerek sözlerine başladı. Zira, yargılama, “hukuki bir yargılama değil, bir siyasi intikam davası” idi (AİHM de davanın ideolojik ve siyasi saiklerle açılmış siyasi bir dava olduğuna hükmetmişti). Demek, Demirtaş, bir “kopuş savunması” gerçekleştirecekti –ki, öyle de oldu. Öyleyse, oradan başlayalım. 

KOPUŞ HATTI

“Kopuş savunmaları” kavramını ilk kez kullanan Jacques Verges’dir (1925-2013). Katalan asıllı Fransız babayla Vietnamlı annenin oğlu olarak Fransız sömürgesi Réunion Adası’nda doğan, direniş hareketlerine katılan, 1945’te Fransız Komünist Partisi’ne giren Verges, avukat olarak kopuş nitelikli savunmalarını ilk kez Cezayir Kurtuluş Savaşçıları’nın davalarında uygulamaya koydu. Sanığın kendisini yargılayan (hukuki) düzeni karşısına aldığı savunma bir “kopuş savunması”, o tarzda yürütülen dava da bir “kopuş davası” idi. “Uyum davaları”nda ise, –sanık ister suçu kabul edip hafifletici sebepler ileri sürsün, isterse suçu inkâr yolunu seçsin– cari hukuki düzene saygı esastı. O minval üzere, Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN), mahkemede, kendilerini ezmeye çalışan Fransız sömürgeci adaletinin rezilliğini gözler önüne sermeyi, itiraz ve uzlaşmazlığı seçerek siyasi müzakere zemininde kalmayı seçmişti.[1] Peki; Demirtaş’ın, kopuş savunması dışında uyum/uzlaşı nitelikli savunma yapma şansı var mıydı? Yok idiyse ve Demirtaş da o takdirle savunmasını gerçekleştirmişse bu bize ne söyler?

Evet; Demirtaş, ideolojik ve siyasi saiklerle açılmış bir davaya maruz bırakıldığını (bırakıldıklarını) vurgulamak suretiyle siyasi müzakere zemininde savunmasını kurdu. Kobanê işgal ve katliamlarından kısa süre önce SETA’ya rapor hazırlatıldığını, rapor uyarınca (“Demirtaş ve HDP geliyor, tehlikenin farkında mısınız?”) partiye yönelik kumpas ve çöktürme planı kurulduğunu, 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin 80 milletvekili çıkarıp Türkiye siyasetini etkileyecek konuma gelmesi ve AKP’nin tek başına iktidar olma şansını kaybetmesiyle düğmeye basıldığını belirterek, nihayetinde, daha önce durdurulmuş olan soruşturmaların –ihtiyaç üzere— devreye sokulduğunun altını çizdi. Anılan planın işlemesi için dokunulmazlıkların kaldırılması gerekiyordu – o da yapıldı: “Çağın büyük hukukçusu mucit Prof. Dr. Mustafa Şentop bunu ortaya attı, onlar da ikna oldular. ‘Anayasa’ya aykırı ama deneyelim’ dediler. Formül neydi? ‘Bir defaya mahsus anayasaya geçici bir madde koyarız ve bütün vekillerin dokunulmazlıklarını geçici olarak kaldırırız’ dediler. Bir defaya mahsus. AİHM’in de tespit ettiği gibi bir tek kişiye ve bir tek olaya ilişkin anayasayı değiştiremezsiniz. Ancak bir kanun değişikliği ile anayasa değişikliği yapıldı. Anayasa’ya ek 20’nci madde böyle değiştirildi.”[2][3] Henüz dokunulmazlıklar kaldırılmamıştı ki kaçınılmaz adım da atıldı: “Dokunulmazlığımız devam etmesine rağmen bakın ne oldu? Türkiye’de bir koordinatör savcılık, bölge savcılığı yoktur. Fakat 4 Kasım 2016 gece 01:00’de Türkiye’nin 4 ilinde 10 milletvekili evlerinin kapıları çalınarak gözaltına alındı.”

Demirtaş, açılan davanın (davaların), zamanında suç olarak yargıya konu olmamış fiiller(in)e geri dönüşlü olarak suç isnat edilmek suretiyle Kürt siyasi hareketini çökertme kumpasının bir parçası kılındığını ifade ediyor. Kobanê olayları da (Ekim 2014), Hendek meselesi de (Ağustos 2015—Mart 2016) o anlayış ve ihtiyaçla dava konusu edilmiştir. Zamandizinsel sıraya sokulacaksa, 2012’nin sonlarına doğru “Çözüm Süreci” başlamış, sürecin en önemli aşaması olan “Dolmabahçe Mutabakatı” (10 maddesiyle) sunulmuş (28 Şubat 2015), Öcalan PKK’yi bahar aylarında silah bırakma kararı almak üzere kongreye davet etmiş, ancak 22 gün sonra, Erdoğan, o masa etrafındaki çalışmaları doğru bulmadığını beyan etmiştir: “Fakat Erdoğan’ın sadece bir hamle kalmış olan süreci neden bitirdiğini biz hâlâ bilmiyoruz. Deniyor ya ‘Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ açıklamasıyla süreç bitti’. Bunda haklılık payı yok. Çözüm süreci Erdoğan’ı başkan yaptırmak üzerine başlatılan bir süreç değil ki!”[4] Çözüm Süreci fiilen Nisan 2015’te sonlanıyor. 7 Haziran seçimlerinden hemen sonra, PKK’li gençlerin “özyönetim” talebini silahla dile getirmeleri üzerine Ağustos 2015 ile Mart 2016 arası yaşanan Hendek sürecine ilişkinse şunları söylüyor Demirtaş: “Özyönetimlere yönelik Sur’da, Şırnak’ta, Nusaybin’de, Hakkâri’de operasyon düzenleyen komutanlar, valiler, hatta operasyonun bir numaralısı darbeden tutuklandı. Biz çözmeye çalıştıkça neden tırmandığını anlamaya çalışıyorduk. Darbeden sonra öğrendik. Çünkü darbenin önü açılmaya çalışılıyordu. Devlet, ülke bölündü bölünecek görüntüsünü yaratıp darbe yapmak istiyorlardı. Günah keçisi kim oldu? Kürtler. Gençlerde sadece silah vardı. Sen ise karşısına tank ve helikopterle çıkıyorsun. Biz o dönemde de ‘Sen nasıl böyle bir şey koyarsın?’ dedik. ‘Şehri niye yıkıyorsunuz?’ diye soruyorum, bana teröristlere arka çıkıyorsun diyorlar. Helikopterle müdahale eder mi ya küçük bir mahalleye sıkıştırdıkları bir gruba karşı. Bir devlet bunu neden yapar? Nedenleri daha sonra ortaya çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu.” Dönüp suç isnat edilen fiillerin devlet içi iktidar oyunlarının zemini olduğunu, Kürt siyasetinin ve Kürtlerin günah keçisi kılınmak suretiyle oyuna getirildiğini ayrıştırıyor Demirtaş.[5] Ve zaman dizinsel çizgi 15 Temmuz (2016) Fetullahçı darbe girişimine, oradan aldığı hızla 4 Kasım tutuklamalarına ve 16 Nisan 2017 Referandumu’yla (uygulama başlangıcı 9 Temmuz 2018 olmak üzere) “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen “tek adam” rejimine uzanıyor.

Demirtaş, savunmasında –yaşadığımız coğrafyanın en özgür bireyi olduğunu hissettirircesine– son derece açık sözlü ve çekincesizdi. Özenle ve kararlılıkla “Kürt Ulusal Kimliği”nin çerçevesini kurdu; diline, coğrafyasına (“Kürdistan”)[6], İslam anlayışı ve yaşayışı[7] dahil kültürel vasıflarına atıfla ulusal kimliğinin yapıtaşlarını dile getirdi ve oradan seslendi. Kürt siyasetinin ve faillerinin mütemadiyen devletin yargı sopasına maruz kalışı da neredeyse söz konusu kimliğin şaşmaz bir parçası gibi alınabilirdi. Hilafeti savunmak üzere çağrı yapan Mustafa Kemal’in sözünden dönüşüne isyan eden (“Bize ihanet ettiniz!”) Şeyh Said’in de, Seyit Rıza’nın da torunuydu. DEP milletvekilleri Leyla Zana’nın, Hatip Dicle’nin, Orhan Doğan’ın, Selim Sadak’ın yoldaşı ve kader arkadaşıydı. Tutuklandıklarında öğrenciydi, yargılandıklarında cübbesiyle davalarına katıldığı avukat, AİHM kararı nedeniyle yeniden yargılanmaları başladığında genç bir milletvekili. Onlar da delilsiz yargılanıp hukuksuzca cezalandırılmışlardı. Geleneğin devamı olan partinin eşbaşkanı olarak –yine geleneğin devamı olmak suretiyle– delilsiz ve hukuksuz yargılanmakta ve yedi yıldır tutukluydu: “Gülen ve ekibi saldırı ve tehditleri yaparken arkasında Erdoğan ve Türkiye Cumhuriyeti devleti vardı. Ergenekon davası gibi pek çok dava bozuldu ancak Kürtlere yönelik açılan davalar devam etti. Bu davaları açanlar darbeci olsa bile devam eder. Şimdi, ‘Ne olmuş? Kürtlere dava açmış, o kadar da olsun!’ diyorlardır.”[8][9] Nihayetinde gelinen yer tam bir pervasızlık örneğiydi: “Erdoğan burada kendisini yargı yerine koyarak AİHM’in kararı bizi bağlamaz dedi. O günden beri AİHM kararları yargıyı bağlamaz hale geldi, bugün AYM kararlarının gereği yapılmıyor aksine AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulduğu bir döneme geldik. Nereden başladı bu cesaret?”

Devleti, —tarihsel derinliği içinde— Kürtlere ve Kürt siyasetine yönelik tutumuyla yüzleştiren, hesap soran, siyasallaşmış yargıyı yargılayan, —mahkemenin kendisini ve olası yargısını umursamadan (muhatap almadan)— bir yandan kadim/kurucu devlet zihniyetine, bir yandan halka seslenen boyutuyla bir “kopuş” savunmasıydı Demirtaş’ın savunması. Hasılı; —baştaki sorumuza dönecek olursak— iktidarlarını bâki kılmak üzere Kürt’ü ve Kürt siyasetçisini günah keçisi kılıp hukuksuzca cezalandırmayı gelenekselleştirenlerin mahkemesine kopuş savunması dışında bir savunma vermek —eşyanın tabiatından mülhem— zaten mümkün de değildi.[10]

Savunmasını, “Savunmamı, okuma yazması olmadan alın teriyle yedi çocuk yetiştiren babama, Tahir Usta’ya[11] ve bütün anne-babalara ithaf ediyorum” diyerek yürüten Demirtaş, karara ilişkin vasiyetini ise şöyle dile getirdi: “Kararı yüzüme karşı okumanıza müsaade etmeyeceğim. Karar açıklandığı zaman eşime, kızlarıma, sizlere vasiyetimdir; karar açıklandığı zaman davul-zurnalarla karşılayın.”

Özgürlük mücadelesine bağlılığın ve kazanma umudunun altını çizerek sözlerini sonlandırdı, Demirtaş: “An tekoşîn an tekoşîn. Bijî têkoşîna azadiyê. An serkeftin an serkeftin!”

Çözüme dönük buluşmanın Kürtler’in ulus kimliği içinde tanınmasının ötesinde, yerel yönetimsel iradesiyle de tanınmasıyla gerçekleşeceğine işaret ediyordu, Demirtaş. Aslında Türkiye genelinde yerinden yönetimli anlayışın geçerli kılınması gerekmekteydi

BULUŞMA HATTI

Demirtaş’ın savunması, salt kopuşa sınırlandırılabilecek bir savunma değildi. Bütün bir tarihi yüküyle anlattığı ve mağduru oldukları kısır döngüden çıkış yolunda buluşmayı da teklif ediyordu savunmasında: “Gençlerimiz dağa çıkıp silah alsın istemiyoruz. Onaylamıyoruz, doğru bulmuyoruz. İyi bir eğitim alsınlar, silah tutmasın kalem tutsunlar. Güney Kürdistan Bölgesi’nde Xakurkê’de Heftanîn’de birbirine kurşun sıkan gençlerin acısını yürekten paylaşıyorum. Hepsi bu halkın gariban çocukları. Niye birbirlerine kurşun sıksınlar?” Kısır döngüden çıkış ve demokratik siyaset hattında buluşmanın gereğinden söz ederken ekliyordu: “Kürt gençleri dağa gitmesin diyorum ama onlar da bana dönüp güttüğüm siyasetten dolayı yedi yıldır hapiste olduğumu söylerse ne cevap veririm?’ 60 bin çocuk, bu ülkenin en değerli gençleri bu savaşta canlarını kaybettiler.’ Bunu söyleyecek bir Türk siyasetçi var mı? İçişleri Bakanı, ‘Kardeşini sarı torbada getireceğiz, ’diyor; ben, ‘hayatını kaybeden asker kardeşimdir’ diyorum. Aramızdaki ahlaki fark budur.” Kendi ikbali için savaşa sarılanların ikiyüzlü siyasetçiler; “halkın evlatlarının kanı üzerine kendisine iktidar alanı yaratanlar[ın] ahlaktan nasibini almamış vicdansızlar” olduğunu hatırlatıyordu. Çözüme dönük buluşmanın Kürtler’in ulus kimliği içinde tanınmasının ötesinde, yerel yönetimsel iradesiyle de tanınmasıyla gerçekleşeceğine işaret ediyordu, Demirtaş. Aslında Türkiye genelinde yerinden yönetimli anlayışın geçerli kılınması gerekmekteydi: “Kürtlere has toprağa veya bölgeye bağlı bir eyalet sistemindense bütün Türkiye’de yerelden yönetimin güçlendirilmesini savunduk.” Önemli bir vurgu: “Türkiye’nin genelinde yerelden yönetim güçlendirilirse Kürtler de kendi kaderini tayin hakkını bölünmeden kazanmış olur.” Bu anlayışı hayata geçirecek olanın demokrasiyi genişletmek olduğuna da değiniyordu: “Temsili demokrasiyi eksik demokrasi olarak görüyoruz. Doğrudan demokrasiye geçişi savunuyoruz. Demokratik özerklik bunun idari modelidir. Bunun adı özyönetim anlayışıdır.”[12]

Demirtaş’ın buluşma hattını kurarken üzerinde durduğu bir diğer kavram, “demokratik ulus” kavramıdır. Öcalan’ın ilk kez dile getirdiği bu kavramın, Türk etnik kimliğine dayalı tekçi bir ulus değil; çok kültürlü, çok dilli, bölge ve köy meclislerini içerip doğrudan demokrasiye elveren, yüz yıllık Kürt sorununun çözümü için de anahtar bir kavramdır bu. Demokratik özerklik, özyönetim ve demokratik ulus açılımı dizgesel bir bütünlüktür.

Lafı fazla dolandırmadan şuraya bağlayayım: Denklemin, ‘devlet’ ve ‘silahlı güç-Öcalan’ (müzakere/mutabakat arayışı) üzerinden şiddetin kalıcı tasfiyesi ve demokratik çözüme eşitlenerek kurulması (şimdiye dek yaşandığı üzere) mümkün görünmüyor.

ÇIKARIMLAR

Kadim/kurucu devlet zihniyetini ve devletin o zihniyet uyarınca sürdüregeldiği ‘anti-Kürt’ (siyasi-hukuki) tasarruflarını karşısına alarak, o iradenin tayin ettiği mahkeme heyetine değil “halk”a konuştuğunu; hukuki geçerliliği olacak delillere dayanmaksızın gayri meşru (söz konusu kadim zihniyet ile güvencelendirilmiş) atıflarla (suç icat edilmek suretiyle) sanık sandalyesine oturtulduğunu söyleyen biri için kopuş savunmasının seçim/tercih değil eşyanın tabiatından gelen bir zorunluluk olduğunu herhalde teslim etmemiz gerekir. Onun ötesinde, Demirtaş’ın, ‘kopuş’ katında ifade ettiklerinden ziyade, benim ‘buluşma’ diye uygun gördüğüm başlık altında söylediklerinin olası ‘çıkarım’lar adına daha münasip olduklarını da teslim etmem gerekir. Dahası; Demirtaş’ın, ‘halk’ bileşimi içinde Türk’ten öte Kürt halkına ama daha da önemlisi o halk adına siyaset güden siyaset erbabına seslendiğini; eğer gerçekten farklı ve önemli (tarihe yön verecek) bir şey söylemiş olacaksa bunu ancak ikinci cenaha yönelik ihsaslarından çıkarsayabileceğimizi teslim etmemiz (belki de savunmayı oraya doğru yapısöküme uğratmamız[13]) gerektiğini düşünüyorum ben. Somutlayalım.

Demirtaş, “gençlerimizin” (Kürt gençlerinin) dağa çıkmasını, silah kuşanmasını onaylamıyor, doğru bulmuyor. İyi eğitim almalarını, silah değil kalem tutmalarını istiyor. Gariban Türk ve Kürt halkı çocuklarının birbirine silah sıkmasının acısını yürekten paylaşıyor. Lakin, diyor, dağa çıkmayın desem, onlar da bana dönüp ‘sen sivil siyaset güttün de ne oldu; yedi yıldır içeridesin’ dese ne cevap veririm diye efkâr-ı umumiye sesleniyor. Demek, bu ülkenin en değerli altmış bin evladının ölümüyle sonuçlanan; Kürt’ün özgürce ve özerkliğiyle var olma talebini ‘şiddet’le (ve o doğrultuda işleyen her türden ‘ideolojik aygıt’ıyla) bastıran devlet, siyasi talebini silah zoruyla (devletinkinin ayna ikizi olan şiddet yoluyla) devlete kabul ettirmeye soyunmuş Dağ ve ikisinin arasında sıkışıp kalmış ‘sivil siyaset’ kurumunun birbirlerine dolanarak ürettikleri (kırk yıldır da çözülememiş) bir ‘çözümsüzlük’ yumağı var. Gerek ‘kopuş’, gerek ‘buluşma’ hattında dillendirilenlere (o demektir ki sorunun tarihsel derinliğine) dönüp bakmayı da ihmal etmeden soracağımız soru şu: Bu üç  bileşenli denklemde bileşenlere ne yüklemeliyiz ki eşitliğin öte yanı ‘çözüm’ olsun.

Demirtaş, çözüme sıvanma eşiğinden ortaya sesleniyor: ‘Kendi ikbali için savaşa sarılanlar ikiyüzlüdür; halkın evlatlarının kanı üzerinde kendisine iktidar alanı açanlar ahlaktan nasibini almamış vicdansızlardır.’ Kanımca, denklemin bileşenlerine yükleyeceklerimizi tayin etmeye doğru atacağımız ilk adımın mihenginin (ya da çözümsüzlük yumağından çekeceğimiz ilk ip ucunun) akan kanı kimin (nasıl, ne kadar) siyasi ikbal kaygısıyla istismar ettiğini teşhis (ve teşhir) etmek olduğunu ihsas ediyor Demirtaş. Katılıyorum. Lakin, her ne kadar ortaya sesleniyor gibi olsa da Türkî sivil siyaset kurumuna seslendiğini ve ama aynı zamanda kendi tarafına ‘anlaşılır’ bir sesle seslenmediğini (seslenmekten imtina ettiğini) de anlıyorum ben.

Peki, o zaman soru şu: çözümsüzlüğün bileşenlerinin anılan (insandan, yaşamdan yana) ahlaktan nasiplenme/ nasiplendirilme şansları ne ve nasıl yapmalı? Çözüme doğru yol alışın ilk adımı/ amacı akan kanın durması (silahın tasfiyesi) ise, diyor Demirtaş (Devlet’e sesleniyor), Abdullah Öcalan’la görüşecek, müzakere edeceksiniz. Öcalan’ın biatçısı (şeyh-mürid ilişkisi içinde) olmadığı gibi, PKK’nin serencamını tartışacak konumda da olmadığını anan Demirtaş, Öcalan’ın, “barış için iğneyle kuyu kazan”, durmayan kan karşısında çaresizlikle saçını başını yolan, kanı durduracak dirayeti göstermesi için önünün açılmasını ısrarla talep eden “sıradışı siyasi bir aktör”; hem Kürtler hem de Türkler için, İmralı’da olsa bile “demokratik perspektif”i (“demokratik özerklik, demokratik ulus, demokratik cumhuriyet” kavramlarını) geliştirecek ehliyette bir şans olduğunu hatırlatıyor. ‘Çözüm Süreci’nin kim tarafından akamete uğratıldığını (devletiyle, siyasetçisiyle) tartışmak (hesap almak-hesap vermek) üzere İmralı’da buluşmayı teklif ediyor. Soru(m) şu: Her ne kadar, 1978 Kasım’ında Fis köyünden “Bağımsız, birleşik, demokratik Kürdistan!” şiarıyla yola çıkıp silah kuşanan Öcalan İmralı’da “demokratik ulus” kabulüne gelmişse de, her Öcalan atfının (tayin edici değer yükleniminin) kurucusu ve önderi olduğu silahlı yapının yaptırım gücünün (hem devlet hem de adres gösterenler tarafından) kabulü anlamına geldiğini/geleceğini görmemek mümkün mü? Kudreti Öcalan’da tecessüm eden örgütün o kabule şayan olmaklığını temin eden eylemliliğinden (namlu göstermekten) barış adına vazgeçmesini beklemek, —safiyane bir tavır değilse— samimiyeti sorgulatan bir hal değil midir? Ya da, düşman ve düşmanlaştırma ihtiyacını Kürtler üzerinden karşılamayı kurucu ve idame ettirici bir değer olarak benimsemiş Devlet’in öylesi bir itimat ve iltifatkârlığa tâbi olmasını bekliyor olmak, olmayacak duaya el açmak değil midir?[14][15] Üstelik, ‘Kürt Sorunu’nun demokratik çözümünü, ‘Ver silahı, al demokratik çözümü’ diye bir beklentiye yıkmak ne kadar akıl kârıdır ya da öyle bir mutabakat ne kadar çözümün demokratik yollarını açar? Zira, Demirtaş, savunmasının sonunda “çözüm yöntemlerini” sıralarken 1. maddede muhatapların silahlı mücadeleye son vermesi gereğini andıktan sonra kalan altı maddede (“Geçmişte yaşanan acıların, işlenen suçların araştırılıp hakikatle yüzleşmenin sağlanması” maddesi dışında) sorunun çözülmüş hali de demek olan ideal bir anayasal vasat talep ediyor.[16]

Karl Marx’la yaklaşalım Demirtaş’a. Marx, maymun anatomisinin anahtarının insan anatomisinde yattığını söyler. Yani, insana bak, maymunu anla. Bugünün verili gerçekliği ‘çözümsüzlük’ anatomisini yansıtıyorsa, bu, denklemimizin (eşitliğin beri yanındaki) bileşenlerinin anatomisine dair de bir şey söylemeli —yukarıda andığım üzere.

Lafı fazla dolandırmadan şuraya bağlayayım: Denklemin, ‘devlet’ ve ‘silahlı güç-Öcalan’ (müzakere/mutabakat arayışı) üzerinden şiddetin kalıcı tasfiyesi ve demokratik çözüme eşitlenerek kurulması (şimdiye dek yaşandığı üzere) mümkün görünmüyor. Bu noktada, Demirtaş’ın ‘akan kanı siyasi ikballeri adına istismar eden ikiyüzlüler’ine dönmekte yarar var. Atıfta bulunulan hâkim ulusun “milli mutabakat cephesi” ise eğer, o cenahın, mevcut hâkimiyeti tasfiye etmek üzere yola çıkana ram olmak suretiyle hâkimiyetini gözden çıkarmasını beklemek, akan kanı siyasi ikbali için tasarruf etmekten vazgeçmesini talep etmek beyhude olsa gerek. Peki o zaman ne kalıyor elimizde, denklemi ‘demokratik çözüm’e denkleştirebilmemiz için: Kürt sivil siyaset kurumunun iradesini, mücadelesini, direnişini, devlet üzerinde yaptırım gücü olacak düzeye yükseltmek! Savunması, Kürt Sorunu’nun demokratik çözümü için —somut koşulların nesnel tahliline dayalı— bir ‘manifesto’ olarak kabul görecekse eğer, siyasi istismarcıların Kürt sivil siyaset kurumunda olduğuna da açıkça işaret etmesi gerekmiyor mu(ydu) Demirtaş’ın? İradesi Dağ bürokrasisi ve İmralı’ya ipotekli, düzen içre seçime odaklı siyaset güdenleri? Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçim sonrası son mektubunda şöyle demiyor muydu, Demirtaş: “Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, demokratik Kürt siyasi hareketinin en büyük özelliklerinden biri, sadece bir seçim partisi veya seçim hareketi olmamasıdır.” Parti’nin, “halk mücadelesi ve halk hareketi”ne yaslandığını unutmaması gerektiğini hatırlatmıyor muydu? Eleştirel sesinin kurumlardan kendine yankılandığını, ‘kendini öne çıkarıyor’ düşüncesiyle linç edilmek istendiğini, vefasızlık gösterildiğini, siyasetin toplumsal katta yapıcı bir tarzda örülemediğini, “kraldan çok kralcı” olunduğunu; “kapsamlı bir yeniden yapılanma sürecini başlatma”nın kaçınılmaz, sürece cevap verecek “büyük bir yenilenme hamlesi”nin ihtiyaç olduğunu? Savunmasında, çözüm için, “Türkiye’nin ana akımında yer alan bu ülkenin Alevileri, sosyalistleri, Kemalistleri, Kürtleri, muhafazâkarları ve ayrı bir başlık olarak kadınları bir araya gelmelidir” diyen, “seçim ittifakı gibi kısır ittifaklardan bağımsız bir şekilde nereden geldik, nereye gidiyoruz üzerine tartışıp bir yol haritası çıkarabil[mek]” gerektiğini vurgulayan Demirtaş’ın sivil siyaset kurumunu —müstakil irade sahibi olmanın da ötesinde— siyasi dönüştürücü iradeyi toplumsallaştırmaya, toplumun kendisini siyasi özneler (failler) haline getirmeye çağırması; mağduriyet muhafazakârlığı ve sorunun demokratik çözümü tellallığı ile yetinip çözüm iradesini İmralı’ya havale ederek siyasi ikbal gözeten Kürt siyaset erbabını açıkça işaret etmesi gerekmiyor m(uydu)? Kraldan çok kralcı olduklarını söylediği istismarcılara, “Kral çıplak!” diye seslenmesi?

Karl Marx’la yaklaşalım Demirtaş’a. Marx, maymun anatomisinin anahtarının insan anatomisinde yattığını söyler. Yani, insana bak, maymunu anla. Bugünün verili gerçekliği ‘çözümsüzlük’ anatomisini yansıtıyorsa, bu, denklemimizin (eşitliğin beri yanındaki) bileşenlerinin anatomisine dair de bir şey söylemeli —yukarıda andığım üzere. Belki, Freud’dan da dem vurmalıyız Demirtaş’a. Malum hikâye; Freud, günün erkek-egemen/baba-erkil anatomisine bakarak “İlkel Baba” tahayyülünü gerçekleştirir. Bir zamanlar, kadınlar dahil tüm zenginliğe sahip ceberut bir baba vardır ve tahakkümü altındaki erkek çocuklar tarafından öldürülerek egemenliğine son verilir. Lakin, körle yatanın şaşı kalkmasının kaçınılmazlığı misali, babayı öldüren oğullar babanın yasasını (babanın şiddeti ile özdeşim kurup ayna ikizi olarak) üstlenir ve böylelikle (totemi ve tabusuyla) erkek-egemen kervan yürür. Türklerin ve Kürtlerin babayla (‘devlet baba’) münasebet hikâyesini de (teşbih hoşgörüsüne yaslanarak) benzer minvalde anabiliriz. Türk ‘milli mutabakat cephesi’, babaya tabiiyet üzerine kuruludur (yani, aşılamamış baba ve sopası ile özdeşim kuranların cephesidir orası). Kürtler ceberut babaya zaman zaman isyan ettiler —son isyanda da olduğu üzere. Babayı öldüremediler ama babanın ayna ikizi “Önder”le özdeşim kurarak (‘örgüt kimliği’) büyüdüler. ‘Önder’ devlet babanın eline geçti, İmralı’da babanın ayna ikizi babalıktan (Murray Bookchinler, vs.) farklılaşarak demokratik özerkliğe, demokratik cumhuriyete teşne bir ‘demokratik-siyasi’ kendilik inşa etti.[17] Lakin, Önder’in esas babanın şiddetini üstlenerek kurduğu (ilkel) kendilikle özdeşiminden ekmek yiyen Dağ oralı olmadı —kaldı ki, öylesi sopalı rejimi için münasip/kullanışlı düştüğünden devlet baba da onu (oğullarından saklayarak) tecrit etti.[18] İşte, Demirtaş, babaya isyan edip öldürerek (mütehakkim iradesini şiddetle yıkarak) farklılığını kabul ettirmeye soyunan Dağ ailesinin yolundan sapandır (birilerine göre ‘sapkın’dır o). Demem o ki, Demirtaş, Önder babanın ıslah olmuş (kendinde yıkıp yerine inşa ettiği eşitlikçi-demokratik) meşrebine dahil olandır —Dağ ailesinin de, devlet babanın da işine gelmeyecek bir kopuştur bu. Devlet baba da ekmek yediği âleme halel getireceği kaygısıyla yedi yıldır içeride tutmaktadır onu. Tahir Baba’nın evladı Demirtaş, babayı öldürerek (babaya isyan ederek) babalığını kurmak (Dağ ailesinde kalmak) yerine, gelişerek-olgunlaşarak (İmralı’nın İmralı’da inşa ettiği kumaşa kendini katarak) kurduğu siyasal kimliğiyle tanınmak, kabul görmek istiyor şimdi —Dağ’ın temsil ettiği, cari Kürt sivil siyasetinin tâbi olduğu aile ve kültür onu aile dışına itip yalnızlaştırırken.[19]

Demirtaş, savunmasında, Devlet Baba’dan kopuşu gayet güzel dile getiriyor ama kendisini yalnızlaştıran (aile dışına iten) ikiyüzlülere açık ve doğrudan seslenmekten (aileden kopmama ihtiyacıyla) imtina ediyor. Şunu söyleyebilirim; Devlet’e/iktidara karşı savunusunda kopuşu göze alan Demirtaş, doğrudan eleştiriyi göze alamayarak ‘aile’sine yönelik bir ‘uyum’ savunusu kurmaya çalışıyor.[20][21] Eğer Demirtaş, Kürt siyasetinin verili gerçekliğinden kopuşla Kürt siyasi tarihi ve mücadelesini farklı bir yere doğru bükmeyi murat etmişse yolu kapatanlara doğrudan seslenmeyi ve o sesle yolu açmayı göze alabilmelidir.[22][23][24][25][26]


KAYNAKLAR

[1] Benzer şekilde, Sokrates, varoluşsal etik anlayışını kimsenin yargılamaya hakkı olmadığı iddiasını, –türlü uzlaşı tekliflerini reddedip– baldıran zehrini içmeyi göze alarak sahiplenmişti. Georgi Dimitrov, komünistlerin suçlandığı Reichstag yangınına ve Komünist Parti yöneticilerinin kampları boylamış olmaklığına rağmen Goering’in yüzüne karşı komünist olmanın onurunu ve Sovyetler Birliği’ne bağlılığını haykırmıştı. Sokrates ve Dimitrov gibi, Fidel Castro ve Rosenbergler’in savunuları da kopuş niteliğindeydi. (Yararlanılan kaynak: Savunma Saldırıyor/ Jacques Verges, çev. Vivet Kanetti, Metis Y., 1998.)

[2] 16 Mart 2016’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlediği muhtarlar toplantısında “milletvekillerinin dokunulmazlığı” konusunu gündeme getirdi. Konu, anayasa değişikliği teklifi olarak Meclis’e geldi. Tartışmalar sürer, partilerin olası tavrı değerlendirilirken Başbakan Davutoğlu HDP’ye ilişkin şunları söylüyordu: “HDP’nin ne diyeceği zaten belli ve onların ne dediğinin de ne millet nezdinde ne de bizim nezdimizde hiçbir itibarı yoktur. Millete savaş açanların, millet evlatlarını otobüs duraklarında katledenlerle dayanışma içinde olanların sözlerine itibar edilmez.” Hakkında dosya bulunan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin anayasa değişikliği teklifi TBMM Başkanlığı’na sunuldu. TBMM Anayasa Komisyonu teklifi görüştü —türlü dövüş kıyamet sonrası— komisyonda kabul edilen teklif Meclis Genel Kurulu’nda da (CHP’nin verdiği destekle) 376 oyla kabul edildi. HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk, 58 HDP’li milletvekilinin imzaladığı dilekçe ile kanunun iptali ve yürürlüğünün durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Anayasa değişikliğine ilişkin kanun 8 Haziran 2016’da Resmi Gazete’de yayımlandı.  

[3] Demirtaş’ın savunmasına ilişkin alıntılar Gazete Duvar’ın 11 Ocak 2024’te güncellediği savunma tam metninden yapılmıştır.

[4] Demirtaş, “Seni başkan yaptırmayacağız!” çıkışını 17 Mart 2015’te yapıyor. Sonraki gelişmeleri dikkate alırsak müthiş bir politik sezgiden söz edebilir miyiz?

[5] Demirtaş, hendeklerin açılmasının görmezden gelindiğini, silahlı gençlerin üzerine tankla gidildiğini, sivil halka zulmedildiğini anarak Hendek çatışmalarındaki Fetullahçı darbe tezgâhını işaret ediyor –ki, o harekâtı yürütenler sonradan Meclis’i de bombalamışlardır. Ve şu anlamlı: “Bir devlet bunu neden yapar? Nedenleri daha sonra ortaya çıktı. Devlet Bahçeli ve Erdoğan bunu biliyordu!”

[6] “Kürdistan coğrafyadır var, orayı kabul et. Sınırlarını çizmeye de gerek yok. Tarih boyunca Kürdistan’ın sınırları çizilmemiş coğrafya olarak var. Bunun inkâr edilmemesini istiyoruz. Kürtlerin nüfusunun çoğu Kürdistan coğrafyasının dışında yaşıyor.” Demirtaş, ısrarla, Kürtlerin anavatanının Kürdistan olduğunun, inkârının insanı ve insanlığı inkâr, riya ve onursuzluk olacağının altını çizdi: “Bir siyahi siyahiliğinden utanırsa beyaz olmak isterse bir üzülüyoruz. Utanç duyuyoruz. Bize Kürtlere bu dayatılıyor. Köle lazım size! Hayır, biz özgür insanlarız, bizim milli marşımız var. Kaç Türk bunu biliyor?” Bilmeden huylananlara Demirtaş sonradan açıklama getirdi: “Kürt Milli Marşı Ey Reqîb’i ben yazmadım. 1946’da Mahabad’da Dildar yazdı cezaevinde. Herhalde oradan kafalar karıştı, cezaevi olunca Demirtaş yazdı sanıyorlar.”

[7] Demirtaş Kürt ulusal kimliğinin çerçevesini kurarken sık sık Kürtlerin İslam anlayışına da atıfta bulundu ve “siyasi İslam” tavrından farklılığına işaret etti. Allah’ı bile kandırmayı göze almış (dolayısıyla, dünyevi hukuksal herhangi bir üst iradeyi hakça tanımalarının da beklenemeyeceği) “siyasal İslam fırıldaklığı”ndan farklı bir İslam medeniyetine aitti Kürtlerin Müslümanlığı: “Siyasal İslamcı değil, Müslümanız. Kadın özgürlükçüyüz.” Bilime itibarı dahil (lakin son üç yüzyılda Batı medeniyeti karşısında gerileyerek siyasal İslam sığınağına muhtaç olmuştu) İslam medeniyetini övgüyle anan Demirtaş, Muhammed’in dönemin en büyük sosyalisti, camisinin halk meclisi/ komünü olduğu tespitini paylaştı ve İslam anlayışını daha da derinleştirerek şunu hatırlattı: “Allah’ın kozmik gücü evrenin potansiyeline sinmiştir. Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz gücü etrafında dönmektedir.” Müslümanlara bilhassa okuyup hakikati teslim etmelerini tavsiye ediyordu: “Ekososyalizme en uygun düşünce İslamiyettir.” Demirtaş’ın hukuk dışı (gayri adil) yargısal tezahürleriyle birlikte cari ‘siyasal İslam kültürü’nden farklılığı içinde Kürtlerin İslam anlayış ve yaşayışından dem vuruşu anlaşılabilir. Lakin, Demirtaş’ın dinle kurduğu ilişkide farklı kişisel bir boyutun (derinlik, ihtiyaç) yansıdığı da yadsınamaz herhalde. 

[8] “Kürtçenin eğitim dili olması için yaptığımız etkinliğin üzerinden 9 yıl geçmiş, FETÖ’cü savcı hakkımızda fezleke hazırladı. Kim hakkımızda fezleke hazırlasa kurtuluyordu. Kim ki bize çok ceza verdi, bakan yardımcısı oldu, HSK’ya alındı. Bu fezlekeleri hazırlayanlar ödüllendirildi. Bakın bir konuşmada ‘Putin ile görüşmek için dört takla atıyorsunuz’ demişim. Bana cumhurbaşkanına hakaretten üç buçuk yıl ceza verildi.”

[9] Demirtaş savunmasında Bahçeli-Erdoğan ittifakının tarihinin 15 Temmuz olmadığını, ittifakın 7 Haziran gecesi kurulduğunu vurguladı: “Kürtlere karşı dışarıda ve içeride savaşacaksan seni başkan yapacağız dediler.” Kurulan kumpas görülmekte olan davaya da yansımıştı. Devletin yan gücü olan Ülkücü güç ilk kez devleti ele geçirmişti. Yedek güç değil, bizzat devletin sahibi idiler artık. İttifak; Ülkücüler, Ergenekoncular, Perinçekçiler, siyasal İslamcılar arasında kurulmuştu. Bazı muhaliflerin Cumhur İttifakı’ında arıza var tespiti de doğru değildi. Devlet şu ân MHP’ydi ve devleti MHP yönetmekteydi. Birçok adliyede MHP mafya terörü vardı. Fetullahçılar’ı darbe girişimlerinde oyuna getiren de anılan ittifaktı.  

[10] Verge şöyle der: “Diyalog isteği siyasi nedenlerle baştan mevcut değilse ve mevcut olması olanaksızsa, sanığın anlayış elde etmek için yapacağı her deneme, uyum davasını kusursuzca taklit etse dahi, korkunç bir hezimetle sonuçlanacaktır.” (Savunma Saldırıyor, s. 27.)

[11] Demirtaş’ın babası Tahir Usta, 31 Aralık 2023’te vefat etti. Savunması süren Demirtaş babasının cenazesine katılmamayı seçti. Avukatı Ramazan Demir, Demirtaş’ın babasına veda notunu sosyal medya hesabından paylaştı. El yazısı notunda şöyle diyordu, Demirtaş: “Merak etme baba, yüreğimiz bu hücreden büyüktür. Hakkını helal et. Nasırlı emekçi ellerinden bin defa öpüyorum. Mekânın cennet olsun!”

[12] Demirtaş, Hendek çatışmaları münasebetiyle suçlama konusu yapılan “demokratik özerklik” kavramına açıklık getirirken, kavramın (ya da açılımın) tüm seçim beyannamelerinde yer aldığının; sözgelimi DTP’nin tutum belgesinde (2010) halkın karar süreçlerine katılımı demek olan kavrama yer verildiğinin; 2014 seçimlerinde kampanyalarının sloganının “Demokratik Özerklik ile Özgür Kentler” olduğunun ve hiçbir zaman da yasaklanmadığının (tutumun HDP için de geçerli olduğunun) altını çiziyor: “Demokratik özerkliği bugüne değin hep savunduk. Sistematik bir biçimde hiçbir taviz vermeden bir düşünceyi siyasi program olarak savunmuşuz.” Dolayısıyla, demokratik özerklik fikri hendek-barikatla ortaya çıkmış değildir; DEM Parti programında da vardır; terör faaliyeti gibi ya da bölücülük olarak görülmesi doğru değildir. (Demirtaş, özerkliğin somut olarak nasıl yapılandırılacağını da tarif ediyor.)

[13] Demirtaş savunmasında çok şey anlattı. Ayrı ayrı kıymetli. Ancak, bu yazının muradı, söylenen kıymetli çok şeyin ve ihsas düzeyinde kalanın örttüğü şeyi görünür kılmaktır. Dahası, Kürt siyaset kurumunun savunmayı örten sessizliğinin neyi örttüğünü açığa çıkarmak.

[14] Demirtaş, savunmasında, silahların susturulmasının ötesinde yüz yıllık ‘Kürt Sorunu’nun çözümü için de Öcalan’a gidilmesinin kaçınılmaz olduğunun altını çiziyor. ‘Madem PKK ile savaş yürütüyorsun onun önderi ile konuşacaksın’ derken, yanına, “demokratik özerklik uzlaşma ile olur, rıza üzerine inşa edilir; silah ile olmaz, hendek ve barikatla olmaz”ı da iliştiriyor. Değerlendirmem o, ‘siyaset’ ve ‘müzakere’nin eşdeğerli kıymetini anarken Kürt Sorunu’nun çözümünde İmralı’nın iradesini siyasetin önüne çıkarıyor Demirtaş  (“Çözüm önerimiz açık, aleni. Bir masa etrafında oturup konuşalım… Kiminle konuşulacağı soruluyorsa bu son derece gereksizdir. Kürtlerin temsilcileri vardır… Biz bu yüzden Abdullah Öcalan diyoruz”). Ya da, iki arada bir derede kalmaklık hali yahut ‘aileden kopmamış olma’ ihsası.

[15] Hatip Dicle, 8 Kasım 2023’te Ahmet Dicle’ye verdiği (ve twitter’da paylaşılan) mülakatında, Öcalan’ın ’93 Newroz’u öncesi (17 Mart) Özal’la münasebeti dahilinde ilan ettiği tek yanlı ateşkesten 2008-2011 Oslo Süreci ve nihayetinde (içinde Dolmabahçe Mutabakatı ve mutabakat masasının devrilmesi de dahil) Aralık 2012-Nisan 2015 Çözüm Süreci’ne uzanan tarihsellik içinde Öcalan’ın açtığı müzakere fasıllarının Devlet tarafından nasıl karşılandığının (nasıl kullanılıp nasıl nihayetlendirildiğinin: ‘Sen önce silahlı mücadeleyi bitirdiğini söyle!’) bir dizi örneğini de vermiş oluyor.

[16] ‘Ver silahı, al demokratik çözümü’, Türk toplumu/devleti kadar ve ama asıl —kırk yıldır Dağ bürokrasisinin vesayetinde yaşamış— Kürt toplumunun demokratik geleceği açısından da sorgulanmaya değer.

[17] Kimin söylediğini şimdi anımsamıyorum ama denk geldi: “Devrimcinin onuru [marifeti ya da mahareti de diyebiliriz] yıkmak değil, inşa etmektir.”

[18] Öcalan, —Hatip Dicle’nin anlatısından öğreniyorum— “Mandela’ya hak veriyorum; yapabileceklerimi yapmak için fiziki özgürlüğüm şart” demiş. Mandela’nın şartlarının farklılığını bir yana koymakla birlikte, asıl, Öcalan’ın ‘barışçıl-demokratik’ yönelimli fikriyatının maruz kaldığı tecritin önemli olduğunu düşünüyorum ben.

[19] Bilindiği üzere, ergenlikte ödipal çatışma yeniden alevlenir. Geçmişte/derinlerde babayla çatışmasını aşamamış (takılıp kalmış) olanlar ergenlikte işi serkeşliğe vurma eğilimindedir —baba şiddetle reddedilir; reddedilen babanın bir örneği olmak suretiyle babaya kafa tutulur (babalanılır). Söz konusu çatışmayı layıkıyla halletmiş olanlarsa gerçekten özgün, sahici, özerkliği temin eden farklılıklarıyla babayı aşarlar. Eril şiddet kültürünün (eril tahakkümün) ailesine mensup olanlar (babalanma kültürü mensupları) bu ikincileri elbirliğiyle aşağılar, değersizleştirir, erişemedikleri şeyi mundar addederler. (Faşistlerin entelektüeli aşağılaması, bir sapkın —“entel-dantel”— olarak değersizleştirmeye çalışması da benzer kaynaktan beslenir.)

[20] Demirtaş’ın savunusunda Öcalan’ın kutsanan kimliğine göndermelerinin ötesinde, ‘ulusal kimlik’ bağlamında İslam ve Kürt inanç dünyasına sıklıkla atıfta bulunmasını da aileye aidiyet kaygısına yoruyorum ben.

[21] Okurun dikkatini şuna çekmek isterim: ‘Çıkarımlar’ başlığı altında söylediklerim, Demirtaş’ın —mahkeme heyetine yönelik— savunmasında ‘doğrudan’ mevcut/cari Kürt sivil siyaset bürokrasisini karşısına alarak eleştiri yapması gerektiğine değil; Kürt sivil siyasetinin ‘çözüm’ denklemini kurmak üzere yapıcı/yaptırımcı yol alabilmesi için Demirtaş’ın tavrının ne olması gerektiğine işaret etmek üzere kaleme alınmıştır.

[22] Yazımın ana izleği Demirtaş’ın savunmasını kopuş ve buluşma hatlarıyla değerlendirip o boyutlara ilişkin çıkarımlarda bulunmak üzerine kurulduğu için o farklı sesle nasıl bir yol açılacağına dair paylaşımda bulunamıyorum. Ancak şunu söyleyebilirim; mesele, anayasal eşit yurttaşlık bağlamında Kürt ulusal kimliğinin tanınması, demokratik ulus kabulü, oraya doğru yol almak üzere demokratik özerklik/özyönetimse, siyasi mücadele hattının ulusallık katında kurulması (farklı ideolojik yönelim ve sınıfsal aidiyetlerin ötesinde en geniş yelpazeye içerilmesi, mücadelenin tek bir siyasetin tekeline mahkûm edilmemesi) icap eder. Ulusal kimlik algısının kuruluşunda Dağ efsanesinin payını da hesaba katarsak, açılacak yolun, Hegel’in “aufhebung” (içererek aşmak, iptal etmek) kavramıyla karşılanması uygun olacaktır. Kuşkusuz, Türkiye sol/sosyalist demokrasi güçlerinin de ortak siyasi coğrafyada halk/lar özgür olmadıkça kendilerinin de özgür olamayacağını, sınıf temelli mücadeleyle halk(lar)ın özgürlük mücadelesinin iç içe geçmesinin bir zaruret olduğunu idrak etmeleri temennisiyle birlikte.   

[23] Önceki dipnotla da bağlantılı olarak, söz konusu yolun açılışını Kürt halkının özneliğine yormamızın hikmetini Hegel’in “efendi-köle” diyalektiği içinde mütalaa etmekte yarar var. Zira, ‘efendi’, ‘köle’ karşısında —tek yanlı— kabul edilmişlik özbilinci ile vardır. Dolayısıyla, karşılıklı kabul edilme özbilincini kuracak olan (kölelik ilişkisi içinden geçmiş, köleliği diyalektik olarak ortadan kaldırmaya yatkın) köledir. (Tabii, ‘efendi’ – ‘köle’ kategorilerini günün somut gerçekliğine yansıtılmış nitemler olarak almamak, felsefi duyarlık hattında kalmak şartıyla!) Şunu da ekleyeyim; savunmasının sonunda çözüm önerileri olarak sunduğu yedi maddenin 5.’sinde, “Geçmişte yaşanan acıların, işlenen suçların araştırılıp hakikatle yüzleşmenin sağlanması” gereğini dile getiriyor Demirtaş. Ben, bütün bu söylediklerimle, son kırk yılın ne getirip ne götürdüğü, yaşananlarla yüzleşme ve hakikat arayışının bilhassa da Kürt toplumu için elzem olduğu, Demirtaş’ın farklı yol açışının böylesi bir hesaplaşmayı kaçınılmaz kıldığı kanaatindeyim.

[24] Yusuf Ekinci, Kürt Sekülerleşmesi/ Kürt Solu ve Kuşakların Dönüşümü’nde (İletişim Y., 2020) sekülerleşmeyi ivmelendiren ‘Kürt solu’ndan söz ediyor. Bense, Ekinci’nin aktardıklarında, gerçek sol/siyasi özne haline gelememiş (giderek sözü edilen sol siyasete itimadı sarsılmış) Kürt halkının çözünüşünün (kendiliğinden asimilasyonun) bir emaresini görmüştüm öncelikle. Hatta, hayal kırıklığı, küskünlük ve itimatsızlığın yer yer manevi çürümeye yol açtığı izlenimimi de ekleyerek.

[25] Savunmanın tam metni UYAP’a düşmüş müdür bilmiyorum —ben bu yazıyı hazırlarken yoktu. Savunma (Demirtaş’ın denetiminde) bir kitap olarak temize çekilir ve savunmaya yönelik değerlendirmelerle birlikte yayımlanırsa demokrasi mücadelemiz adına müstesna bir kazanç olacaktır elbet.

[26] Ben bu yazıyı (25. dipnotuyla birlikte) noktaladıktan sonra Başak Demirtaş, eşini ziyareti sonrası, “biz” kipini kullanarak İBB için —partisi de uygun görürse— aday (adayı) olma arzusunu/arzularını ‘İrfan Aktan’a dile getirdi (dolaylı olarak ilgili çevrelere beyan etti). Gelişmeyi yazımın ruhuyla değerlendiren —biz— iyimserler, bu hamleyi, bazı siyasi kazanımlara yönelik ‘mübadele politikası’ndan ziyade Demirtaş’ın mevcut parti bürokrasisini kırıp kendi anlayışına yeni bir siyaset alanı açma müdahalesi olarak değerlendirirken seçim pazarı tezgâhlarında kartlar yeniden dağıtılmaya başladı —pazar epey hareketlendi-renklendi. Toz-duman arasında parti elçisinin Edirne ziyareti de oldu. Nihayetinde Başak Demirtaş, “Tüm halkımız ve partililerimiz bilmeli ki bütün kararlar Partimizle tam bir uyum ve koordinasyon içerisinde alınmıştır,” diyerek “İBB adaylık beyanı[nın] bir başvuruya dönüşmemesi konusunda” Parti ile görüş birliğine vardıklarını ifade edip oyunu noktaladı. Yaşananlardan Parti’nin ve DEM’i destekleyen halkın yeni bir güç devşirdiği Selahattin Demirtaş dahil olayın kahramanları tarafından teyit edildi. Tarihi ‘Demirtaş Kobanê Savunması’ âdeta sisler arasında hatırlanan bir rüyaya dönüşürken onlar erdi muradına biz uzandık kerevete —yeniden.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir