Avrupa Parlamentosu seçimleri ve yarışan Avrupa tahayyülleri

Avrupa Parlamentosu seçimleri ve yarışan Avrupa tahayyülleri

AB’nin jeopolitik önemdeki adımlarından genişleme hamlesi de bu süreçten yara alabilir. İçlerinde Türkiye’nin de olduğu 9 aday ülkenin ve bir potansiyel aday ülkenin içinde olduğu genişleme sürecine hazırlık olarak öngörülen AB’nin kurumsal reformu aşırı sağın güçlendiği bir AB’de oldukça zorlu bir sürece dönüşebilir.

2024 dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi AB için de önemli bir seçim yılı. Avrupa Parlamentosu’nun (AP) üyelerini seçmek üzere yapılan seçimler bu sene 10’uncu kez yapıldı. 6-9 Haziran tarihlerinde 27 AB üyesi ülkede yapılan ve Avrupa seçimleri olarak adlandırılan bu seçimler ile türünün tek örneği olan, çok uluslu AP’nin 720 üyesi belirleniyor. 27 AB üyesi devlette yapılan seçimler ile her ülke nüfusu ile doğru orantılı sayıda vekili AP’ye göndermiş oluyor. Ancak bu vekiller seçildikten sonra AP’de ulusal temsil temelinde değil, siyasi grup temelinde görev yapıyor.

Seçime giren ulusal partilerin mensubu oldukları çokuluslu parti grupları AP’deki siyasi dağılımı belirliyor. Örneğin bir Alman seçmen oyunu Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) Partisine verdiğinde, seçtiği vekil AP’de CDU’nun üyesi bulunduğu Avrupa Halklar Partisi bünyesinde görev yapıyor. Ulusal bir parti henüz herhangi bir parti grubunun üyesi değilse veya Almanya siyasetinin radikal sağ partisi olan Almanya için Alternatif (AfD) Partisi’nin durumunda olduğu gibi mensubu olduğu parti grubundan atılmışsa veya aday bağımsız olarak seçime girmiş ve seçilmişse bağımsız üye olarak da görev yapabiliyor. Yeni bir parti grubu oluşturmak da mümkün ancak bunun için en az yedi farklı ülkeden 23 AP üyesinin bir araya gelmesi gerekiyor. 

Siyaset bilimciler Karlheinz Reif ve Hermann Schmitt’e atıfla, Avrupa seçimleri genellikle ulusal hükümetlere yönelik tepki veya güven oylamasına dönüşen “ikinci sırada gelen” seçimler olarak adlandırılır. AP’nin AB kurumsal sistemi içinde ve karar alma sürecindeki artan önemine rağmen ulusal veya yerel seçimler kadar önem verilmez ve rağbet görmez. Bunun yanı sıra genellikle oy vermeye gidenler tepkilerini ve kızgınlıklarını veya huzursuzluklarını yansıtmak ve hükümetlerine ve siyasetçilerine bir mesaj vermek için seçimleri bir araç olarak kullanırlar. Bu açıdan aşırı sağa giden oyları yadırgamamak gerekir. 

AP SEÇİM SONUÇLARINA BAKIŞ: AŞIRI SAĞIN KONUMU

Seçimler öncesinde aşırı sağ olarak nitelendirilen aşırı milliyetçi, yerlici ve Avrupa şüphecisi partilerin yükselişi endişe kaynağı olmuştu. Seçim sonuçlarına baktığımızda merkez sağ ve solda yer alan üç parti grubunun toplamda 400 sandalye kazanarak AP çoğunluğuna sahip olduğunu görüyoruz. Merkez sağ ulusal partilerin oluşturduğu çokuluslu parti gruplarından Avrupa Halklar Partisi (EPP) 186 sandalye ile birinci parti olurken, Sosyalist ve Demokratlar Grubu 135 sandalye ile ikinci sırada geldi. Üçüncü sırada ise liberal sağ olarak adlandırabileceğimiz Avrupa’yı Yenile parti grubu geliyor.

Parti grupları arasında en fazla oy kaybedenleri 23 sandalyelik kayıp ile Avrupa’yı Yenile adlı liberal grup ve 18 sandalye kayıp ile Yeşiller oluşturuyor. Aşır sağ partilerden oluşan iki Grup olan ‘Avrupa Muhafazakar ve Reformcuları’ ile ‘Kimlik ve Demokrasi’ Grupları ise toplamda 13 sandalye kazanmış oldu. Aşır sağ kendi içinde çok parçalı ve çok başlı bir yapıya sahip ve tek bir blok halinde hareket edemiyor. Ayrıca Ukrayna’ya verilen destek, AB politikalarına yaklaşımlar, kültürel kimlik gibi konularda aralarında önemli ayrışmalar bulunuyor. Almanya’daki seçimlerde Hıristiyan Demokratların arkasından ikinci sırada gelen aşırı sağ ‘Almanya için Alternatif’ (AfD) Partisi ise şu anda hiçbir siyasi gruba ait değil. Ancak 15 sandalye ile AP’de temsil edilecek. AfD üyesi bulunduğu Kimlik ve Demokrasi Grubundan, partinin önde gelen adaylarından Maximilian Krah’ın Nazi SS’lerin aslında suçlu olmadıkları ile ilgili yaptığı açıklama üzerine atılmıştı. Parti, Kimlik ve Demokrasi Grubu’na tekrar dönmek amacıyla Krah’ı AP’ye göndermeme kararı aldı. 15.2 31.5

AP seçimlerinin en ilgi çekici sonuçlarından biri ise ulusal siyaset üzerinde doğurduğu sarsıcı etki oldu. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron seçimleri aşırı sağ Ulusal Birlik Partisi’nin oyların % 31,5’ini alarak ilk sırada tamamlaması ve kendi partisi olan Rönesans’ın % 15,2 ile ancak yarısı kadar oy alabilmesi sonrasında Parlamentoyu feshetme ve erken seçime gitme kararı aldı. Belçika’da da Başbakan Alexander De Croo aynı şekilde aşırı sağ Vlaams Belang’ın başarısı üzerinde istifa edeceğini açıkladı. Almanya’da ise koalisyon hükümetinin lideri Olaf Scholz’un Partisi Sosyal Demokratların oyların % 14’ünü alarak CDU ve AfD’nin ardından üçüncü sırada gelmesi ve iki koltuk kaybetmesi ile koalisyon ortağı Yeşillerin % 11 oyla dördüncü sırada gelmesi  ve dokuz koltuk kaybetmesi sebebiyle istifa çağrıları yapılsa da bu gerçekleşmedi. Aşırı sağın iktidarda olduğu İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin Partisi İtalya’nın Biraderleri oyların % 29’unu alarak seçimleri ilk sırada tamamladı. Avusturya’da da skandallarla gündeme gelen aşırı sağ Özgürlük Partisi (FPÖ) oyların % 25’ini alarak seçimleri ilk sırada tamamladı. 

AP’de merkez sağ EPP Grubunun üyesi olan ancak otoriterlik yanlısı siyaseti sebebiyle aşırı sağ olarak nitelendirilebilen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Partisi Fidesz de seçimlerden birinci parti olarak çıkarken, Fidesz’den ayrılarak yeni bir oluşuma giden Peter Magyar’ın Partisi Saygı ve Özgürlük ise ikinci oldu. İlk defa AP’de temsil edilecek olan Saygı ve Özgürlük Partisi merkez sağ EPP lideri Manfred Weber’den davet alırken, Orban  Meloni’nin Partisi olan İtalya’nın Biraderlerinin olduğu aşırı sağ partileri bünyesinde barındıran Avrupa Muhafazakar ve Reformcuları Grubuna göz kırpıyor. Polonya’da ise Fidesz gibi otoriterlik yanlısı politikaları ile dikkat çeken Hukuk ve Adalet Partisi, iktidarı kaybettiği Sivil Koalisyonun az bir farla arkasından ikinciliği aldı. Öte yandan, İsveç, Finlandiya ve Danimarka gibi bazı ülkelerde sosyal demokrat ve yeşil partiler seçimi ilk sırada tamamladı ve Hollanda’da da ulusal seçimlerden birinci olarak çıkan Avrupa seçimlerinde Yeşil sol ve İşçi Partisi ittifakının ardından, Wilders’in Özgürlük Partisi (PVV) ikinci olabildi. Yani aşırı sağ sadece belirli ülkelerde başarı kazanmış oldu. 

Siyaset bilimciler Karlheinz Reif ve Hermann Schmitt’e atıfla, Avrupa seçimleri genellikle ulusal hükümetlere yönelik tepki veya güven oylamasına dönüşen “ikinci sırada gelen” seçimler olarak adlandırılır. Oy verme oranları da genellikle % 50 civarında hatta daha da altındadır. AP’nin AB kurumsal sistemi içinde ve karar alma sürecindeki artan önemine rağmen ulusal veya yerel seçimler kadar önem verilmez ve rağbet görmez. Bunun yanı sıra genellikle oy vermeye gidenler tepkilerini ve kızgınlıklarını veya huzursuzluklarını yansıtmak ve hükümetlerine ve siyasetçilerine bir mesaj vermek için seçimleri bir araç olarak kullanırlar. Bu açıdan aşırı sağa giden oyları yadırgamamak gerekir. 

Aşırı sağ partilerin göç konusundaki dışlayıcı politikaları Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün gelişini mümkün kılacak resmi göç politikalarını da zorlaştıracak ve var olan göçmen kökenlilerin hüsnü kabul görme halini ve entegrasyonunu tehlikeye sokacaktır.

AŞIRI SAĞIN YÜKSELİŞİ VE AVRUPA’YA BAKIŞI

Fransa’daki Ulusal Birlik (RN), Almanya’daki Almanya için Alternatif (AfD), Avusturya’daki Özgürlük Partisi (FPÖ), İtalya’daki İtalya’nın Biraderleri Partisi, Hollanda’daki Özgürlük Partisi (PVV), Belçika’daki Flaman Çıkarı (VB) Partisi gibi farklı örnekleri olan Yeni Sağın yükselişi aslında yeni bir olgu değil. Soğuk Savaşın bitimi ve SSCB’nin dağılması sonrasında sosyal demokrasinin de bir krize girmesi ve liberalizmin küresel yükselişi ile birlikte tepki oyları aşırı uçlara yönelmiş ve popülist partiler bu oyları kendilerine yöneltmek için halkın günlük sorunları ve endişelerini kullanan söylemler ve stratejiler benimsemeye başlamıştı. Özellikle 2008-10 küresel mali krizi ve arkasından gelen mülteci krizi, pandemi ve Ukrayna Savaşı ile birlikte artan jeopolitik belirsizlikler, ekonomik sorunlar ve göç ile ilgili kaygılar aşırı sağın oylarını artırmasına yol açtı. Merkez partilerin bu krizlere çözüm bulmakta zorlanması, krizleri öngöremeyen kısa vadeli politikaları ve bütçe kısıtlamaları sebebiyle aşınan sosyal devlet imkan ve hizmetleri, siyasi yelpazede aşırı sağın ve popülist hareketlerin kullanabileceği bir boşluk doğmasına yol açtı. 

Günümüzde aşırı sağın yükselişi ile ilgili endişe verici olan olgu İtalya’da gördüğümüz gibi artık bu kökenden gelen parti ve liderlerin karar alma pozisyonunda olmaları ve merkezi ele geçirmeleri olgusu olarak nitelendirilebilir. Özellikle Fransa ve Almanya gibi AB’nin merkez ülkelerinde güç kazanmaları AB’nin geleceği açısından endişe kaynağı oluşturuyor. Fransa’da yapılacak olan erken seçimlerde Ulusal Birlik Partisi’nin kazanması ve gençler arasında çok popüler olan lideri Jordan Bardella’nın Başbakan olması İtalya’dan sonra ilk kez büyük bir AB üyesi ülkede aşırı sağın önemli bir yürütme kademesine yükselmesi sonucunu doğurabilir. Meloni örneğinde merkeze oldukça yaklaşan ve normalleşen bir aşırı sağ hareket söz konusuyken, her ne kadar son dönemde söylemlerini yumuşatmış olsalar da başta Ulusal Birlik’in eski lideri ve Cumhurbaşkanı adayı Marine Le Pen olmak üzere Avrupa entegrasyonuna oldukça şüpheyle yaklaştıkları ve Rusya’ya yakın durdukları görülüyor. Ayrıca Eric Zemmour’un “Yeniden Fetih” Partisi ve sol popülist olarak adlandırılan   Jean-LucMélenchon’un  “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketi gibi partiler de Fransa siyasetindeki merkezden uzaklaşma ve radikalleşme eğilimlerini ortaya koyuyor. Almanya gibi Nazi geçmişine sahip olan bir ülkede göçmenlere karşı radikal politikalar öngören AfD gibi bir partinin gücünü artırması da oldukça endişe verici. Bugüne kadar diğer partiler bu parti ile herhangi bir koalisyon kurmayı reddettiler. Ancak artan oyları ve giderek daha fazla kabul gören aşırı söylemleri ile bu partinin ve benzerlerinin Avrupa siyasetinin görmezden gelinemeyen bir unsuru haline geldiğini de tespit etmek gerekiyor. 

Aşırı sağın güç kazanması ve siyasette karar alıcı konumlara gelmesinin AB’nin geleceği açısından çeşitli sonuçları olabilir. Öncelikle bu partilerin korumacı, yerlici ve ulusalcı çizgide olmaları, ulusal sınırların kalkması, tek para birimi, sınırsız ticaret ve dolaşım alanı ve tüm bu uygulamaları mümkün kılan egemenlik paylaşımı ve yetki devri ilkelerini öngören bütünleşik Avrupa tahayyülü yerine uluslar Avrupası tahayyülünü getirmeyi hedefler. AB’nin uluslarüstü nitelikleri yerine hükümetler arası işbirliği modelini yeğleyen bu partiler ulusal hükümetlerin sürücü koltuğunda olduğu ve AB’nin supranasyonel kurumlarının arka koltukta seyahat ettiği bir Avrupa’yı gerçekleşmek isteyecektir. Böyle bir Avrupa ise bütünleşik ve federal Avrupa tahayyülüne doğru yol almayı zorlaştıracak ve engel olacaktır. 

AB’nin jeopolitik önemdeki adımlarından genişleme hamlesi de bu süreçten yara alabilir. İçlerinde Türkiye’nin de olduğu 9 aday ülkenin ve bir potansiyel aday ülkenin içinde olduğu genişleme sürecine hazırlık olarak öngörülen AB’nin kurumsal reformu aşırı sağın güçlendiği bir AB’de oldukça zorlu bir sürece dönüşebilir.

AB’NİN GENİŞLEMESİ YARA ALABİLİR

Aşırı sağ partilerin göç konusundaki dışlayıcı politikaları Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün gelişini mümkün kılacak resmi göç politikalarını da zorlaştıracak ve var olan göçmen kökenlilerin hüsnü kabul görme halini ve entegrasyonunu tehlikeye sokacaktır. AB’nin zaten giderek katılaşan ve sıkılaşan göç politikası AB değerleri ile giderek daha fazla tezat oluşturacaktır. AB’nin amiral politikaları olan Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi ilerici alanlarda ilerlemeyi yavaşlatan ya da alınan önlemlere istisnalar getirerek sulandıran ve orta sınıf üzerindeki yükü hafifletmek söylemiyle yeşil dönüşümün etkisini azaltan politikalara imza atmak isteyeceklerdir.

AB’nin jeopolitik önemdeki adımlarından genişleme hamlesi de bu süreçten yara alabilir. İçlerinde Türkiye’nin de olduğu 9 aday ülkenin ve bir potansiyel aday ülkenin içinde olduğu genişleme sürecine hazırlık olarak öngörülen AB’nin kurumsal reformu aşırı sağın güçlendiği bir AB’de oldukça zorlu bir sürece dönüşebilir. 2005 yılında Anayasal Antlaşmanın reddedilmesine yol açan Fransa ve Hollanda’daki referandumlar ve Brexit sürecinde yaşanan AB karşıtı söylemde olduğu gibi genişleme süreci popülist bir geri tepmeye feda edilebilir. AfD, FPÖ, FN gibi aşırı sağ partilerin Rusya’ya yakın duruşları dikkate alındığında AB’nin Ukrayna’nın yanında, Rusya’ya karşı oluşturduğu ortak cephenin devamlılığı da zora girecektir. Ancak bu partilerin siyasetlerinde yumuşamaya gitmeleri ve/veya onlara karşı oluşturulacak merkez sağ veya sol koalisyonların etkili olması suretiyle bu olumsuz ihtimallerin gerçekleşmesi de önlenebilir.

Her durumda, giderek daha fazla yetkiyi elinde toplayan AB’nin toplumsal muhalefet ile karşı karşıya kalması, Avrupa halklarını ikna etmekte ve Avrupa siyasetine katılımlarını sağlamakta zorlanması, vatandaşların yaşadıkları zorlukların sebebi olarak popülist siyasetçiler tarafından günah keçisi olarak ilan edilmesi önümüzdeki süreçte de devam edecek olgular olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir