Kişilik suikastlarının 50 tonu: “Bedelli eleştirmenlik” çağında Siyonizm, yolsuzluk vs. karşıtı olmak

Kişilik suikastlarının 50 tonu: “Bedelli eleştirmenlik” çağında Siyonizm, yolsuzluk vs. karşıtı olmak

Eleştirilere, hoşlanılmayan görüşleri seslendirenlere sözlü iftiralar yapmakla yetinmeyip onları işlerinden etme, haklarından mahrum kılma, yasal kovuşturma hatta hapis cezasıyla karşı karşıya bırakma da hem Türkiye’de hem dünyada giderek daha sık görülen pratikler oldu ne yazık ki. Eleştirenlere bedel ödetilmesinin neredeyse normalleşmeye başlaması insanlığın vardığı noktanın vahim bir yansıması.

Avusturya asıllı büyük felsefeci Karl Popper’ın eserleriyle ilk kez ODTÜ’de öğrenci olduğum yıllarda tanıştım. Eski bir yazımda da anlattığım gibi, 20. yüzyılın en önemli felsefecilerinden olan Popper’ın başta yanlışlanabilirlik kriteri/ilkesi olmak üzerine bilim felsefesine yaptığı katkıları keşfetmem, entelektüel gelişimimdeki dönüm noktalarından biri oldu.

Popper anılarında, bilimsel önermeleri (bilimsel olmadığı halde bazen bilimselmiş gibi gözüken ya da gösterilen) bilimselimsi önermelerden ayırmaya yarayacak bir kriter olarak yanlışlanabilirlik ilkesini keşfetmesine zemin hazırlayan bir gözlemini anlatır. Gözlem Marx’ın tarih, Freud’un psikanaliz ve Adler’in bireysel psikoloji teorileri etrafında yapılan ve Popper’ın çok genç yaşlarında tanık olduğu tartışmalara dayanır. Bu gözleme göre, bu teorilerin angaje taraftarları kendi destekledikleri teoriye dair

Eleştirilere kulak vermek yerine eleştirenlerin kimliğine odaklanmak

diye özetlenebilecek ortak yönteme çokça başvurmaktadır. Mesela angaje Marksistlere göre, Marx’ın tarih kuramına yönelik eleştiri ya da itirazlar, eleştirenlerin sınıf çıkarlarının tehdit altında olduğunu hissetmelerinden kaynaklanır. Benzer biçimde angaje Freudçular psikanalizi eleştirenlerin, bunu çocukluklarında başlarına gelenlerle ya da Oedipus kompleksleriyle yüzleşmek istemedikleri için yaptıklarını iddia ederler. Keza Adler’in bireysel psikolojisini eleştirenlerin bu tavırlarının altında aşağılık kompleksleri yatmaktadır.

Genç Popper eleştirileri onların içeriklerini değerlendirerek değil kimden geldiklerine dair (çoğu da doğrulanamaz/ispatlanamaz) tanımlar/suçlamalarla geçersiz kılmaya çalışmak biçimindeki bu eğilimi gözlemekten büyük rahatsızlık duyar. Rahatsızlık duyar çünkü bir görüşün geçerliliğini savunmak için onu eleştirenlere saldırmaya kalkmak, eleştirenin kim olduğundan bağımsız olarak hatalı ya da yanlış olan yanlarını saptamayı ve belki tamir etmeyi imkânsız kılmaktadır.

Popper’ın anlattığı rahatsızlığın benzerini ben de, en azından onun eserleriyle tanıştığım yaşlardan itibaren hissettim. Zaman içinde, eleştirileri cevapla(ma)mak için eleştirenlerin kişiliğine dayalı itiraz ya da karşı önermelere  başvurmanın ardında yatan nedenlerin basit entelektüel yetersizlikten, ciddi ahlaki zafiyetlere ve kişilik bozukluklarına uzanan geniş bir aralıkta yer aldığını fark ettim. Sonradan Latince ad hominem sıfatıyla tanımlandığını öğrendiğim bu tür önermelere (argumentum ad hominem) Türkçe’de

Kişi karalama safsatası

deniyor. Safsata (İngilizce fallacy; Osmanlıca kıyas-ı batıl) mantıkçıların mantıksızca akıl yürütme/muhakemeye dayalı önermeleri (iddiaları) tarif etmekte kullandıkları teknik bir terim. Kişi karalama safsatası da mantıksız akıl yürütme eyleminin çok sayıdaki yaygın, sık rastlanan türlerinden biri.

Eleştirilere, hoşlanılmayan görüşleri seslendirenlere sözlü iftiralar yapmakla yetinmeyip onları işlerinden etme, haklarından mahrum kılma, yasal kovuşturma hatta hapis cezasıyla karşı karşıya bırakma da hem Türkiye’de hem dünyada giderek daha sık görülen pratikler oldu ne yazık ki.

Türkiye’deki kullanımı son yıllarda tarihte hiç olmadığı kadar artmış durumda olan bu safsata türünü özellikle profesyonel siyasetçilerin ya da siyasi tartışmalara girmeye hevesli amatörlerin ağzından duymadığımız gün neredeyse geçmiyor. Türkiye’de şimdilerde ulaştığı tarihi zirvesine giden süreç biraz daha erken başladı ama son yıllar, bu karalama hatta çamur atmaların dünyada da yeniden yaygınlaşmasına tanık oldu. Pek çok ülkede yolsuzluk yaptığı, görevi kötüye kullandığı ya da ihmal ettiği, kanunsuz/usulsüz işler çevirdiği iddia edilenler bu iddiaları çürütmeye çalışmak yerine, iddiaları seslendirenleri terörist, bölücü, vatan haini, bayrağa/ezana saygı göstermeyen vs. olmakla suçluyorlar (safsatanın kullanımının yaygınlığı yolsuzluk, kanunsuzluk, usulsüzlük vb.’nin yaygınlığıyla da doğru orantılı kuşkusuz).

Gerçekten de kişi karalama safsatasının kullanımı bazen mantıklı (ya da mantıkla) muhakeme yapma becerisi gelişmemiş insanların entelektüel zafiyetinin yansıması ama son zamanlarda Türkiye ve dünyada asıl yaygın olan biçimi entelektüel zafiyetten çok ahlaki zafiyetten kaynaklanan bilinçli kullanımları. Tabii bilinçli yapılanlar basit mantık hatalarından ziyade düşük ahlak göstergesi iftiralar ya da İngilizcede dendiği gibi kişilik suikasti (character assasination) girişimleri aslında. Eleştirilere, hoşlanılmayan görüşleri seslendirenlere sözlü iftiralar yapmakla yetinmeyip onları işlerinden etme, haklarından mahrum kılma, yasal kovuşturma hatta hapis cezasıyla karşı karşıya bırakma da hem Türkiye’de hem dünyada giderek daha sık görülen pratikler oldu ne yazık ki. Eleştirenlere bedel ödetilmesinin neredeyse normalleşmeye başlaması insanlığın vardığı noktanın vahim bir yansıması. Düzgün bir insana o kadar da olmaz dedirten,

Eleştirenleri mahkûm ettirmek için aleyhlerine deliller üretmek

veya gerçekleri akıl almaz yorumlarla çarpıtarak eleştiri yapanların kariyerlerini, kazançlarını tehdit etmek gibi uygulamalara bile giderek daha fazla rastlıyoruz maalesef. Mesela Türkiye’de spesifik bir inşaat şirketine rant yaratmaktan başka bir amacı olmayan bir AVM projesinin Gezi Parkı’nın ortasında hayata geçirilmesine itiraz ettikleri için hain sıfatı yapıştırılarak mahkûm edilen, hayatı karartılan insanların durumunu yıllardır esefle ve insanlığımızdan utanarak izliyoruz çaresizce. Ama Gezi davasının serencamını bu ülkede yaşayan hemen herkes bildiği için, ben bu yazıda güncel başka bir örnekten, İsrail’de geçen yıl 7 Ekim’de olup bitenlerden sonraki kimi gelişmelerden söz etmek istiyorum.

Hatırlanacağı gibi geçen yılın 7 Ekim’inde Hamas İsrail’de sivil hedefleri de vuran bir füze saldırısı yaptı. Saldırıda ölen ve yaralananların yanı sıra çok sayıda sivil de Hamas tarafından rehin alındı. Tek başına bakıldığında Hamas’ın yaptığını onaylamak mümkün olmasa da İsrail’in orantısız misillemesi ve çoluk çocuk, hasta sağlam, yaşlı genç demeden Gazze’nin sivil halkına hayatı cehennem eden saldırıları çok geçmeden dünya kamuoyunun İsrail’e tepki göstermeye başlamasına neden oldu.

Bu eleştirileri yapanlara getirilen standart suçlama antisemitlikti. Yani İsrail yönetimini ve ordusunu eleştiren herkes, eleştirisinde doğruluk payı olup olmadığına bakılmaksızın Yahudilikten nefret eden ırkçılar olarak yaftalandı. Bu ad hominem saldırıya aldırmadan eleştirmeye devam edenler ya da etme potansiyeli olanlar için daha şiddetli “önlemler” de düşünüldü.

İsrail’in “devlet terörizmi”

diye adlandırılması tuhaf kaçmayacak türden abartılı ve adaletsiz tepkisi, dünyanın her yerinde İsrail’e ve İsrail’i destekleyen ABD, İngiltere gibi ülkelerin yönetimlerine karşı da giderek büyüyen ve yaygınlaşan protestolara neden oldu. Bunun üzerine Başbakan Netanyahu başkanlığındaki İsrail yönetimi ve dünyanın değişik yerlerinde yaşayan Netanyahu sempatizanı çevreler İsrail ordusunun Gazze’de yaşayan sivillere yönelik zulmünü eleştiren, protesto eden herkese (ve özellikle de ünlülere) yönelik çirkin bir karşı propaganda ve tehdit kampanyası başlattı. Özelde Gazze operasyonunu daha genelde İsrail yönetiminin işgal edilen toprakları Yahudi yerleşimine açma konusunda süregelen tavizsiz tutumunu eleştiren herkes kişi karalama safsatasının deneme tahtalarına dönüştürüldü. Bu eleştirileri yapanlara getirilen standart suçlama antisemitlikti. Yani İsrail yönetimini ve ordusunu eleştiren herkes, eleştirisinde doğruluk payı olup olmadığına bakılmaksızın Yahudilikten nefret eden ırkçılar olarak yaftalandı. Bu ad hominem saldırıya aldırmadan eleştirmeye devam edenler ya da etme potansiyeli olanlar için daha şiddetli “önlemler” de düşünüldü.

Mesela ABD’de, İsrail’in 7 Ekim sonrası tutumunu eleştiren pek çok kişi artan yoğunlukta antisemitizm suçlamalarına maruz bırakılmakla kalmayıp, haklarında açılan davalarla, işten çıkarılma tehditleri vd. ile uğraşmaya zorlandılar. Sadece birkaçını anmak gerekirse, bazı finans ve avukatlık şirketlerinin yöneticilerinden Filistin’i destekleyen dilekçe vb.’ne imza atan öğrencilerin kara listeye alınacağına ve iş başvurularının değerlendirilmeyeceğine dair, McCarthy dönemini hortlatan açıklamalar geldi. Teknoloji konferansları düzenleyen bir şirketin yöneticisi olan Paddy Cosgrave Twitter’da “savaş suçu müttefiklerden de gelse savaş suçudur; adını koymak lazım” şeklinde bir paylaşım yapması üzerine Meta (Facebook, Whatsapp, Instagram vd’nin sahibi olan şirket), Google, Amazon ve Intel’in konferansa katılımlarını iptal etmesi yüzünden işinden istifa etmek zorunda kaldı. Cosgrave, tıpkı Türkiye’deki bezer durumlarda sıkça rastladığımız gibi “terörist destekçisi” olmakla da suçlandı.

Yine ABD’de yüzlerce avukat, hukuk bürosu ve kuruluş, resmî yetkilileri İsrail’in Gazze’de yaptıklarını eleştiren ya da barışçı yollardan protesto eden Amerikan vatandaşlarının haklarını korumaya davet eden bir açık mektup yayınlamak zorunluluğu hissetti. Mektubu imzalayanlar, seçimle gelen pek çok resmî görevlinin İsrail’in yaptıklarını eleştirenleri antisemit ve terörist olmakla suçladığına ve polisi, eleştirenlerin üzerlerine saldığına da dikkat çekti (tanıdık geliyor mu?) Paddy Cosgrave’i işinden eden Meta şirketi, Filistin yanlısı bir paylaşım yapan ünlü gazeteci ve aktivist Shaun King’in Facebook paylaşımını silmekle kalmadı, onun Instagram’ı kullanmasını da yasakladı. Hatta King’i destekleyen ve Instagram’a dönmesini isteyen ünlü Hollywood oyuncusu Milla Jovovich de daha sonra bir özür mesajı yayınlamak zorunda bırakıldı. Yine Hollywood’da, birçok ünlü oyuncunun menajeri olan ve Jovovich’in başına gelenlerin aynını yaşayan Maha Dakhil de bir özür mesajı yayınlamaya mecbur edildi (çirkefçe –ve tanıdık– değil mi?)

Düşünce özgürlüğünün yanı sıra, her türlü azınlığa önyargılı ve ayrımcı davranış karşıtı pozisyonuyla bilinen bir Siyaset Bilimi profesörü olsa da, Claudine Gay tartışma üslûbunu kibar, akılcı ve uygar bir çerçevede tutmaya alışmış bir entelektüel olarak suçlamalara aynı sertlikte ve keskinlikte cevap veremedi

Benzer örneklerin yüzlercesini saymak mümkün ama meslek icabı beni nispeten daha fazla ilgilendiren akademisyenlerin hedef alındığı vakalar. Burada sadece iki örneği anayım. Rahatsız edici ilk örnek e-Life adlı bilimsel derginin baş editörü Profesör Michael Eisen’in Amerika’nın Zaytung’u sayılabilecek olan mizah dergisi the Onion’da çıkan bir yazıyı Twitter’dan paylaştığı için görevden alınmasıydı. The Onion’daki yazı, hiç kimsenin önce Hamas’ı lanetlemeden İsrail’i eleştirmemesi gerektiğine dair görüşleri sarkazm yaparak eleştiriyordu. Üstelik e-Life’ın yayıncısı, Michael Eisen’ın editörlük görevinden alınmasının gerekçesinin bu yazıyı paylaşması olduğunu da açık açık ifade etti utanmadan. (Prof. Eisen’ın başına gelenleri Türkiye’de Serbestiyet de haber yaptı.) Dünyanın dört bir tarafından iki bin civarında akademisyen Michael Eisen’ın görevden alınmasını kınayan bir açık mektup  yayınladı ama karar değişmedi. Kuşkusuz

Akademisyenlere yönelik baskı

konusundaki en sansasyonel ve şaşırtıcı örnek dünyanın en iyi birkaç üniversitesinden biri olan Harvard’ın rektörü Prof. Claudine Gay’in istifaya zorlanması oldu. Harvard’ın neredeyse 400 yıllık tarihindeki ilk siyah (ve ikinci kadın) rektörü olan Gay, göreve geleli üç ay henüz dolmuşken, üniversitede Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası yaşananlara tanık oldu. Kampüste bazı öğrencilerin intifada çağrısı yapan sloganlar attığı gösterilere karşı sessiz kalması yüzünden giderek artan antisemitizm suçlamalarına maruz kaldı. Aralık ayında Kongre’de konuyla ilgili olarak düzenlenen bir toplantıda çoğu Cumhuriyetçi olan Kongre üyelerinin baskı ve sataşmaları ile de karşılaşan Prof. Gay, Harvard’ın geleneğinin “düşünce ve ifade özgürlüğünü hiçbir biçimde kısıtlamamak” olduğunu, kendisinin de kampüs gösterilerine bu gelenek ve ilkeler çerçevesinde yaklaştığını söyleyerek savunma yaptı. Düşünce özgürlüğünün yanı sıra, her türlü azınlığa önyargılı ve ayrımcı davranış karşıtı pozisyonuyla bilinen bir Siyaset Bilimi profesörü olsa da, Claudine Gay tartışma üslûbunu kibar, akılcı ve uygar bir çerçevede tutmaya alışmış bir entelektüel olarak suçlamalara aynı sertlikte ve keskinlikte cevap veremedi. Kongre ve kongre-dışı Netanyahu-çizgisi hayranı grupların, “intifada” çağrılarının aslında şiddete çağrı olduğu ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmemesi gerektiği yolundaki –doğruluk payı olan ancak uygar tartışma zeminini ortadan kaldıran bir üslupla yapılan– eleştirilerine karşı yeterince güçlü bir savunma yapamadı. Ancak Prof. Gay’i istifaya zorlayan asıl entrikalar Kongre toplantısı sonrasında başladı.

Yeni dünya düzeninde benzerlerine Türkiye’de de, dünyanın başka ülkelerinde de maalesef mebzul miktarda rastladığımız, amacına ulaşmak için her yolu mübah sayan türden, “şöhreti/pozisyonu/yetkisi/serveti yüksek-ahlaki değerleri/dürüstlük kaygıları düşük” Christopher Rufo ve Bill Oxman gibi tipler Gay’e karşı, akademik çalışmalarında intihal yaptığına dair abartılı ve çarpıtılmış iddialarla dolu bir kampanya başlattı. New York Post ve Washington Free Beacon gibi kendilerine gazete diyen propaganda broşürleri eliyle köpürtülen kampanya, Gay’in, Harvard’ın bu tartışmaların ortasında yer almasını istemediği için karar verdiğini açıkladığı istifasıyla sonuçlandı.

Sonuç olarak

mevcut İsrail yönetimi Hamas’ın yaptıklarından dolayı bütün Gazze halkını, İsrail ordusu eliyle yürütülen orantısız, hatta insanlık dışı şiddete maruz bırakmak ve evlerinden, vatanlarından etmeye çalışmakla kalmıyor; kontrol ettiği gruplar ve dünyadaki sempatizanları eliyle Gazze’deki durumu ya da daha genel olarak Siyonizmi eleştiren herkesi antisemit, Holocost inkarcısı vb. suçlamalar yönelterek ve çirkin baskı taktikleri uygulayarak sindirmeye çalışıyor. Ne yazık ki bunların ipliğini pazara ve sindirme taktiklerini boşa çıkartmanın, bilimsel tartışmalardakine benzer, Popper’ın yanlışlanabilirlik kriterini uygulamak kadar basit bir yolu yok. Yine de umut veren bir gelişme Güney Afrika’nın İsrail yönetimini Uluslararası Adalet Divanı’na götürmesinin dünyanın her yanından aldığı olumlu tepkiler. Bu cesur girişim İsrail yönetiminin saldırganlığına ve haksız propagandasına panzehir üretme yolunda tarihsel bir adım olacak gibi gözüküyor. Kişi karalamadan en vahim hak ihlallerine giden hukuksuzluk koridorunda dolaşan Türkiye’deki durum için umutlanacak neden ise şimdilik ufukta gözükmüyor ne yazık ki.

 

Serdar Sayan, Prof. Dr., Sosyal Politikalar Araştırma Merkezi (SPM) Kurucu Direktörü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir