Beyoğlu: Sekülerleşmiş bir kamusal alan kavramının sıra dışı mekanı

Beyoğlu: Sekülerleşmiş bir kamusal alan kavramının sıra dışı mekanı

Osmanlı modernleşme sürecinin toplulukları “milletler” olarak inşa etmeye dayanan şehirdeki kompartımanlaşmayı da yeniden inşa ettiği -hatta kalıcılaştırdığı- söylenebilir. Bu yüzden birbirinden tamamen farklı olsa da geleneksel -klasik- ile bu modern -neoklasik- Osmanlı sürekli birbirine karıştırılır. Diğer taraftan Beyoğlu denince ilk akla gelen yerleşim alanının, İstiklal Caddesi gibi yerlerin nadir bulunan özelliği ise toplulukların yan yana, hatta iç içe yer almalarıdır.

Benim için bir muamma, Beyoğlu. Birtakım izleri okumaya çalışıyorum. Bunlardan en önemlilerinden biri hiç şüphesiz Ortaçağ’a uzananlar. Galata kulesi, surların kalıntıları, hala ayakta kalmış anıt yapılar, binalar…

Galata’nın, bir Ortaçağ’dan kalma dik yokuşları, Ceneviz kolonisinin izlerinin sürülebildiği sur içi şehir dokusu ile 19. yüzyıl kapitalizminin dönüştürdüğü yerleşim alanları, düzlükte gelişen modern biçimi arasındaki farklılık beni hep düşündürmüştür.

“Aşağıdakiler” ile “yukarıdakiler” arasındaki bu farklılık acaba bu hafızanın kalıcı olduğunu mu gösterir?

Mekansal farklılaşmanın elbette ki sınıfsal bir farklılaşmaya işaret ettiği söylenebilir. Ancak zannedersem diğer önemli bir farklılık da toplulukların kümelenme biçimlerinde görülebilir.

19.yüzyılda şehrin mahalleleri kimi yerlerde kompartımanlaşmış toplulukları barındırır. Dini yapıları, eğitim kurumlarıyla, sosyal yapılarıyla ayrışmıştırlar. Kimi yerlerde, tıpkı Beyoğlu’nun düzlükte gelişen yerleşim alanlarında olduğu gibi “kozmopolit” denilen özellikler taşır, topluluklar.

Osmanlı modernleşme sürecinin toplulukları “milletler” olarak inşa etmeye dayanan şehirdeki kompartımanlaşmayı da yeniden inşa ettiği -hatta kalıcılaştırdığı- söylenebilir. Bu yüzden birbirinden tamamen farklı olsa da geleneksel -klasik- ile bu modern -neoklasik- Osmanlı sürekli birbirine karıştırılır. 

Diğer taraftan Beyoğlu denince ilk akla gelen yerleşim alanının, İstiklal Caddesi gibi yerlerin nadir bulunan özelliği ise toplulukların yan yana, hatta iç içe yer almalarıdır.

Modernleşme sürecinde şehrin aşağı yukarı her yeri dönüşür. Ama bu dönüşümün merkezinde bu nadir yerler bulunur, yenilikler için elverişli koşullar sunar.

Peki kimler yaratır bu dönüşümleri? İktidar yapıları mı? İktidar yapıları, güçleri ile bir etkileşim olduğu açıktır. Peki başka kimler olabilir? Görünüşte biraz daha devletin organlarının dışında kalan siyasetçiler. Belki iş insanları, sermaye sahipleri, bankerler, tüccarlar…

Bu yönetici sınıfların bu devasa dönüşümü yaratmalarının kolay olmadığını düşünüyorum. Bunların yarattığı dönüşüm başka bir şey. En azından bu dönüşümü yaratanların yalnızca onlar olmadığını düşünüyorum. Yaptıkları, uğraşları ile imgeleri değiştiren, dönüştüren çok iyi eğitimli, çok dilli, çok yönlü farklı bir sınıftan söz etmek gerekiyor.

Bu açıdan bilim insanları, sanatçılar, yazarlar, fikir üretimi yapanlar geçmişteki imgeleri işleyen zanaatkarlara benzetilebilirler. Tıpkı Galata’da metal oymacılığı, döküm kalıpları yapan zanaatkarlar gibi. Onlar da benzer uğraşlara sahiplerler. Ancak zanaatkarlar imgeleri kendileriyle resmeder. Bu sınıfın mensupları ise –elbette ki aldıkları eğitimle, kazandıkları deneyimle- imgelerin yerine geçen imgeler, yani projeler, kurgular, yenilikler üzerinde çalışırlar. 

Örneğin plancılar, mimarlar, tasarımcılar, mühendisler mekan üzerindeki tasavvurlarını başka imgelerle, çizimlerle, yazılarla, prototiplerle temsil ederler. Sanatçılar ise genellikle tersini yaparlar. Bu imgeleri diğer imgelere bağlayan bağları sökerler, temsilleri sorgularlar. Bu nedenle bu sınıfın bağımsızlığı, seküler bir ortamda gelişmesi toplumlar için hayati önemdedir.

Onların bağımsız olmadığı, imgelerin güçle örtüştüğü koşullarda otokratik, kapalı bir kamu düzeni oluşur.

Paris’in merkezine referansla “6. Daire-i Belediyye” (1857) şehirsel kamusal alanda, Kırım Savaşı sonrası gerçekleştirilen idari reformların içinde başlayan bir yerellik deneyimi. İlk şehir planlama, çöp toplama, aydınlatma, caddeleri, sokakları düzenleme, meydanlar, parklar oluşturma gibi şehirsel kamu faaliyetleri ilk defa burada gerçekleştiriliyor. 

MODERN KAMU YÖNETİMLERİNİN “KULUÇKA MERKEZİ”

Beyoğlu, belki de bu nedenle yeniliklerin gerçekleştiği bir yer. İlk modern belediyecilik deneyiminin yaşandığı, kamu hizmetlerinin gerçekleştirildiği, kurumsallaştığı bir yer.

Paris’in merkezine referansla “6. Daire-i Belediyye” (1857) şehirsel kamusal alanda, Kırım Savaşı sonrası gerçekleştirilen idari reformların içinde başlayan bir yerellik deneyimi. İlk şehir planlama, çöp toplama, aydınlatma, caddeleri, sokakları düzenleme, meydanlar, parklar oluşturma gibi şehirsel kamu faaliyetleri ilk defa burada gerçekleştiriliyor. Şehirsel kamu hizmetleri, imar, su, ulaşım, enerji gibi işlevlerin yönetimi bu yerel deneyimlerden doğuyor.

İlk yerel yönetim deneyimi ile, kültür, finans ve ticaret merkezi olmasıyla, limanıyla, endüstri merkezi olan Haliç’in girişinde olmasıyla ve nihayet yeniliklerin merkezidir. Şehrin diğer semtleri, banliyöleri ile metropoliten bir ulaşım şebekesinin merkezinde yer alır. İlk apartmanların, yani müstakil dairelere bölünmüş binaların inşa edildiği, sokakların düzenlendiği, aydınlatıldığı, evlere basınçlı endüstriyel şehir suyunun bağlandığı, atık suların kanalizasyonlarla toplandığı, havagazı, elektrik gibi enerji kaynaklarının kullanıldığı, aynı zamanda parklar, kültürel alanlar gibi müşterek alanların düzenlendiği, eğlence, spor gibi sosyal faaliyetlerin ortaya çıktığı, şehir yaşamının her yönüyle köklü bir değişime uğradığı bir yer.

Ulus devletin kuruluşu ile bir şubeye dönüştürüldüğü için günümüzde bu ilk belediyenin, bu yeni yapılanmanın unutulan özelliği Kırım Savaşı sonrası gerçekleştirilen idari reformların içindeki belki de tepeden, bürokratik veya askeri nedenlerle değil, doğrudan yerelden ve sivil toplumdan başlayan bir hareket olduğu.

Ulus devletleşme sürecinde de bu şehircilik deneyimi merkezi yönetim tarafından millileştiriliyor, deyim yerindeyse. Böylece bu yerel deneyim teknokratik bir işleve dönüşüyor. Bu yüzden olmalı ki şehirle ilgili politikaların inşası hala merkezi bir perspektiften okunuyor. Ayrıca şehirsel kamusal yapıda bir kırılma noktası olan bu deneyim sanki yöneticilerin verdikleri kararlar ile gerçekleşmiş idari bir reform gibi gösteriliyor.

Üzerinden asırlar geçmesine rağmen kurumsal yapılar kullanılmaya devam ediyor. Bu yüzden bu süreçte gerçekleşen dönüşümün, deneyiminin üzerine bir perde çekilmiş gibi oluyor. Buradaki sorun bana kalırsa onun “kullanım kılavuzu”ndan mahrum kalmak.

MODERNLEŞMENİN “KULLANIM KILAVUZU”NDAN MAHRUM KALMAK

Reformları sürekli yönetici sınıfların gerçekleştirdiğinden söz ediliyor. Oysa ki yenilenmeye, modernleşmeye yol açan siyasal pratikleri, bunun tam da tersini ortaya koyuyor. Askeri, devlet bürokrasisinin içindeki temsil teknikleri devlete bağımlı olmaktan çıkıyor.  Diğer taraftan da bu deneyimin merkeziyetçi yapılar içinde de bir sürekliliğe sahip olduğu da görülüyor. Üzerinden asırlar geçmesine rağmen kurumsal yapılar kullanılmaya devam ediyor.

Bu yüzden bu süreçte gerçekleşen dönüşümün, deneyiminin üzerine bir perde çekilmiş gibi oluyor.

Buradaki sorun bana kalırsa onun “kullanım kılavuzu”ndan mahrum kalmak. Bu deneyim perdelenmiş, askıya alınmış olduğu için de günümüzde farklı politikaları geliştirebilecek girişimler, alternatif hareketler bu deneyimin hangi koşullarda gerçekleştiğini ve nasıl dönüştürülebileceğini öğrenmekten mahrum kalıyor.

Bu nedenle devasa bir yenilenmeye, değişime sahne olmuş, ağlar oluşturmuş, az-çok şehirselleşmiş, hatta ülkenin kaderini belirlemiş bir deneyim gölgede kalmış gibi oluyor. Kimi zaman merkezi politikalardaki kırılma noktalarında Beyoğlu’nda göz kamaştırıcı gelişmeler ortaya çıksa da.  kalıcı olmayı başaramıyor.

Burada göstermek istediğim aynı zamanda bu modernleşme biçiminin zaafları. İktidar ve piyasa güçlerine teslim olan bir deneyimin yüceltilmesi değil. Daha çok dipten dibe gelişmeleri etkileyen, kimi zaman dışarıda kalan, hatta belki de hiç görünmeden asıl tarihi yapan failler. Bunun altını çizmenin, bir bakıma resmi tarih anlatısının “değersiz” ya da “yozlaşmış” olarak gördüğü şeye yeniden itibar kazandırma çabası olmadığını, tam tersine kırılganlıklara, çelişkilere yol açan nedenleri olduğunu da göstermeye dayandığını söyleyebilirim.

Belki de bu yüzden bu deneyim kırılganlıkları ile de bir ders çıkarmak, alternatifler üretmek için bir hazine değerinde.

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir