Alper Görmüş yazılarını yayınlamakla çok iyi bir iş yapıyor

Alper Görmüş yazılarını yayınlamakla çok iyi bir iş yapıyor

Eşitsizlik, şiddet üreten düzenin sürmesini sağlayan yalnızca iktidarlar değil. Düzenin sürmesini ve korunmasını sağlayan yaşanan bütün krizlere rağmen, çözümün iktidarın elindeymiş gibi gösteren bu tür bir “muhalefet”. Çünkü kriz anlarında değişse bile, hala iktidarların sorunları çözebileceği izlenimi yaratıyor.

Kim demişti hatırlamıyorum, “Türkiye’de iktidar değil, muhalefet sorunu var” diye. Ama bu sözleri her vesileyle sürekli hatırlıyorum.

Türkiye’de bir tür “muhalefet” çoğu zaman krizleri iktidar üzerinden tanımlayarak, sistemin sürmesini, değişmezliğini sağlıyor. Asıl politik meseleyi perdelemeyi başarıyor. Değişim yaratabilecek gelişmeleri felç ediyor, hatta deyim yerindeyse “ellerini kana bulamadan” infaz ediyor. Bu yüzden “bildiğimiz dünya üzerimize çökerken” dahi topluluklar alternatiflerin yaratılmasından mahrum kalıyor. Böylece kendisi iktidara geldiğinde aynı krizleri yeniden üretiyor. Bu yüzden iktidarların alternatifleri sekteye uğratma kabiliyetleri hiç küçümsenmemeli. Yoksa bu kadar haksızlıklara, krizlere, felaketlere rağmen -iktidarlar değişse bile- bu rejimin sürmesi nasıl mümkün olabilir?

Bunları neden mi söylüyorum? Mağdurluktan başkalarını mağdur eden bir siyasal harekete dönüşen iktidardan söz ederken bu süreçte “laikler”in oynadığı role değinen Alper Görmüş’ün sözleri vesilesiyle.

YAŞANAN DÖNÜŞÜMÜ KİMLER ANLAMADI?

Görmüş Serbestiyet’te yakın tarihe ışık tutan bir yazı dizisine başladı. 2012 yılında yazmaya giriştiği ve başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışması bugünlerde gazetede tefrika halinde yayınlanıyor. Neden o tarihte değil de bugün yayınlamaya karar verdiğini Görmüş Etyen Mahçupyan’ın bir söyleşisinden yaptığı alıntılarla şöyle açıklıyor:

“(…) Çok kısa bir süre AK Parti’nin belki de demokratlığa da gidebilecek bir istekliliği vardı. Ama laik kesimin destek vermemesi AK Parti içindeki dinamiği tekrar eski hamuruna, eski damarına geri döndürdü. Dolayısıyla AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye açısından kaçırılmış çok çok büyük bir fırsat. Fakat aslında bunu ne AK Partililer ne de karşısındaki laikler idrak etti.”

(…)

“Kendi kabahatinle yüzleşmek istemezsin. Laik kesim ne yapıyor şimdi, bugünkü AK Parti’yi geriye projekte ederek kendini aklamaya çalışıyor: AK Parti zaten böyleydi, Tayyip Erdoğan zaten bu kafadaydı diyor. Şurası doğru Erdoğan büyük ölçüde aynı kafadaydı ama AK Parti’yi Tayyip Erdoğan yönetiyor değildi, çok başka bir koalisyon yönetiyordu. [Laik kesim bunu idrak edebilseydi] AK Parti’de yaşanan bütün tasfiyelerin sonucunda neyi kaybettiğimizi de anlayabilirdi.”

Bu satırları, Etyen Mahçupyan’ın, yeni kitabı Demokrat Manifesto vesilesiyle Gülsüm Ekinci’ye verdiği söyleşiden (Serbestiyet, 15 Aralık) aldım. Söyleşinin başlığı: “AK Parti’nin ilk on yılı Türkiye için kaçırılmış bir fırsat. Fakat bunu ne AK Partililer ne laikler anladı.”

Bir entelektüel ve siyaset yorumcusunun yaptığı, benim de katıldığım bu değerlendirme gazeteciliğimi kışkırttı.

“AK Parti’nin belki demokratlığa da gidebilecek istekliliği”nin kırılmasında “laik kesimin destek vermemesi”nin rolü neydi?  Laik kesimin gerçekten de böyle bir rol oynadığı olgular üzerinden gösterilebilir miydi?

2012 yılının ortalarında, başlığı ‘2007’ olan bir kitap çalışmasına başlamıştım. Niyetim, geniş gazete taramalarıyla ‘her şeyin belirlendiği’ o kırılma yılını ve oraya nasıl gelindiğini olgular üzerinden anlatmaktı. Olguları peş peşe sıralayınca doğal olarak karşımıza seçimle gelmiş bir iktidarı ‘kurumlar’ı kışkırtarak hal’etme hikâyesi çıkıyordu, yani bir mağduriyet hikâyesi… Ne var ki kitabın yazımını bitirdiğimde artık bizzat AK Parti birilerini mağdur eden bir iktidar kurmaya başlamıştı ve o koşullarda kitabı yayımlamak içimden gelmedi.

Aradan 10 yıl geçtikten sonra, yukarıda andığım söyleşide yer alan bir değerlendirme düşüncemi değiştirdi; çünkü kitabı tam olarak Etyen Mahçupyan’ın yaptığı tespiti doğrulamak için kaleme almıştım ve şimdi onun, Mahçupyan’ın işaret ettiği yönle bağlantılı olarak okunabileceğini ve okunması gerektiğini düşünüyorum.

Bu dizide, evet, geçmiş yılları hatırlatıyorum fakat iktidar bu geçmişi artık bir mağduriyet öyküsü olarak kullanamaz… Geçmişi, laik siyaset ve laik sosyolojinin bugünlere gelişteki sorumluluğunu hatırlatmak için deşiyorum.”

Görmüş, AK Parti’nin yönetime geldiği tarihten başlayarak on yıllık bir süreçte bir demokratikleşme fırsatının ortaya çıktığını söylüyor. Ancak laikler (ve AK Partililer tarafında) bir idrak sorunu yaşandığını ve bu fırsatın kullanılamadığını söylüyor, özetle.

Onun gibi bir deneyimim olmasa da başka alanlarda da olsa, bir parça süreci gözlemlemiş bir kişi olarak, yazdıklarına bir not düşeyim dedim.

Görmüş, AK Parti’nin yönetime geldiği tarihten başlayarak on yıllık bir süreçte bir demokratikleşme fırsatının ortaya çıktığını söylüyor. Ancak laikler (ve AK Partililer tarafında) bir idrak sorunu yaşandığını ve bu fırsatın kullanılamadığını söylüyor, özetle.

AYRICALIKLARINI TEHDİT ALTINDA GÖREN KİMLERDİ?

Yalnızca eşzamanlı eylemlerden, ilişkilerden, karşılıklı etkileşimlerden oluşmuyor, hiç şüphesiz siyaset.  Siyasetteki güncel gelişmelerin arkasında tortular, geçmişin izleri, yani hafıza denen şey var.  Bu yüzden Alper Görmüş iyi ki yayınlamaya karar vermiş, diyorum.  Bağımsız gazetecilik örneklerini sergileyerek deneyimlemiş, bu kritik dönemi en iyi yorumlayabilecek kişilerden biri. Bu yazıların kamuoyuyla paylaşılmaması kanımca bir eksiklik olurdu.

Bu süreçte birtakım siyasetçiler belki bir idrak sorunu yaşamış olabilirler.

Görmüş’ün dediği gibi siyasetçiler belki farkında değillerdi, Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli siyasal dönüşümünün içinde olduklarının.  Çünkü dönüşümün anahtarı yalnızca onların ellerinde değildi. Diğer taraftan devlet imtiyazlarını, kariyer imkanlarını, ilişkilerini kullanan zümreler bu dönüşümün kendi çıkarlarını tehdit edeceğinin çok iyi farkındaydılar.

Bu kritik süreçte devlet imkanlarını kullanan, kültürden sağlığa, güvenlikten şehirleşmeye, ulaşımdan enerji yönetimine siyasetin her “uygulamalı” konusunda kamu-özel karışımı, sekülerleşmemiş ilişkilerle karanlık düğüm noktaları oluşturan imtiyazlı sınıflar kendi ayrıcalıklarının sora ereceğini çok iyi idrak ettiler.

Bu alem, riya, şiddet ve imtiyaz pratikleri ile inşa edilen, bir alem. Bu yolla sesi çıkan kariyer elde eden, nemalananların olduğu bir rejim… Bu yüzden kolay kolay vazgeçilemiyor, onca felakete, krize rağmen.

“LAİKLER” DEYİNCE KİMLERİ ANLAMALIYIZ?

“Laikler” deyince kimi anlamalıyız? CHP gibi partileri mi örneğin? Yoksa daha derinlerde mi aramalıyız? Sivil toplum, üniversiteler, meslek kuruluşları, belki de devlet imtiyazlarını kullanan sınıflar demek çok daha doğru olur, bu meseleyi yani kendi ayrıcalıklarının sora ereceğini çok iyi idrak ettiler. AK Parti’ye karşıymış gibi yaparak asıl meseleyi perdelemeyi başardılar.

Çok fazla örneğe gerek yok. Yalnızca “Kamu Yönetimleri Reformu” adı verilen girişimin, AB uyum sürecindeki sembolik sınıflarla, sivil toplumla devlet ilişkilerini, köklü bir şekilde hukuk normlarına uygun hale getirmeye çalışan, AK Parti yanında yanına epey geniş bir demokrat akademisyeni, uzmanı da alan çok taraflı çalışma programının nasıl etkisizleştiğine bakılabilir. Birçok açıdan bu girişim kamu-özel ilişkilerini ele alıyor gibi gözükse de hiç şüphesiz ulusdevleti normalleştirme, AB normlarına göre “yeni bir anayasa” yapma girişimiydi.

AK Parti’yi oluşturan kadrolar toplulukları tasarlama idealleri üzerine kurulan neoklasik siyasetin içinden geliyorlardı, yerel yönetimlerde iktidar oldukları tarihte. Yereli araçsallaştıran bu merkeziyetçi deneyimin bu kritik süreçte de etkili olduğunu söyleyebilirim.

İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti ilan edilmesi süreci bu açıdan tam bir laboratuvar niteliğinde olabilir. Bu girişimi sanıldığı gibi yalnızca AK Partililer sabote etmedi. Aynı zamanda laik çevre, o masum gibi gözüken iktidar merkezci sivil toplum kuruluşları, köşe başlarını tutmuş aydınlar, sanat örgütleri etti. Yalnızca çok sayıda örnek var. Ama AKM meselesine, UNESCO miras alanlarında yaşanan sorunlara, Sulukule’ye, kültürel mirasın korunması gibi bu somut işlerde nasıl bir rol oynadıklarına, imtiyaz alanlarını korumak için neler yaptıklarına bakmak bile yeter.

Sütlüce Mezbahası’nın dönüşümü, Süleymaniye, Sulukule, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bölgeler, Taksim Meydanı ulaşım planı, hatta İstiklal’in bir türlü başarılamayan kaplama işleri gibi projelerle ilgili olarak, “neden bunları yapıyorsunuz” diye sorduğumda AK Partili üst düzey siyasetçilerden aldığım cevap beni çok şaşırtmıştı.

“Evet, biz de biliyoruz olamayacağını.  Hatta bu işleri onların elinden alalım, doğru dürüst mimarlara, plancılara verelim diye en tepedeki kişiye öneri getirdik. O da bize aynen şunu söyledi: Siz aklınızı mı kaçırdınız? Meslek kuruluşları, üniversiteleri ele geçirmiş bu zevat şu kritik anda bizi oymakla meşgul. Bırakın ellerinden almayı, onlara daha fazla iş verin. Bu talimat üzerine bu sorunlu projeleri onların ellerinden almak şöyle dursun, çok daha fazla iş verdik.”

28 Şubat süreci görünüşte simgeler üzerinden bir mücadeleydi, Taksim Camii, AKM, UNESCO (İstanbul’un Süleymaniye, Karasurları gibi yerlerde gerçekleştirilen norm dışı uygulamalar nedeniyle Dünya Mirası Listesi’nden çıkarılması) meselesi gibi.

AK Partili siyasetçilerin de hiç şüphesiz bu yaşanan süreçte önemli bir rolü var: AK Parti’nin çözüm yolu gayet netti: Devlet imkanları, gücüyle ile eşitsizliği yeniden üreten, karanlık düğüm noktaları ile imtiyazlar elde eden bu “sekülerleşmemiş” zümreyle iyi geçinmek!

İşte “nereden buraya geldiğimizi anlamak için” AK Parti’nin bu stratejisinin tayin edici bir rolü olduğunu düşünüyorum.

Bir tarafta işaretsizleştirilenler, diğer tarafta mağduriyetleri karşıtına, mağdur edene dönüştüren soylulaştırıcı ilişkiler ve imtiyazlı seçkinler sınıfı…

Bu sınıflar, bürokrasiyle çıkar grupları arasında karanlık düğüm noktaları oluşturarak bir bilme tekeli oluşturuyorlar, neyin görülmesine, neyin görülmemesine izin verdikleri ölçüde.  Bu zümre bir idrak sorunu yaşamak şöyle dursun, sorunları çok iyi bildiği halde, kendisini imtiyazlı bir özne haline getirmeyi bildikçe, bilmemeyi tercih ediyor.

Bu nedenle eşitsizlik, şiddet üreten düzenin sürmesini sağlayan yalnızca iktidarlar değil. Düzenin sürmesini ve korunmasını sağlayan yaşanan bütün krizlere rağmen, çözümün iktidarın elindeymiş gibi gösteren bu tür bir “muhalefet”. Çünkü kriz anlarında değişse bile, hala iktidarların sorunları çözebileceği izlenimi yaratıyor.

İşte bu nedenle Türkiye’nin siyasal alemi, iktidarları merkezine alan, bastırılmış olanın semptomatik dönüşümünü açıkça ortaya koyan teorik bir başyapıt gibi.

Bu alem, bu yüzden riya, şiddet ve imtiyaz pratikleri ile inşa edilen, bir alem. Bu yolla sesi çıkan kariyer elde eden, nemalananların olduğu bir rejim… Bu yüzden kolay kolay vazgeçilemiyor, onca felakete, krize rağmen.

 

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir