Salih el Aruri suikastı: İsrail’in ateşle dansı

Salih el Aruri suikastı: İsrail’in ateşle dansı

Aruri’nin öldürülmesi elbette Hamas ve hatta genel anlamda Filistin direnişine darbe vurmasına vurmuştur ama ancak sadece Hamas liderlerine değil, Filistinli örgütlerin liderlerine yönelik altmışlı yıllardan beri devam eden suikast politikalarının Filistin direnişini zayıflatacağına ilişkin ciddi soru işaretleri zihinleri rehin almaktadır.

Filistin’de Hamas ve İslami Cihad örgütlerinin 7 Ekim’de işgal altındaki topraklara düzenlediği operasyon, kuşkusuz bölgenin geleceği ve kaderi açısından stratejik bir dönüm noktası. Operasyon, bölgedeki fay hareketlerini harekete geçirirken elbette İsrail ve müttefiklerinin Hamas ve diğer örgütlere karşı tutumunu re-organize etti, İsrail’in askeri ve hatta siyasi stratejilerinde radikal dönüşümlere yol açtı. Sadece Gazze ve Filistin değil, bölgesel denklemlerle ilgili konuşurken 7 Ekim’den önce ve sonra diye bir ayrıma gitmek neredeyse bir zorunluluk hâline geldi. Bu durum genel anlamda bölgesel denklemin daha özel anlamda ise askeri angajmanların bambaşka bir düzeye taşındığının habercisi. Artık ne Hamas ya da İslami Cihad’la İsrail, ne Hizbullah’la İsrail arasındaki angajmanların bir geçerliliği yok. Bu askeri denklemin yerinde yeller eserken şu an yine yeni bir aşamaya geçtiğimizi haber veren bir suikast haberiyle bölge yeniden sarsıldı. İsrail iç güvenlik servisi “Shin Bet”in başkanı Ronen Bar’ın, Hamas liderlerini dünya çapında tasfiye etmekle tehdit etmesinden birkaç hafta sonra İsrail, Hamas’ın Batı Şeria’daki askeri eylemleri örgütleyen ikinci adamı Salih el Aruri’yi katletti.

Katar’dan yeni Lübnan’a dönmüş bulunan Aruri’nin öldürülmesi elbette Hamas ve hatta genel anlamda Filistin direnişine darbe vurmasına vurmuştur ama ancak sadece Hamas liderlerine değil, Filistinli örgütlerin liderlerine yönelik altmışlı yıllardan beri devam eden suikast politikalarının Filistin direnişini zayıflatacağına ilişkin ciddi soru işaretleri zihinleri rehin almaktadır. İsrail’in, yeniden organize olabilme noktasında güçlü bir kapasiteye sahip Hamas liderlerini ortadan kaldırarak Filistinlileri zayıflatacağını düşünüyorsa bu, İsrail açısından güzel bir avuntu olabilir ama gerçekler de uykuları kaçıracak cinstendir. Güçlü ideolojik/dini bağları olan ve özellikle de halk desteğini sahip örgütlerin liderlerinin ortadan kaldırılarak zayıflamayacaklarını İsrail bilmiyor olamaz. Bunu biliyorsa öyleyse bambaşka bir hedefe binaen bu eylemi gerçekleştirmiş olmalı.

Eylemin arkasında motivasyon konusunda birkaç ihtimal üzerinde durulabilir. Bunlardan ilki Gazze’deki hedeflerinden çok azına ulaşabilen İsrail’in psikolojik üstünlük kurma, sürdürülen psikolojik savaşta Siyonist ordunun motivasyonunu güçlendirme olabilir. Gazze’nin altını üstüne getirmesine, uluslararası hukuku hiçe sayarak hastaneler dahil bütün sivil kurumlara girmesine rağmen rehinelere bırakın erişimi, onlara ilişkin ciddi bir bilgiye dahi sahip olamaması, İsrail’in hedeflerine ulaşmada yaşadığı başarısızlığın en bariz göstergesi. Bir de bunlara Hamas’ın silah kapasitesine oldukça sınırlı bir şekilde zararlar verebilmesi, küçücük bir alandan füze atılmasını dahi engelleyememesi, Kassam Tugayları’nın zırhlı araçlara ve İsrail ordusuna yönelik operasyonlarını durduramaması, halen göğüs göğüse çatışmaların olanca şiddetiyle devam etmesini eklersek tablo İsrail açısından daha iç karartıcı hâle geliyor elbette. Elbette sivil katliamıyla ölü sayısının 30 bine yaklaşmasını İsrail açısından zafer olarak değerlendirenler olabilir, bence de zaferdir ama en fazla Pirus zaferi olabilir. Bu tabloyu kamufle etme çabası, askeri başarılara ihtiyaç duyan ve İsrail kamuoyuna elle tutulur bir başarı göstergesi sunmaya muhtaç Netanyahu açısından operasyonun bir başka hedefi olabilir.

İsrail aşırı sağının ve onu koordine eden İsrail aşırı sağının çılgın fikirleri muvacehesinde “Netanyahu bölgesel bir savaşı tetikleme, ABD’yi İran ve müttefiklerine karşı bir savaşa girmeye zorlamaz, bu kadar da çılgın olamaz” diyemeyeceğimize göre, böyle bir senaryoyu da hesaba katmalıyız.

Ancak farklı bir analiz düzeyinde, İsrail aşırı sağının ve onu koordine eden İsrail aşırı sağının çılgın fikirleri muvacehesinde “Netanyahu bölgesel bir savaşı tetikleme, ABD’yi İran ve müttefiklerine karşı bir savaşa girmeye zorlamaz, bu kadar da çılgın olamaz” diyemeyeceğimize göre, böyle bir senaryoyu da hesaba katmalıyız. Nitekim İsrail saldırının sorumluluğunu üstlenmedi ancak İsrail ordu sözcüsü Amiral Daniel Hagari, Hizbullah’ın misilleme girişiminin karşılıksız kalmayacağı tehdidinin ardından İsrail kuvvetlerinin her türlü olasılığa karşı hazırlıklı ve yüksek hazırlık durumunda olduğunu söyledi. E, bu da böyle bir senaryonun hiç de yabana atılamayacağını gösteriyor.

Senaryolar dünyasının dışına çıktığımızda bu operasyonun, farklı nedenlerden olayı dost ya da düşman bir ülkede İsrail’e karşı herhangi bir askeri operasyona girişmeyen Hamas’ı ve hatta Hizbullah’ı üçüncü bir ülkede misilleme yapmaya yönlendirme anlamında bir strateji değişikliğine zorlaması da mümkün. İsrail, Hamas’ın savaşma kapasitesini bütünüyle yok ettiğini şimdiye kadar ilan etmiş değil, tersine Siyonist ordu yetkilileri sık sık savaşın uzun süreceğini ve hedeflere henüz yaklaşmadıklarını bir kaç kez dile getirdi. Ancak böyle bir ihtimal belirirse Hamas’ın intikam eylemleri için yurt dışındaki farklı eylem biçimlerinden oluşan kartları masaya sürmesi, Hamas’ın FKÖ’nün eski çatışma ve eylem biçimlerini benimsemesi bütünüyle imkân dışı değil. Dediğimiz gibi uzlaşma ve barış ihtimalleri sönümlenirken öte yandan Filistin’de çatışma denklemi de dönüşüyor. Bunun sonuçlarının bir kısmını tahmin etmek mümkün ama tamamını öngörmek analiz gücünün de ötesinde bir durum. O yüzden bekleyip görmekten başka çare yok.

İşin Hizbullah tarafına gelince, az önce açıklama yapan Genel Sekreter Hasan Nasrallah’ın İsrail’in Lübnan’a saldırması halinde ‘kuralsız bir savaşın’ patlak vereceğini dile getirmesi önemliydi. Bu, savaşın nerelere evrilebileceğine ilişkin bir takım emareleri içinde taşıyordu. Her ne kadar Nasrallah, saldırının karşılıksız kalmayacağını ifade etse de ihtiyatlı olduğu gözlerden kaçmadı.

Çatışma sadece sahadan ibaret değil. İsrail, dünya kamuoyundaki desteğini Filistin lehine kaybederken diplomatik alanda da köşeye sıkıştırılıyor. Gerçi Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükümetin, uluslararası toplumu ve hatta ABD’yi karşısına alma pahasına Gazze katliamında yavaşlama ya da bu barbarlığı durdurma gibi bir niyeti pek yok. Ancak Uluslararası Adalet Divanı’nın alacağı bir karar, İsrailli yetkililerin başka ülkelere yapacakları ziyaretlerle ilgili hareket kabiliyetini kısıtlayabilir, Tel Aviv’i köşeye sıkıştırabilir. Netanyahu’yu oldukça zor durumda bırakacak bu hamleyle ilgili İsrail’in bir B planı ya da stratejisi var mı emin değilim.

İşin Hizbullah tarafına gelince, az önce açıklama yapan Genel Sekreter Hasan Nasrallah’ın İsrail’in Lübnan’a saldırması halinde ‘kuralsız bir savaşın’ patlak vereceğini dile getirmesi önemliydi. Bu, savaşın nerelere evrilebileceğine ilişkin bir takım emareleri içinde taşıyordu. Her ne kadar Nasrallah, saldırının karşılıksız kalmayacağını ifade etse de ihtiyatlı olduğu gözlerden kaçmadı. Bu ihtiyat bir noktaya kadar anlaşılabilir zira Filistin destekçileri, Hizbullah’ın hızlı ve güçlü bir yanıt vermesini temenni etse de Lübnanlı hareketin nereye evrileceği belli olmayan fevri bir misilleme yaparak çatışmanın Netanyahu’nun istediği yönde ilerlemesini kolaylaştırabilir. Bu nedenle Nasrallah’ın ihtiyatı anlaşılabilir olsa da kısa zaman içerisinde güçlü bir yanıt vermemesi, diğer taraftan Hizbullah açısından bir zaaf olarak da algılanabilir. Kısacası hassa dengelerin kendisini bir kez daha dayattığı bölgede işler haddinden fazla karışık.

 

İslam Özkan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir