Güce tapan entelejansiya ve Türkiye-İsrail ilişkileri

Güce tapan entelejansiya ve Türkiye-İsrail ilişkileri

Utanma mı dediniz? İktidarla kurduğu tek ilişki çıkar olan yazar ve yediği yağlı kemiklerden aldığı cesaretle önüne gelene saldıran trollerde beyhude insani duygu aramayın, kendinize de vaktinize de yazık edersiniz.

Pişmanlık ve vicdan azabı karışımı bir duygu olarak utanma, işlenen kabahati ima etse de kişinin şerbetli olmadığını, hala bazı duyarlılıklara sahip olduğunu göstermesi bakımından olabildiğince insani bir duygudur. Ancak herkeste bulunmadığından, asaletin ve safiyetin göstergesi aynı zamanda. Utanan insanın kalbinin bir anlamda nasır bağlamamış, vicdanı körleşmemiş, insanlığının henüz ölmemiş olduğunu düşünüyoruz.

FALİH RIFKI’NIN DEDİĞİ GİBİ ŞARKTA YALAN SÖYLEMEK AYIP DEĞİLDİR

Toplumsal ve siyasi örüntüleri olumlu ya da olumsuz insani tutumlara indirgeme taraftarı değilim. Her kesimde güce tapan, utanmaz, vicdansız insan bulunur, şarkta ise bu tür insanlardan bolca bulunur. Tıpkı Falih Rıfkı’nın dediği gibi Şark’ta yalan söylemek ayıp değildir, tıpkı güce taptığı halde tapmıyormuş gibi yapmanın, ahlaksızca bir yaşam sürdüğü halde rol ve racon kesmenin ayıp sayılmadığı gibi. Ancak konumuz bu değil, konumuz biraz daha makro düzeyde ve kimsenin şahsi polemiklerle insanların vaktini zayi etmeye hakkı yok.

Hatta teori-pratik çelişkisinin nirvanasına ulaşan, iç kamuoyunu yatıştırmak için elgördülük açıklamalar düzeyinde şampiyonluğu kimseye kaptırmayan ama iş ticari ilişkileri askıya alma ve diplomatik ilişkileri kesme noktasına geldiğinde ise oldukça ürkek bir portre çizen bir hükümetimiz var bizim.

TEORİ-PRATİK ÇELİŞKİSİNİN NİRVANASI

Bilindiği gibi 7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği operasyona İsrail, tarihin görmediği ve soykırım boyutlarına varacak büyük bir katliamla karşılık verdi. Gazze halkı perişan. ABD yetkilileri ise büyük bir pişkinlikle İsrail’in sivil öldürmediğini söyleyerek katliamı meşrulaştırma peşinde. Bunlar, işin İsrail-ABD cenahıyla ilgili. Güney Afrika’nın uluslararası platformdaki çabalarının ortaya koyduğu şekilde acziyet abidesi olarak boy gösteren Arap ve İslam ülkeleri ise sefalet denizinin dibini boyladığımızın bir nişanesi olarak oldukça kötü bir sınav verdi ve zoraki birkaç diplomatik açıklamayla işi geçiştirmeye çalıştı. Troller, maaşı peşin ödenmiş bazı sözde kalem erbabı ne kadar aksini iddia etmeye çalışırsa çalışsın, Türkiye de aynı acziyeti yaşadı. Hatta teori-pratik çelişkisinin nirvanasına ulaşan, iç kamuoyunu yatıştırmak için elgördülük açıklamalar düzeyinde şampiyonluğu kimseye kaptırmayan ama iş ticari ilişkileri askıya alma ve diplomatik ilişkileri kesme noktasına geldiğinde ise oldukça ürkek bir portre çizen bir hükümetimiz var bizim.

AKP liderliğindeki Türkiye’nin durumu yeni değil, herkes şevketlu devletlularımızın yıllardır oportünizmin kitabını yazan bir yönetim olarak tarihe geçeceğinin farkında, kimse de bunu garipsemiyor artık. En ilkeli olduğu ve aşırı duyarlı (!) tutumunun yol açtığı “muhteşem yalnızlık” sürecini yaşadığı dönemde de çok farklı değildi. Mısır politikası bir açıdan ayrı bir yere konulabilir. Ama burada da stratejiden yoksun, jeopolitiğin göz ardı edildiği, tamamen iç kamuoyuna dönük politikalar demetiydi Mısır politikaları. AKP kurmayları, tehdidin ona dönük olduğunu, bir sonraki hedefin kendisi olduğunu düşünüyordu. Hiç de zannedildiği gibi farklı bir coğrafyadaki mağduriyetin sahiplenilmesi ve insan haklarına ilişkin bir duyarlılık söz konusu değildi, ama en azından zahiren sert ve ideolojik denebilecek bir tavır konulmuştu.

O dönem gösterilen tepkinin hak ve hukuka ilişkin bir duyarlılık sonucu gelişmediğinin kanıtı, giderek anayasal darbeye dönüşen Tunus’ta Raşit Gannuşi’ye reva görülenler karşısında Hariciye’nin geçtiğimiz yıl laf olsun diye yaptığı açıklamadır. O kadar ilkeli olsaydık, uzun süredir cezaevinde tutulan ve geçtiğimiz gün 3 yıl hapis cezasına çarptırılan Gannuşi’ye yapılanlara daha üst perdeden ve sert bir üslupla tavır koyar, Sisi yönetimine yönelik geliştirilen politikaların aynısını Ankara, Tunus’ta Kays Said yönetimi konusunda da hayata geçirirdik. Muhalefet, o dönem Sisi yönetimine yönelik sert tavrı, oldukça yanlış bir şekilde AKP’nin ideolojik tercihinden neşet eden bir pozisyon olarak değerlendirmişti. Oysa AKP’yi yakından tanıyanlar, hükümetin bu tutumunun arkasında Ortadoğu’da tersine dönmeye başlayan rüzgârların, Türkiye’de kasırgaya dönüşerek ağaçları kökünden sökeceğine dönük endişeden kaynaklandığını biliyordu.

Bir başka örnek. Otoriter bir yönetimin hüküm sürdüğü Suriye’de AKP hükümeti mezhepçilikle krematize edilmiş Yeni-Osmanlıcılık ideolojisi başat bir rol oynamıştı. Her konuda ABD ile koordineli olarak Şam’ın içişlerine müdahale etmiştik. Bu, ilkeli tutumla hak ve hukuku üstün tutan bir anlayıştan değil, tersine ABD’nin Türkiye önderliğinde yeniden inşa edilecek bir Ortadoğu için Ankara’ya sunduğu vaadler paketinin çekiciliğinden kaynaklanıyordu. Şayet AKP, gerçekten Suriye halkının sulhu selametini düşünüyor olsaydı ateşin üstüne benzinle gidip ortalığı mı kızıştırır yoksa ortalığı sakinleştirme babında sorunların şiddet ve silahlı mücadele yerine arabuluculukla çözüleceğini mi söylerdi? Peki Ankara’nın o dönem politikaları doğruysa şimdiki Suriye politikaları ve Rusya ile yakınlaşmaları ne? Zaten AKP de muhteşem yalnızlık lafını o tarihten bu yana bir daha ağzına almadığı gibi ilkeli siyaset iddiası da tarihin tozlu raflarındaki yerini aldı.

Bu örneklerden de anlaşılacağı şekilde sürekli tükürdüğünü yalayan, bir önceki yaptığının tam tersini yapan bir kurgusal mantaliteyle karşı karşıyayız. Yaptığı her şeyi, tutarsız ve hazmı zor da olsa gayet rahat bir şekilde sindiren bir tabanı olduğundan AKP, bugüne kadar bir kaza yapmadan iktidar gemisini limana kadar götürmeyi başardı. Ama olan Türkiye’ye oldu o başka. Her açıdan kötü yönetilen ve ekonomi başta olmak üzere her konuda uçurumun eşiğine gelmiş bir ülkeyle karşı karşıyayız.

Peki Türkiye bu durumları yaşarken bizim sözde dini duyguları güçlü “muhafazakar yazarlarımız” neredeydi? Daha masum olan bir kısmı falanca yakınını belediyeye sokmakla diğerleri ise TRT’ye yapacağı projelerden kazanacaklarımı borsaya mı yatırsam yoksa KKM’de mi değerlendirsem diyenlerle geri kalanları da Kültür Bakanlığından alacağı fon ve teşvikleri kovalamakla meşguldü.

BORSAYA MI YATIRSAM, KKM’DE Mİ DEĞERLENDİRSEM?

Peki Türkiye bu durumları yaşarken bizim sözde dini duyguları güçlü “muhafazakâr yazarlarımız” neredeydi? Daha masum olan bir kısmı falanca yakınını belediyeye sokmakla diğerleri ise TRT’ye yapacağı projelerden kazanacaklarımı borsaya mı yatırsam yoksa KKM’de mi değerlendirsem diyenlerle geri kalanları da Kültür Bakanlığından alacağı fon ve teşvikleri kovalamakla meşguldü.

Bunları dile getirdiğinizde ise “kırmızı pantolonlu” başta olmak üzere güce tapan yazarların hepsi taze bir ceylan görmüş leopar gibi üzerimize saldırıp bizi linçe yelteniyor, sosyal medyadaki trollere hedef gösteriyor. Türkiye tarihinde çok alçaklık gördük de yandaş medya aygıtının topyekun saldırdığı ve en küçük bir muhalif sesi bastırmaya çalıştığı dönemi herhalde sadece tek parti döneminde görmüşlerdir.

Açık ve maddeler halinde sıralanmış bir Takrir-i Sükun yasası belki yürürlükte değil ama yürürlükte olsaydı bu kadar çok gazeteci cezaevinde olur muydu emin değilim. Utanma mı dediniz? İktidarla kurduğu tek ilişki çıkar olan yazar ve yediği yağlı kemiklerden aldığı cesaretle önüne gelene saldıran trollerde beyhude insani duygu aramayın, kendinize de vaktinize de yazık edersiniz.

İslam Özkan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir