Yüksek öğretim faciası

Yüksek öğretim faciası

Hükümet karşımızda kocaman bir yüksek öğretim sorunu olduğunu idrak ederek çare aramayı öngörmediği sürece yapılacak fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum. Hükümet ne düşünüyor diye soracak olursanız, her gün yeni yüksek öğretim kurumları açmakla övünen, her ili üniversiteye, her ilçeyi yüksek okula kavuşturmayı şiar edinen yönetimin, kaliteyi iyileştirmeye dönük ıslahatı yapması muhtemel olmasa gerek.

Bazı okurlarımızın dikkatinden kaçmış olabilir. Bundan birkaç gün önce bir üniversite hocası tamamen uydurma, içinde tanınmış şarkıcılardan filan dipnotu düşen, saçma sapan bir makale yazmış ve hakemli olduğu ileri sürülen bir meslek dergisine göndermiş. Makale kabul edilmiş, ancak basılması için bir ödeme yapması gerektiği kendisine bildirilmiş. Anlaşıldığı kadarıyla parayı gönderse “makale” basılacak ama hocamız durumun ciddiyetsizliğine dikkati çekmek için olayı teşhir etmeyi tercih etmiş. Haberi okuyanlar herhalde, “Böyle rezalet olur mu?” diye düşünmüşlerdir fakat neden böyle bir olayla karşılaşıyoruz diye de düşündüler mi, emin olamıyorum.

1981’de çıkarılan 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu birçok yönden eleştirilebilirse de, ilk defa “performans ölçümü” kavramını sistemimize sokmuştur. Pekiyi, daha önce hiçbir ölçüm yok muydu diye sorabilirsiniz. 1980 öncesi dönemde her sene kürsü başkanları, kürsü mensuplarının yaptıklarına ilişkin raporlar yazarlardı. Ayrıca, terfi için tezler, takdim tezleri filan da yazılırdı ama sistematik ve mukayeseye elverişli bir ölçümleme sistemi yoktu. Böyle düşünüldüğünde, söz konusu kanunun önemli bir yeniliğin temelini attığı söylenebilir. Sistematik ölçüm yapma üzerine kurulu yeni sistemin, araştırma ve yayın yapmayı teşvik ettiği de ileri sürülebilir. Yasanın çıktığı dönemde üniversite sayısı azdı, ders yükleri nispeten hafifti, üniversite mesleğine heves edenler genellikle uluslararası yayınlarda kullanılan bir Batı dilini ve fazlasını nispeten iyi bilirlerdi. Bu koşullar altında, meslek mensuplarından yurtdışındaki hakemli dergilerde yayın yapmalarını beklemek isabetli bulunabilirdi. Ancak, uluslararası bilimsel kongrelerde tebliğ sunmak, hakemli dergilerde yayın yapmak, araştırmaya dayalı kitap yayınlamak gibi eylemlerden oluşan performans bekleyişi, sistem genişledikçe tüm yeni kurulan üniversitelerde çalışanların da yerine getirmeye mecbur tutuldukları bir “koşul”a dönüştü. Gerçeklerle herhangi bağlantısı kalmayan bu performans bekleyişi sayesinde bilimsel sahtekarlığın gelişmesinin temelleri de atılmış oldu.

Performans ölçümünde, kişinin yayınlarına yapılan atıflara da bakılabiliyor. Bu yerine getirilmesi gereken koşullardan en kolayı. Ben sizin yazdıklarınıza, siz de benim yazdıklarıma atıfta bulunabilirsiniz. Kimse bu atıfların anlamlı, gerekli, faydalı olup olmadığına bakmaz. Böylece bir dostluk çerçevesinde herkesin kazançlı çıktığı bir sistem de işler.

MEMLEKETİMDEN AKADEMİ(SYEN) MANZARALARI

Açılan birçok yeni üniversitede hoca sayısı yetersizdir. Sağdan soldan hoca temini gayretleri, iyi yetişmemiş ve donanımsız birçok kişinin mesleğe girmesi ile sonuçlanmıştır. Örneğin, mesleğe atanan birçok kişi, bazen dilimize, fakat her halükârda hiçbir yabancı dile, o dilde yazmayı bir yana bırakalım, okuduğunu anlayacak kadar bile vakıf değildir. Çoğu kimse araştırma yapmayı da bilmemektedir, çünkü o şekilde yetiştirilmemiştir. Buna karşılık, kişinin kendisini yetiştirme fırsatları da yok gibidir. Az sayıda hoca, üniversite yönetimlerinin fazla ince hesap yapmadan açtıkları muhtelif programlarda ders vermek zorunda kaldıklarından, aslında taşıyamadıkları ders yükleri altında ezilmekte, kendilerini geliştirecek imkanlardan tamamen mahrum olarak günlerini geçirmektedir. Ama kanun kanundur ve biz bu kişilerden “performans” bekliyoruz. Halbuki bu insanlar muhtemelen doğru dürüst ders bile veremiyorlar. Tabii onlar da ilerlemek; doktor, doçent, profesör olmak istiyorlar. Haksız oldukları da söylenemez. O zaman ne yapacaklar? “Performans” ölçümlerine şu veya bu şekilde uyduklarını gösteren yöntemler geliştirecekler… Şimdi size biraz bu yöntemlerden söz edelim.

Mesela kişilerin bilimsel kongrelerde tebliğ sunmaları halinde, “performans puanı” almaları söz konusu. Toplantı uluslararası nitelikte ise, puan daha da yüksek. O zaman ne yapacaksınız? Uluslararası ve bilimsel olduğu izlenimi veren toplantılar düzenleyeceksiniz, buralara tebliğ sunmuş gözükeceksiniz. Bendeniz akademik meslekten emekli olmama rağmen, her gün e- postama bir dizi uluslararası bilimsel toplantı daveti düşüyor. Bir bölümü Kafkaslar ve Orta Asya’da dost ve kardeş üniversitelerle ortak düzenlenen, her isteyenin bir tebliğ önerisi gönderip sunabileceği nitelikte. Hatta toplantının performansa sayılacağı bile belirtiliyor. Bir bölümü ise, turizm bakımından cazip Batı merkezlerinde. Bu tip toplantıların hakiki olanları tanınmış meslek örgütleri tarafından düzenlenir ama bana gelen davetlerin kimin tarafından düzenlendiği biraz meşkuk. Arkalarında turizm acentalarının olduğundan kuşkulanıyorum.

En iyi performans puanı toplama yöntemi, sizlerin de tahmin edebileceği gibi, hakemli bir dergide makale yayınlamaktır. Hele dergi endekslerde yer alıyorsa, bu daha da mükemmeldir. O zaman herkesin yazdıklarının yayınlanabileceği “hakemli” dergiler çıkarılması lazımdır. Bu da sanıldığı kadar zor değildir. Bir yayın organı hakemli olduğunu beyan eder, düzenli aralıklarla çıktığını kanıtlar ve endekslere gerekli yıllık harcı yatırırsa “hakemli yayın olduğu” kesinleşir. Bu dergilerin baskı vb. masrafların karşılanması için makale gönderenlerden belirli oranda para talep etmesi de olağan olduğundan, biraz gayretle bazı girişimci kişiler için bir kazanç kapısı dahi açılmış oluyor. Nitekim, yazımızın girişinde değindiğimiz, abuk sabuk makaleyi basmayı kabul eden “hakemli dergi” böyle bir yayın organı olsa gerek.

Performans ölçümünde, kişinin yayınlarına yapılan atıflara da bakılabiliyor. Bu yerine getirilmesi gereken koşullardan en kolayı. Ben sizin yazdıklarınıza, siz de benim yazdıklarıma atıfta bulunabilirsiniz. Kimse bu atıfların anlamlı, gerekli, faydalı olup olmadığına bakmaz. Böylece bir dostluk çerçevesinde herkesin kazançlı çıktığı bir sistem de işler.

Son yıllarda çok daha vahim bir başka olaydan da söz edilir oldu.  İsteyene yüksek lisans, doktora, doçentlik tezi ve bilimsel makale yazan girişimler ortaya çıktı. Söylenene bakılırsa, değişik kalitede çalışmalar hazırlanabiliyormuş. Tabii ne kadar iyi bir çalışma isterseniz, kesenin ağzını da o oranda açmanız gerekiyor. Kanımca işin ilginç olan yönü, bu girişimcileri yakalamanın pek zor olmamasına rağmen, herhangi bir işlem yapılmaması. Yoksa bu hizmetin talep görmesi için duyurulması, yani reklamının yapılması lazım. Bu işi yapan bir grubu yakaladığınızda, kime hizmet vermiş olduklarını da öğrenirsiniz, böylece haksız akademik sıfatlar iktisap eden ya da rütbe kazanan kişilere de erişirsiniz. Galiba olay çok yaygın, büyük bir skandal patlamasından ve birçok okulun hocasız kalmasından korkuluyor. İşin üzerine gidilemiyor.

Bu performans aldatmacası sistemi kendi meşruiyetini yaratıyor. Göstermelik fakat özde boş olan yöntemlerle yükselenler, kendilerinin altında bulunanların da aynı yöntemlerle yükselmelerine itiraz edecek donanımda zaten değiller, fakat yükselme yöntemine itiraz edecek manevi gücü de bulamıyorlar. Böylece bozulma, niteliksizleşme sistemleşiyor, yerleşiklik ve süreklilik kazanıyor, uzun vadede dahi olsa düzeltilmesi, iyileştirilmesi güçleşiyor.

BİR PERFORMANS ALDATMACASI OLARAK AKADEMİK HAYAT

Benim burada size açıkladıklarım yanında başka yolların da bulunduğundan emin olabilirsiniz. Mesela rütbeli bazı akademisyenlerin, daha alt rütbedeki meslektaşlarının çalışmalarına kendi isimlerini de eklemelerine itiraz etmediklerini (rivayete göre teşvik dahi ediyorlarmış), böylece yayın yapmış gibi göründüklerini biliyorum. Benim vurgulamak istediğim husus başka. Bu performans aldatmacası sistemi kendi meşruiyetini yaratıyor. Göstermelik fakat özde boş olan yöntemlerle yükselenler, kendilerinin altında bulunanların da aynı yöntemlerle yükselmelerine itiraz edecek donanımda zaten değiller, fakat yükselme yöntemine itiraz edecek manevi gücü de bulamıyorlar. Böylece bozulma, niteliksizleşme sistemleşiyor, yerleşiklik ve süreklilik kazanıyor, uzun vadede dahi olsa düzeltilmesi, iyileştirilmesi güçleşiyor.  Bu tür kurumların mensupları, kendilerinin rahat edebilmeleri için, uluslararası niteliğini korumaya çalışan kurumların varlığından duydukları rahatsızlığı, onları da kendilerine benzeterek gidermeye çalışıyorlar. Belki Boğaziçi Üniversitesi’ne bu gözle bakmak, olanları anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Bütün bu yazdıklarımın sonucunda ne oluyor mu dersiniz? Dünyada yayınlanan bilimsel makaleler sıralamasında Türkiye her yıl geriliyor. İran’ın önümüzde olması durumumuz anlatmak için yeterlidir zannederim. Daha da vahim olarak, üniversite öğreniminin vermesini beklediğimiz formasyonu edinemeyen çok sayıda öğrenci diploma alıyor ama herhangi bir mesleği icra edecek kadar donanımları yok. Buna karşılık, üniversite mezuniyetine “yakışır” işler yapmak, meslekler icra etmek istiyorlar. Bu mümkün değil. Duydukları memnuniyetsizliğin uzun vadede toplumsa patlamaya elverişli bir ortam yaratabileceğinden endişe ederim.

Ne yapmalı? Hükümet karşımızda kocaman bir yüksek öğretim sorunu olduğunu idrak ederek çare aramayı öngörmediği sürece yapılacak fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum. Hükümet ne düşünüyor diye soracak olursanız, her gün yeni yüksek öğretim kurumları açmakla övünen, her ili üniversiteye, her ilçeyi yüksek okula kavuşturmayı şiar edinen yönetimin, kaliteyi iyileştirmeye dönük ıslahatı yapması muhtemel olmasa gerek. Ancak, kısa bir süre önce, bazı alanlarda diploma almanın yeterli olmayacağı, meslek icra etmek için ulusal bir sınavdan geçilmesi gerektiği fikrinin uygulamaya geçirileceği ifade edildi. Demek ki, hükümet dahi, işlerin rast gitmediğini, her işin “ben üniversite bitirdim” diyen kişiye teslim edilemeyeceğini görmüş. Belki ilerde daha kapsamlı bir reform yapılması gerektiğini de kabul eder. Ne demeli? Ümidi kesmeyelim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir