Prizren’i sevmeli mi, sevmemeli mi?

Prizren’i sevmeli mi, sevmemeli mi?

Ben Türklükten çok Balkanlılık arıyorum, Prizren’de onu bir türlü bulamadım. Onun yerine Çin malı ucuz ve kötü hediyelik eşyalar, Türkiyeli turist bolluğunu kâra döndürmek için uğraşan esnaflar buldum. Hadi bir yere kadar bunları da hoşgöreyim ama köftenin adına da İnegöl deme be kardeşim!

Şimdi gelin Prizren’in meşhur Taş Köprüsünün birkaç adım gerisinden şöyle bir bakalım.

Ne görüyoruz?

Öncelikle, tabii ki Prizren’in Taş Köprüsünü, hemen arkasında da olanca heybetiyle yüzyıllara direnen Sinan Paşa Camii’ni.

Camiden yukarıya doğru bir örnek cepheleriyle Balkanların Osmanlı evleri, tepede de Hisar, onun sağında kilise.

Sol tarafımızda Türkiye’nin şık Prizren Başkonsolosluğu binası, onun arkasında Halveti Tekkesi.

Nehir gürül gürül akıyor.

Köprünün diğer tarafında bir küçük meydan var, sıra sıra köprüler iki yakayı birbirine bağlıyor.

Ara sokakların çekiciliği, baktığımız şu noktadan görülmese de hissediliyor.

İşte birçok insana göre Balkanların en güzel şehirlerinden biri olan Prizren’in kalbindeyiz.

Sinan Paşa Camii, 1615’te yaptırılırken civardaki harap manastırlardan birinin taşlarının kullanıldığı rivayet edilirmiş.

Nehrin yine bu tarafında Te Syla adlı bir et lokantası var.

Bu lokantanın köfte çeşitlerinin yanında sucuğu da önerilenler arasındaymış, ben daha baharatlı sevdiğim için sucuğun tadına bayıldığımı söyleyemeyeceğim ama köftelerden memnun kaldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Madem yemeğe girdik, buradan devam edelim.

Bir akşam canım balık çekince sanırım Prizren’in en güzel lokantasına gitme şansını buldum.

Tuhaf olan, bu lokanta, Fish House, şehrin merkezinde değil, yürüyerek bir on beş dakika kadar uzakta.

Aslında bu da benim “turizm formülüme” uygun bir şey: En güzel yemek, en turistik yerde bulunmaz.

Prizren’in en güzel anılarından biri burada yediğim barbunlar ile ızgara karideslerdi.

Madem merkezden uzaklaştık, Emin Paşa Camii ile şimdilerde müze olarak hizmet veren Gazi Mehmet Paşa Hamamı’na da bir bakalım.

Hamam, 16. yüzyılın son çeyreğinde inşa edilmiş, cami ise daha yenilerde: 1831.

Gazi Mehmet Paşa’nın kendi adını taşıyan camisi de yine bu çevrede.

Tabii Prizren deyince Arnavut Birliği’ne değinmemek olmaz.

Osmanlı, Arnavutları hep kendisinin ayrı düşünülemez bir parçası hissetmiş, Arnavutlar da Osmanlılıklarından hiç vazgeçmemişlerdi.

Arnavut milliyetçiliğinin tohumlarını eken Fraşeri kardeşler, aslında Türkiye’de de çok iyi bilinen bir ailedir. Genel kabule göre, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat ile ilk Türk romanını yazmış olan Şemsettin Sami’nin esas adı, Sami Fraşeri’dir ve bu üç kardeşten biridir -diğer ikisi Abdül ile Naim. Şemsettin Sami, aynı zamanda Kamus-ı Türki adını verdiği sözlüğü de yazarak Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Ama 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşmasınan sonra işler değişti, Arnavutlar arasında kendi başlarının çaresine bakma fikri egemen oldu.

Bu fikrin en önde gelen temsilcileri ise Fraşeri ailesiydi.

Arnavut milliyetçiliğinin tohumlarını eken Fraşeri kardeşler, aslında Türkiye’de de çok iyi bilinen bir ailedir.

Genel kabule göre, Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat ile ilk Türk romanını yazmış olan Şemsettin Sami’nin esas adı, Sami Fraşeri’dir ve bu üç kardeşten biridir -diğer ikisi Abdül ile Naim.

Şemsettin Sami, aynı zamanda Kamus-ı Türki adını verdiği sözlüğü de yazarak Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

İlginç bir şekilde, Arnavutça sözlüğü yazarak, Arnavut milliyetçiliğinin uyanışında da onun adını görürüz.

Balkanların Osmanlılığı ya da Türklüğü ile bir sorunum olmadığı aşikâr, bilakis seviyorum da zaten Osmanlı’yı çıkarsanız Balkanlardan geriye pek az şey kalır. Ama benim için Balkanlar iç içe geçmişliktir, çokkültürlü yapıdır. Bunu söyleyince Prizren’e haksızlık etmiş olmuyor muyum? İşte cami, işte kilise; aynı kadraja sığıyor.

Ama Fraşeri ailesinin en bilinen ferdi Şemsettin Sami değil, Galatasaray Spor Kulübü’nün kurucusu ve ilk başkanı olan oğlu Ali Sami Yen’dir.

İşte Fraşeri ailesinin ilk toplantılarını düzenlediği Arnavut Birliği’nin binası da Prizren’de, hemen nehir kenarında.

Prizren’in sevmediğim bir yönünü anlatarak bitireyim: Herkes Türkçe konuşuyor.

Bunun nesi kötü diyebilirsiniz?

Bir ölçüde iyi olduğu da şüphesiz ama herkesin sürekli Türkçe konuştuğu, garsonun köfteyi “İnegöl” diye tanıttığı, getirdiği ayranın Türkiye’den geldiğini gururla söylediği ve her dükkâna “merhaba” diye girilebilen bir şehirde olmak da istemiyorum açıkçası.

Bu söylediğimi biraz açayım.

Balkanların Osmanlılığı ya da Türklüğü ile bir sorunum olmadığı aşikâr, bilakis seviyorum da zaten Osmanlı’yı çıkarsanız Balkanlardan geriye pek az şey kalır.

Ama benim için Balkanlar iç içe geçmişliktir, çokkültürlü yapıdır.

Bunu söyleyince Prizren’e haksızlık etmiş olmuyor muyum?

İşte cami, işte kilise; aynı kadraja sığıyor.

Sığıyor da ben gene de Türklükten çok Balkanlılık arıyorum, Prizren’de onu bir türlü bulamadım.

Onun yerine Çin malı ucuz ve kötü hediyelik eşyalar, Türkiyeli turist bolluğunu kâra döndürmek için uğraşan esnaflar buldum.

Hadi bir yere kadar bunları da hoşgöreyim ama köftenin adına da İnegöl deme be kardeşim!

Kosova Yazıları serisinin dördüncü yazısını okumak için lütfen tıklayınız

Bilgehan Uçak
Latest posts by Bilgehan Uçak (see all)

One thought on “Prizren’i sevmeli mi, sevmemeli mi?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir