Dünya sağa, peki ya Türkiye? (1)

Dünya sağa, peki ya Türkiye? (1)

Antropolog Dr. Yektan Türkyılmaz ve Tarihçi Prof. Dr.  Ali Yaycıoğlu, Avrupa ve dünyada yüksel sağ siyaseti, bunlar arasındaki farklılıkları ve bu sürecin iki istisnası olan İngiltere ve Türkiye’deki eğilimleri yazdılar. 

Dünya Haziran başındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağın tarihi bir başarı kaydettiği sonuçlarla sarsıldı. Birliğin iki büyük ülkesinde, Almanya’da Alternative für Deutschland (AfD), Fransa’da Rassemblement National (RN) seçimlerde sert yükseliş ile çıktılar. Aşırı sağdaki bu oy artışına işaret eden diğer çarpıcı sonuçlar ise İtalya’da Başbakan Giorgia Meloni’nin iktidarın büyük ortağı olan partisi Fratelli d’Italia‘nın (FdI) oyunu daha da arttırması ve Avusturya’da yabancı karşıtı milliyetçi Freiheitliche Partei Österreich’ın birinci çıkması oldu. Benzer biçimde Slovenya’da günümüzdeki Sağ Popülist akımın düşünsel lideri olarak değerlendirebileceğimiz Macaristan Başbakanı Victor Orbán’nın yakın müttefiki Janez Janša’nın milliyetçi-muhafazakâr ve göçmen karşıtı Slovenska Demokratska Stranka da sandıktan ilk sırada çıktı.

Benzer partiler İspanya, Polonya ve Yunanistan’da kayda değer ölçüde güç kazandılar. Eğer tüm bu partileri bir torbaya koyarsak, 156 sandalye kazanarak Avrupa Parlamentosu’da merkez sağın sağında konumlanan ve parlamentonun yüzde 20’sini işgal eden bu oluşumlara marjinallik atfeden sıfatların kadük kaldığı tespitini yapalım.

Evet, Avrupa’da etkili bir aşırı sağ rüzgâra tanık olmaktayız ama henüz bu rüzgâr bir fırtınaya dönüşmüş değil. Ya da bazı gözlemcilerin Komünist Manifesto’daki meşhur ifadeye atıfla işaret ettikleri gibi belki de Avrupa’da bir hayalet, ama bu sefer yeni bir faşizm hayaleti dolaşıyor. Bu hayalet geçen hafta sonu Fransa’da yapılan birinci tur erken seçimlerde RN’nin yüzde 33 oy oranıyla birinci parti olmasıyla belki de ete kemiğe bürünmeye başladı bile!   

Aşırı sağ oluşumların ülkeler bazında farklı siyasi vurgu ve söylemleri sebebiyle birbirinden ayrılmaya başladığına tanık olmaktayız. …Avrupa Parlamentosundaki merkez sağın sağındaki partileri dört temel gruplaşma etrafında ayrıştırılarak düşünmek yerinde olur.

AVRUPA SAĞI HOMOJEN DEĞİL

Ancak ülkeler bazında detaylı bir değerlendirme daha karmaşık ve parçalı bir tablo sunuyor. Birincisi, aslında oy artışına rağmen Avrupa genelinde popülist aşırı sağ havuzuna koyacağımız partiler anket tahminlerinin ve kendi beklentilerinin altında sonuçlar elde etti. (Son olarak Fransız seçimlerini öngörmeye çalışan anketlerde de RN’in de seçimlerde yüzde 35’i rahat aşacağı tahmin ediliyordu ama bu da olmadı). Aynı zamanda Hollanda, Danimarka, İsveç ve Finlandiya gibi kuzey ülkelerinde de ise solda dramatik olmasa da bir hareketlenme, sağ partilerde ise marjinal bir gerileme göze çarptı. Yine Fransa seçimlerinde Jean-Luc Mélenchon liderliğindeki sol ittifak gücünü artırarak çıktı.

Ama bunlardan daha önemlisi aşırı sağ oluşumların ülkeler bazında farklı siyasi vurgu ve söylemleri sebebiyle birbirinden ayrılmaya başladığına tanık olmaktayız. Buna en çarpıcı örnek, RN lideri Jean-Marie Le Pen’in ArF’nin önde gelen simalarından Maximilian Krah’ın Almanya’da Nazi döneminde görev almış SS subaylarının topluca suçlu görülmemesi gerektiği hakkındaki yorumlarına verdiği tepki RN’nin, “Alman milliyetçisi temayülünden” dolayı Avrupa Parlamentosunda AfD ile yollarını ayırma kararı oldu.

Gelinen noktada, Avrupa Parlamentosundaki merkez sağın sağındaki partileri dört temel gruplaşma etrafında ayrıştırılarak düşünmek yerinde olur: Bunlardan birincisi, merkez sağ ile aşırı sağı aynı çatıda birleştiren ve İtalya’nın ana iktidar ortağı FdI liderliğinde federal Avrupa projesine eleştirel yaklaşan Muhafazakârlar & Reformistler grubu. İkincisi Marie Le Pen liderliğindeki RN içinde olduğu, müdanasız bir şekilde göçmen karşıtı ve milliyetçi-muhafazakâr sağcı partileri bir araya getiren Kimlik & Demokrasi grubu. Üçüncü olarak da, AfD ve ona yakın diğer aşırı sağ oluşumların yeni bir grup kurması ise gayet olası. Dördüncü olarak ise Victor Orbán’ın Fidesz’inin, Avusturya’nın FPÖ’sü, Çek Akce Nespokojených Občanů (ANO/Memnuniyetsiz Vatandaşların Hareket Partisi) ve muhtemelen Sloven SDS’yle birlikte kuracağı, ister istemez bize Avusturya-Macaristan İmparatorluk sağ İttifakı fikrini çağrıştıran, Avrupa Yurtseverler Grubu. Bugünün Avrupası’nda sağ, adeta dibi gözükmeyen bir deniz gibi.

Sonuç olarak, tüm bu hareketleri bir arada düşündüğümüzde, aşırı sağ partileri, kendi ülkelerinde ve AB’de “müesses nizama” itirazlarını ortaklaştıkları ana eksen olarak düşünebiliriz. Aynı zamanda göçmen ve Müslüman karşıtlığı, iklim krizi önlemleri, çevre politikaları ve COVID’le mücadele tedbirleri konusunda da ortaklaştıklarını söyleyebiliriz. Diğer çarpıcı bir nokta ise bu hareketlerin hepsi, İsrail-Filistin çatışmasında koşulsuz biçimde İsrail tarafında duruyorlar. Böylece Avrupa aşırı sağı, uzun zamandır yaptığı gibi geleneksel olarak özdeşleştiği antisemitizm damgasını silmeye çalışıyor. Hatta Fransa’da gördüğümüz gibi; Le Pen, bazı toplantılara kafiyeyle çıkan Mélenchon’u ve genel olarak Sol İttifakı Filistin’i desteklediklerinden ötürü, antisemitizm ile suçluyor.

Ama bunun ötesinde tüm bu hareketleri aynı havuzda toplamak hiç kolay değil. RN ve AfD arasında Fransa ve Alman ulusal tarih kurguları ve Avrupa’ya yönelik kimlik tahayyülleri arasındaki farkı ifade ettik. Bu partiler güçlenirse, bu iki parti arasındaki farklılık belki de İkinci Dünya Savaşı sonundaki Almanya ve Fransa arasındaki tarihi uzlaşmayı zedeleyecek şekilde gelişecek.

Bununla beraber, aşırı sağın ortak bir çatıda buluşmasını engelleyen ulusal ölçekteki gündem maddeleri dışında ana belirleyici etkenler Putin Rusyası (ve Ukrayna Savaşı) ve Çin konusundaki jeopolitik konumlanmaları. RN açık bir şekilde Putin’e yakın dururken, FdI ve Meloni bugün Rusya karşıtı blogun adeta sözcüsü gibi davranıyor. Diğer yandan, aynı Meloni İtalya ve Çin arasında güçlü bir ticari ve siyasi işbirliğini öne çıkartabiliyor. AfD ise, gerek Putin’e gerekse Xi Jinping’e göz kırpıyor. Bu hareketlerde seküler milliyetçi unsurlar ağır basarken, Orbán ve Doğu Avrupalı müttefikleri Avrupa’nın Hristiyan değerlerini söylemlerinin merkezine yerleştirmiş durumda.

 Kısacası, her bir siyasi çevrenin söylem ve pozisyonlarının nasıl sağa kaydığını bir kenara bıraksak bile Avrupa Birliği ülkelerinde son on yıldır seçmenin sağa yönelme eğilimi aşikâr.

TEKTONİK SAĞA KAYIŞ 

Bu ayrışmalar, neye ve nasıl evrilecek göreceğiz. Hala bir yönüyle olgunlaşmamış,  şekillenmekte olan Avrupa’daki farklı milliyetçi ve popülist bir sağ dalgalanmadan bahsediyoruz. Ancak sağdaki hareketlenme bununla sınırlı değil. Merkez sağ kategorisindeki partilerin de Avrupa’da daha düşük ölçekte de olsa yükselişle olduklarını görmekteyiz. Sağın farklı şekillerde güç kazanması sosyal demokratların da söylem ve vaatlerinin bir yönüyle sağa doğru evrilmesine yol açıyor. Ama bu sağa kayış, sosyal demokrasideki güç kaybını engellemiyor. 

Almanya’da Sahra Wagenknecht liderliğindeki İttifakı sol kategorisinde saysak bile, 2014’ten bu yana AB Parlamentosu seçimlerinde Alman sol partilerin topladıkları oylar, yüzde 45’ten yüzde 35’e düştü. Benzer şekilde bütün üye ülkelerdeki eğilimi gösteren bir done, Avrupa Parlamentosunda Sosyal Demokrat, Yeşiller veya daha soldaki partilerin sandalye oranının 2014’de yüzde 39’den 2024’te yüzde 30’a inmesi. Belki, geçen seçime göre oyunu arttıran Fransa solu istisna; ama, geleneksel olarak Avrupa solunun kalesi Fransa’da sol ittifakın %28 oy alabilmesi tarihsel açıdan bir başarı olarak görülmemeli. Kısacası, her bir siyasi çevrenin söylem ve pozisyonlarının nasıl sağa kaydığını bir kenara bıraksak bile Avrupa Birliği ülkelerinde son on yıldır seçmenin sağa yönelme eğilimi aşikâr.

Geleneksel siyasi parti yapılarının erimesi ve bilindik kalıplara sokulamayacak alternatiflerin hızla güç kazanması. Bunun bariz bir göstergesi, TikTok ve YouTube gibi görsel sosyal medya üzerinden popülerleşen bu popülaritelerini geleneksel ideolojik kalıplar ötesi iddialarıyla seçmen nezdinde mobilize eden influencerlar .

PARTİLER ÇÖZÜLÜYOR

Böylece karşımıza çıkan tablo, belki henüz bir aşırı sağ patlaması sunmuyor ama dört belirgin gelişmeye işaret ediyor: Birincisi, Avrupa siyaseti bütün unsurlarıyla daha fazla parçalanıyor. İkincisi, sol ve yeşiller belirgin bir şekilde güç kaybediyor ya da bu kaybı önlemek için sağa doğru açılıyor. Üçüncüsü, Avrupa siyasetinin ağırlık merkezi bir biçimde sağa doğru bir tektonik hareketlenme yaşıyor. Diğer ilgi çekici dördüncü gelişme ise, geleneksel siyasi parti yapılarının erimesi ve bilindik kalıplara sokulamayacak alternatiflerin hızla güç kazanması. Bunun bariz bir göstergesi, TikTok ve YouTube gibi görsel sosyal medya üzerinden popülerleşen bu popülaritelerini geleneksel ideolojik kalıplar ötesi iddialarıyla seçmen nezdinde mobilize eden influencerlar: Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarı kazanan İspanya’da Alvise Perez, Fransa’da Jordan Bardella, Çekya’da Filip Turek, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Fidias Panayiotou gibi (çoğunlukla sağ) popülist genç siyasi aktörler bu gelişmenin çarpıcı örnekleri.

Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrası, The Economist dergisinin yayınladığı bir karikatürde Amerika’dan Avrupa’ya yaklaşan bir uçağın, bu tektonik sağa kayış sonucu yolunun uzadığı esprisi yapılıyordu. Ama bu espri, ABD’deki seçim sonrası anlamını yitirecek gibi gözüküyor. Kasım ayında ABD başkanlık seçimlerinde yaşlılıktan dolayı zihni ve fiziki gücünü kaybettiği düşünülen Joe Biden karşında Donald Trump’ın olası zaferi sonucu ABD’nin de bu tektonik dalgaya katılması; hatta bu dalgayı, değil bir fırtınaya, küresel bir tsunamiye çevirme ihtimali çok uzak değil.

İKİ İSTİSNA: İNGİLTERE VE TÜRKİYE

Avrupa ve etrafına dönersek, bütün bu resim içerisinde iki çok net aykırı örnek beliriyor. İngiltere ve Türkiye. Birleşik Krallık’ta 2010 yılından beri muhafazakâr hükümetlerce yönetilen ülkede, Brexit sonrası sarsıntılar, muhafazakârlar siyasetçiler arasındaki çekişmeler ve hükümetlerin 2019 sonrası istikrarsız siyasetleri ve beceriksiz liderleri Muhafazakâr Parti’ye desteğin 4 Temmuz’daki seçimlerde İşçi Partisinin tek başına iktidar olabileceği bir çoğunluk kazanma ihtimalini güçlendirdi. Gerçi; İşçi Partisi içinde Jeremy Corbyn’in temsil ettiği sol blokun partiden tasfiye edildiğini ve Keir Starmer liderliğindeki partinin merkeze doğru kendini konumlandırdığını tespit edelim. Keir Starmer, devletin ekonomi içindeki etkinliği konusunda net bir konum alıyor. Bu yönüyle Starmer, mesela Tony Blair’in Üçüncü Yol hareketinden kendini ayrıştırıyor. Bununla beraber, göçmenler ve sınır güvenliği konusunda muhafazakârlara yakın bir sertlikte duruyor. İsrail-Filistin çatışmasında da, Corbyn’den farklı olarak, İsrail’in güvenliğini önceleyen bir dil tutturuyor. Belki Starmer’e bir yönüyle, milliyetçi-sol bir pozisyonu atfedebiliriz.

Türkiye siyaseti önümüze hızla otoriterliğe, despotizme ve kıyıcı rejimlere batıp, buna tepki olarak bir anda adalet talebinin yükselebildiği bir diyalektiğe işaret ediyor. Eklememiz gerekir ki, bu medcezirler yüz elli yıllık dönemin genelinde küresel dinamikler, dünyayı saran zeitgeist esintileri ve Türkiye’nin jeopolitik konumu ile de ahenk içerisinde gelişti.

DÜNYA SAĞA, TÜRKİYE NEREYE?

Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de sola yönelme ise oldukça farklı bir bağlama sahip. İlk başta altını çizmeliyiz ki, Türkiye on yılı aşkın  hızlı ve yoğun bir otoriterleşme sonucu yorgun ve bitkin. Aynı zamanda, tarihsel bir büyüme ve borçlanma sonunda yine tarihsel bir yoksullaşmaya dönüşen iktisadi buhran, kurumsal çöküşler, devlet içinde bir türlü bitmeyen iç mücadeleler, yargının tamamen siyasallaşmış ve hatta fraksiyonlaşmış bir aygıta dönüşmesi, sığınmacı meselesi ve yeraltı örgütlerinin rejimle iç içe girmesi sonucu siyasetin ve kamu idaresinin derin bir meşruluk krizi yaşadığı tespitini yapalım.  

Bu tespitin yanında, Türkiye siyasal tarihi için geniş bir okuma yaparsak; 1876’dan bu yana yaklaşık yüz elli yıllık modern dönem siyasetinin hikayesi farklı tonlarda uzlaşma, çoğulculuk, toplumsal adalet, adem-i merkeziyetçilik ve liberalleşme vaadiyle iş başına gelip yine farklı ajandalar ve biçimlerde baskıcılaşan yönetimler ve karizmatik liderlikler tarihi olarak görülebileceği önermesini ortaya koyabiliriz. II. Abdülhamit, ardından İttihat ve Terakki yönetimi, Kemalist dönem, Menderes iktidarı, Özallı yıllar ve nihayetinde Erdoğan’ın çeyrek yüzyıla yaklaşan idaresi bu tarihi süreçte çarpıcı tekerrür örneklerine işaret ediyor.

Ancak şunu da eklemek gerekiyor ki, özgürlükçü vaatlerle iktidara yerleşen siyasi elitlerin otoriterleşme eğilimiyle beraber ortaya çıkan bir başka tarihi örüntü ise siyasetin çok hızlı bir şekilde tekrardan çoğulcu, kapsayıcı toplumsal adalet talebiyle tazelenebilmesi. Kısacası Türkiye siyaseti önümüze hızla otoriterliğe, despotizme ve kıyıcı rejimlere batıp, buna tepki olarak bir anda adalet talebinin yükselebildiği bir diyalektiğe işaret ediyor. Eklememiz gerekir ki, bu medcezirler yüz elli yıllık dönemin genelinde küresel dinamikler, dünyayı saran zeitgeist esintileri ve Türkiye’nin jeopolitik konumu ile de ahenk içerisinde gelişti.

 Türkiye’de de yukarıda saydığımız koşulların potansiyel olarak ülke siyasetini rejime sağ alternatif veya radikal sağ bir istikamete sürüklemesi en azından teorik olarak mümkün. Vurgulamaya çalıştığımız seçmenin, yukarıda saydığımız solla ilişkilendireceğimiz üç önemli talep etrafında önceden konumlandığı yere göre, daha güçlü bir eğilim içinde olması.

SOLA MEYLEDEN TÜRKİYE

Türkiye’deki mevcut tablo bu noktada da aykırılık arz ediyor: Avrupa ve ABD sağa kayarken Türkiye çevre ve daha da geniş ölçekte dünya örneklerine zıt bir zamanlamayla sola meylediyor. İlk başta sol olarak kavramsallaştırdığımız temayülü açmamız gerekecek. Burada sola meyletmeden kastımız, üç talebin eş zamanlı ve çoğu durumda iç içe geçmiş biçimde toplumun geniş kesimlerinde yükselmesi: Ekonomik-sosyal adalet, toplumsal adalet ve sekülarizm.

Rejimin ekonomik krizin faturasını yüklediği hızla fakirleşen orta ve alt sınıflardan oluşan geniş halk kesimlerinin ekonomik hak talebini farklı şekillerde gözlemliyoruz. Emek kesiminin, örgütsüzleştirilmesine rağmen, sosyal adalet talebi, sendikalar ve meslek odalarıyla birlikte, emekliler, stajyerler, atanamayan öğretmenler, küçük ölçekli tarım üreticileri gibi farklı kesimlerin kurduğu yatay örgütlerin tepkilerinde dillendiriliyor. Son yıllarda, Türkiye’de yaygın bir şekilde kamuoyundaki düşünce ve duyguları yansıtmaya başlayan ve iktidarın sınırlama getirmeye çalıştığı sokak röportajlarında da, büyük oranda ekonomik buhran karşısında sosyal adalet talebini duyuyoruz. Bugün, Erdoğan iktidarının özellikle gençler ve yaşlılar için yarattığı asimetrik yoksullaşma ekonomik adalet talebinin temel itici gücünü oluşturuyor. Bu eğilimleri, seçim öncesi ve sonrası yapılan anketlerde ve toplumsal tepkiyi ölçen araştırmalarda görmekteyiz.

Toplumsal adalet talebinin en önde gelen iki etkeni ise, Kürtler ve kadınlar başta olmak üzere farklı kesimlerden yükselen açık ya da dolaylı eşit vatandaşlık talebi. Rejimin farklı şekillerde ayrıcalıklı gruplar yarattığı algısı, her geçen gün güçlenmekte. Üstüncü tavırların kamuoyunda sosyal medya aracılığı ile belirginleşmesi sonucu, bu tavırlara tepkiler de netleşiyor; toplumsal taban elde ediyor. Son yirmi yılda ülkedeki yargı savaşları sonucu yargıya ve yargı süreçlerine olan güvensizlik toplumsal adalet taleplerini güçlendiriyor. Türkiye’nin siyasal tarihine damga vuran Sinan Ateş cinayeti sonrası, “ayrıcalıklılara ve dokunulmazlara” karşı adalet talebi milliyetçi kesimde de güçlü bir yankı bulmaya başladı.    

Sekülerizm ise, özellikle şehirli orta sınıflar ve Aleviler arasında seslendirilen bir talep olmakla beraber rejimin eğitim ve kültür siyasetine artan tepkilerle birlikte gençler arasında da giderek daha fazla karşılık bulan bir vurguya dönüşüyor. Anketlerde gelir eşitsizliği ile beraber, Türkiye’deki en büyük sorunun eğitim alanında yaşandığı konusunda bir eğilim göze çarpıyor. 15 Temmuz sonrasında tarikatlar toplumda derin bir meşruluk krizine girerken, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve tarikat/cemaat yapılarının toplumda büyük bir güven kayması yaşadığını da görmekteyiz. Tüm bunlara, bir gençler arasında rejim tarafından açıkça teşvik edilen bir tür “İslamî hayat paketine” karşı duyulan tepkiyi ekleyelim.

Bu üç eğilimi kurumsal siyaset içerisinde; yani, sandıkta öne çıkaran üç aktör ise, CHP, DEM Parti ve TİP olarak beliriyor. Bu üç partinin 2024 yerel seçimlerinde aldığı toplam oy oranı yüzde 45’e dayanmış durumda. Burada, yukarıdaki partilerin programlarının ya da örgüt yapılarının ne denli ve nasıl sol oldukları, ya da bu toplumsal talepleri ne kadar taşıyabildikleri tartışmasını şimdilik bir kenara bırakıyoruz. Bu noktada, ilginç bir durum yukarıda Avrupa Birliği içerisinde sağın yükselişi veya Türkiye’de ve İngiltere’de solun güçlenmesinin benzer saiklerle gerçekleşebiliyor olması. Dolayısıyla Türkiye’de de yukarıda saydığımız koşulların potansiyel olarak ülke siyasetini rejime sağ alternatif veya radikal sağ bir istikamete sürüklemesi en azından teorik olarak mümkün. Vurgulamaya çalıştığımız seçmenin, yukarıda saydığımız solla ilişkilendireceğimiz üç önemli talep etrafında önceden konumlandığı yere göre, daha güçlü bir eğilim içinde olması. Kısacası, altını çizdiğimiz nokta Avrupa’nın tersine Türkiye’nin siyasi ağırlık merkezinin sola kayma işaretleri gösterdiği bu istikamette artan bir toplumsal enerji birikimi ve potansiyelinin oluşmaya başlaması.

Rejim, ancak sürekli kendi içinde gerilimler ve krizler yaşayan, birbirine güvensiz, her an tasfiye edilme korkusu yaşayan unsurlarla yoluna devam ediyor. Erdoğan rejiminin kurumsal olarak tasfiye ettiği ‘eski Türkiye’ye’ alternatif, tutarlı ve stratejik düşünsel ve kültürel paradigma kuramaması başka bir faktör olarak beliriyor.

ERDOĞAN REJİMİNİN ÇELİŞKİLERİ

Avrupa’da Macaristan dışında, sağ otoriter partiler iktidara yeni yeni gelmeye başlamışken, Türkiye bu süreci uzun süredir yaşıyor. Tarihsel bir paralellik kurmasak da -belki biraz serbest bir okumayla- “Avrupa, Türkiye’nin yaşadığı tecrübeyi yeni yaşamaya başlıyor” ifadesini kullanabiliriz. Avrupa müesses nizama itirazla Sağ’a tektonik bir kayış gösterirken, Türkiye’de çok partili dönemde, seçimle iktidara gelmiş en otoriter ve sağ bir iktidar yıllardır kesintisiz iş başında. İktisatçılardan ödünç bir kavram kullanırsak, islamcı-milliyetçi popülist sağcılığa karşı bir yandan da baz etkisi ortaya çıkıyor. Yani, toplum hayatının, ekonominin ve siyasetin her alanında hâkim olmuş sağcılığa karşı henüz ortak bir siyasal dil ve mobilizasyon oluşmamış olsa da, toplumsal bir itiraz ve sola meyletme gözlenmektedir. Bu meylediş nasıl mümkün oluyor? Bu sorunun cevabının bir boyutuyla Erdoğan rejiminin çelişkilerinde aramız gerekiyor.

Burada altını çizmek istediğimiz bir tespit şudur: Türkiye’nin uzun süre işbaşında kalmış popülist rejimler arasında önemli bir farkı otoriterleşmenin ne toplumsal ne siyasal muhalefeti daraltamaması, tam tersine, geçen on yılda Türkiye’de otoriterlik olgunlaştıkça muhalefetin büyümesidir. Bunun önemli nedenlerinden birisi, Erdoğan otoriterliğinin stabilize ol(a)maması, ardı gelmez krizler üretmesidir. Erdoğan rejimi, hep bir “olağanüstü rejim” kalarak krizlerini daha büyük krizlerle çözmeye çalışan bir rejim. Bu yönüyle, biz bu rejimin “Patrimonyal Sultanizm” gibi durağanlık ifade eden tanımlarla açıklanamayacağını düşünüyoruz.

İkinci olarak, AKP’nin neredeyse çeyrek asır iktidarda kalmasına rağmen tutarlı bir ideoloji ya da ortak politik ajandası olan bir kadro oluşturamadı.  “AKP ve saray kadroları”, liderlerine bağlılık beyanı dışında birbiriyle çelişkili veya kaygan fikirleri, ajandaları ve aidiyetleri olan gruplardan müteşekkil. Bu çelişkilere MHP ile girilen ortaklık sonucu ortaya çıkan gerilimleri de eklersek, rejimin siyasal şemsiyesi olan Cumhur İttifakı’nın ortak Türkiye tahayyülünde ve dünya görüşünde buluşmaktan ve bu tahayyül ile dünya görüşünü taşıyacak kadroları oluşturmaktan çok uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durum iktidar elitini parçalı ve iç çekişmeli bir yapıya dönüştürüyor. Rejim, ancak sürekli kendi içinde gerilimler ve krizler yaşayan, birbirine güvensiz, her an tasfiye edilme korkusu yaşayan unsurlarla yoluna devam ediyor. Erdoğan rejiminin kurumsal olarak tasfiye ettiği ‘eski Türkiye’ye’ alternatif, tutarlı ve stratejik düşünsel ve kültürel paradigma kuramaması başka bir faktör olarak beliriyor. Son olarak, Erdoğan otoriterliğinin, destek tabanını genişletmek bir yana onu koruyacak ekonomik kaynaklarının, 2019’dan beri hızlanarak tükenmekte olmasını muhalefet cephesinin genişlemesinin doğrudan nedenlerinden biri olarak görebiliriz.

31 Mart 2024 yerel seçimleri salt Erdoğancı otoriterliğin gerileyişini teşhir etmedi, aynı zamanda günlük siyaset dilinde “Türkiye sosyolojisi” ifadesiyle karşılık bulan ülkede sağ iktidarların demografik kaçınılmazlığı varsayımını da sarstı. Sonuçların rejim cephesinde yarattığı şaşkınlık ve muhalefetin başarısının ancak, seçmenin sandık başına gitmediği vb. iddialarla açıklamaya çalışılması, onların da bu “sosyoloji” savına ne denli inandıkları ve güvendiklerine işaret ediyor. “Türkiye sosyolojisi” bir hakikat idiyse; bu son kırk yılda, yaratılmış bir “hakikatti”. 31 Mart seçimleri, bu “sosyolojinin” sabit olmadığını, bir hareketlilik içerisinde olduğunu ortaya koydu.         

Neticede, 31 Mart seçimleri, toplumda Erdoğan iktidarı karşısında bir türlü fiili hale geçemeyen birikmiş enerjinin gecikmiş bir salınımı oldu. Gecikmiş diyoruz, zira 14 Mayıs benzer bir tabloyla karşılaşmanın şartlarının olgunlaştığı bir seçimdi. Ne var ki, siyasi aktörlüklerin tercihleri ve muhalefet mimarisi gibi sebepler yanında birçok etken dolayısıyla bu gerçekleşmedi ve merkezi iktidar değişmedi. Peki önümüzdeki dönemde, yerel seçim başarısından sonra muhalefet (ya da daha doğru bir ifadeyle sol muhalefet) iktidarı, dolayısıyla rejimi değiştirebilecek bir hareket oluşturabilir mi? Evet, rejim bir istikrar oluşturamıyor. Ama toplumdaki enerjiyi en üst seviyede siyasete taşınmayan ve salt siyasi elitleri arasındaki parlamenter demokratik süreçlerle taktik siyaset yapan partilerin, 2013’ten beri devam eden olağanüstü hâl rejimini değiştirme kapasitesine ulaşacaklarını söylemek gerçekçi olmaz.

Avrupa’daki sağ popülist hareketlerle, Türkiye’deki örnekler arasındaki temel bir fark olduğu görünüyor. Avrupa örneklerinin aksine, Türkiye’de aşırı milliyetçi siyasi hareketler müesses nizam eleştirisi üzerine kurulu radikal bir dönüşüm programı sunmak değil, tam tersine Kürt sorunu başta olmak üzere köklü siyasi değişim ihtimallerine karşı birer fren, blokaj ve veto unsurları işlevi görüyor.

PEKİ YA MİLLİYETÇİLİK VE İSLAMCILIK?

CHP, DEM Parti ve TİP’in inceleyeceğimiz sol muhalefet üzerinde durmadan önce şu soruyu soralım: Peki yukarıda saydığımız koşulların potansiyel olarak Erdoğan rejimine karşı aşırı sağdan bir alternatifin gelişmesi ihtimali var mı?  Bu yöndeki bir emare Yeniden Refah Partisi’nin yükselişi. Diğer bir gösterge ise aşırı milliyetçi sağın oy toplamının genel seçimlerde yüzde 20’lere ulaşması.

İkincisiyle başlarsak, şu notu düşmemiz gerekir ki bu oran siyasette yön verecek bir kolektif iradeye dönüşemiyor. Zira, Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçi/popülist sağ kurumsal fragmantasyon yaşıyor ve rejim ve muhalefet polarizasyonu içerisinde birbirini nötralize ediyor. Buna rağmen, aşırı milliyetçiliğin hem AKP’yi hem CHP’yi etkileme potansiyeli olduğunu biliyoruz. 

Öte yandan Avrupa’daki sağ popülist hareketlerle, Türkiye’deki örnekler arasındaki temel bir fark olduğu görünüyor. Avrupa örneklerinin aksine, Türkiye’de aşırı milliyetçi siyasi hareketler müesses nizam eleştirisi üzerine kurulu radikal bir dönüşüm programı sunmak değil, tam tersine Kürt sorunu başta olmak üzere köklü siyasi değişim ihtimallerine karşı birer fren, blokaj ve veto unsurları işlevi görüyor. Bu işlevi iktidar cephesinde MHP, muhalefet alanında ise İYİ Parti ifa ediyordu. İYİ Parti’de Akşener liderliğinin CHP ittifakından uzaklaşarak inkırazı ve partinin çözülmesi ileride açacağımız gibi muhalefet alanı için büyük bir fırsat.

Ayrıca, AKP ve MHP arasında 31 Mart sonrası karşılıklı artan ittifakta kalma mecburiyeti rejim cephesinin manevra kapasitesindeki düşüşün devamına işaret ediyor. Bununla birlikte Zafer Partisi’nin, MHP ve İYİ Parti’nin aksine bir dönüşüm programı önerme potansiyelini haiz olduğunu belirtelim. Ancak, hem de partinin neredeyse mülteci/sığınmacı/göçmen karşıtı tek odaklı bir söyleme sıkışması ve Türkiye’deki derin polarizasyona rağmen bu konuda giderek bütün partilerin birleşiyor olması Zafer Partisi’nin önünü kesiyor. Dolayısıyla dünya örneklerinde olduğu gibi partinin alt sınıflar içerisinde kökleşmesini engelliyor ve etkisini, parti sadakati düşük oldukça genç seçmen grubuyla sınırlı kılıyor.

Yeniden Refah Partisi’nin ise aşı karşıtı bir partiden adeta İslamcı bir “işçi-köylü-esnaf” partisine dönüşerek “elitist” AKP’ye karşı konumlanmasını ilgi ile izlemek gerekiyor. Buna rağmen, Türkiye ve İslamcılığın, dünya genelinde yaşadığı derin siyasal ve entelektüel krizi aşma ve yeni bir enerji ile iktidar olabilme kapasitesi, şu aşamada YRP’de görülmüyor. YRP yeni bir siyasal kompozisyon kurmaktan ziyade Erdoğan’ın ifade ettiği gibi AKP’nin gölgesinde yürüyen, bir anlamı ile AKP’nin dağılışından beslenen bir parti niteliğinde.

Sığınmacılar Türkiye’nin Avrupa ile gittikçe sorunlu hale gelen ilişkilerinde Ankara’nın elinde kalan en büyük belki de tek etkili kozu olarak kullanıldı. Öte yandan bütün bu kültürcü ve siyasi ajandalar yanında ucuz ve güvencesiz işgücü sunan sığınmacılar AKP ekonomik siyasetinin kolay artık-değer üreten önemli bir parçasıydı.

SIĞINMACILAR VE TÜRKİYE’NİN AYKIRI KONUMU

Burada sığınmacı kriziyle ile ilgili bir parantez açmamız gerekiyor. Güney’den Kuzey’e, Doğu’dan Batı’ya küresel ölçekte yayılan göç hareketleri dünya sathında sağ (ve hatta sol) popülist hareketler için demografik, kültürel ve siyasi endişe referansına dönüşmüş durumda. Ancak Türkiye’yi Avrupa başta olmak üzere diğer örneklerle karşılaştırdığımızda ilginç bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Türkiye’de mevcut popülist sağ iktidar uzun yıllar Suriye başta olmak üzere İslam ülkelerinden gelen göç hareketlerinin hamisi görüntüsü verdi. Türkiye’deki bu duruma dair en çarpıcı bir bulgu Metropoll firmasının Ağustos 2021’de yaptığı araştırma sonuçları. Buna göre Türkiye kamuoyunun çok yüksek bir oranı  (yüzde 81.7) sığınmacıların ülkelerine dönmeleri gerektiğini savunuyor. Temel siyasi partiler arasında bu oranın en düşük çıktığı seçmen grubu ise şaşırtıcı biçimde Türkiye’de sağ milliyetçi pozisyonu temsil eden MHP seçmeni (yüzde 62.3). Bu oranın en düşük çıktığı diğer iki seçmen grubu ise sırasıyla Milli Görüşçü Saadet Partisi ve AKP.  Yine aynı araştırmada sığınmacılar konusunda hükümetin dış siyasetinin sorumlu olduğunu söyleyenlerin Türkiye ortalaması yüzde 65.7 çıkarken bu oran AKP (yüzde 46.7) ve MHP (yüzde 50.6) olarak ölçülmüş.

Göç hareketleri dünya ölçeğinde genel bir sorun haline gelmişken Türkiye’de özgün bir çehre de taşıyor. Erdoğan hükümeti Suriye krizinin patlak verdiği 2011 sonrası şiddetlenerek yükselen yayılmacı neo-Osmanlıcı dış siyasete paralel olarak ülkdeki ulus kurgusunu İslamcı bir saikle Sunnici-Ümmetçi bir çizgide yeniden tanımlamaya başladı. Bu tabloda sığınmacılar veya ülkeye yönelen ağırlıklı Sünni nüfus bir fırsat olarak görüldü. Bu göçün bir yandan Türkiye toplumunda islamlaşmayı katılaştıracak bir maya, ülke içerisinde muhaliflere ve de en başta Kürtler, Aleviler ve seküler kesimler olmak üzere rejimin ‘sorunlu’ gördüğü gruplara karşı demografik bir araç, uzun vadede de sandık sonuçlarını rejim yönüne etkileyecek bir süreç olarak düşünüldüğüne şüphe yok. Aynı zamanda sığınmacılar Türkiye’nin Avrupa ile gittikçe sorunlu hale gelen ilişkilerinde Ankara’nın elinde kalan en büyük belki de tek etkili kozu olarak kullanıldı. Öte yandan bütün bu kültürcü ve siyasi ajandalar yanında ucuz ve güvencesiz işgücü sunan sığınmacılar AKP ekonomik siyasetinin kolay artık-değer üreten önemli bir parçasıydı. Ayrıca, göçmenliği kazanca çevirme anlayışının diğer yüzünü ise özellikle Körfez ülkelerinden gelen varlıklı kesimlere salt döviz karşılığı vatandaşlık verilmesi oluşturuyordu.

2010’lardan itibaren Davutoğlu’nun kuramcısı ve Fidan’ın ise yürütücüsü oldukları Ortadoğu sünniliğinin liderliği rüyasının bir temel uygulama alanı Suriye’ydi. İktidar hem fiilen hem jeopolitik tahayyüllerinde iki ülke arasındaki sınırı kaldırdı. Dolayısıyla, Ağustos 2016’da Kuzey Suriye’de El Bab ve Cerablus ile başlayan askeri harekât için bir ‘çıkış planı’ gereği dahi duyulmadı. Çıkış planının yerine coşkulu bir fetihçi arzu ve narsistik bir özgüven sunuldu. Yayılmacı arzunun gerekçesi belliydi: PKK ile organik ilişkisi olduğu öne sürülen (ama aslında bir süre önce Erdoğan’ın açıkça görüşmekten çekinmediği) Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) karşı Türkiye’nin güney sınırında bir beka mücadelesi verilecekti.

Sonuç olarak Türkiye Azez’den, Afrin’e Kuzey Suriye’yi adeta kolonici fantezilerle körüklenen demografik, siyasi ve kültürel olarak yeniden şekillendirme faaliyetlerine girişti. Bunun en önemli unsuru ise bölgede askeri, siyasi ve maddi destekle nüfuz altına alınan en başta ÖSO olmak üzere İslamcı ve/ya cihatçı silahlı gruplar oldu. Bu gruplar Kuzey Suriye’de Ankara’nın düşman gördüğü Şam hükümeti ve SDG’ye karşı kullanıldı. Kısacası Türkiye’de tarihin en sağ ve otoriter rejimi yukarıda ifade ettiğimiz demografik hareketi “çözümü olmasa da en azından idaresi gerekli bir sorun” değil bir “fırsat” olarak gördü. 

Yakın zamanda ülkede sığınmacılarla karşı alevlenen tepkiler ve Kuzey Suriye’deki gelişmeler Erdoğan’ın emperyal ve ümmetçi düşlerinin hem içeride hem dışarıda kabusa döndüğünü ortaya koydu. İktidar’ın uzun süredir arzuladığı Esad rejimi ile yakınlaşma ve bu doğrultuda Erdoğan’ın açıklamaları ardından Türkiye kontrolündeki Suriye topraklarında TSK’ya ve Türkiye varlığına yönelik ÖSO ve türevi grupların saldırı ve protestoları yayılıyor. Öte yandan Kayseri’den başlayan sığınmacı karşıtı saldırılar ülke çapında pogromlara dönüşme endişesi yaratıyor.

Gelinen noktada sığınmacılara ve Erdoğan rejimine tepkiler birbirine karışıyor. Sığınmacılara karşı tepkiler ülke siyasetini ve hatta sol-sağ kategorilerini yatay kesen her kesime sirayet etmiş tehlikeli bir tablo yaratıyor. Türkiye’ye sığınmacı akını hızı, ulaştığı nicelik, niteliği ve siyasi kullanımı ile klişeler ve sloganlarla yaklaşılmaması gereken bir soruna işaret ediyor. Çözüm için sınırlardaki kontrolsüz göçün engellenmesi kadar kadar insan onurunu da önceleyen, sürdürülebilir ve gerçekçi bir  bakış açısına yakıcı ihtiyaç var. Böyle bir çözüm ortaya koyabilmek en başta CHP için solda olmak iddiasının test edildiği sınav olacak.

***

Yazının ikinci bölümünde toplumda olgunlaşan sola tazyik potansiyelinin değerlendirilip ve bu potansiyelin mobilize edilmesi için geniş anlamda sol muhalefetin, restorasyonculuk ötesi bir dönüştürücü irade ve tasarım oluşturması gerekliliğini vurulacağız. Bunun için de aktörlerin siyasi yaratıcılık, cesaret ve uyum içinde hareket etmelerinin hayati öneme haiz olduğunun altını çizerek, CHP, DEM Parti ve TİP üzerine bazı gözlemlerde bulanacağız.

Ali Yaycıoğlu
Latest posts by Ali Yaycıoğlu (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir