Avrupa Parlamentosu seçimleri faciası… 

Avrupa Parlamentosu seçimleri faciası… 

Muhafazakâr ve Merkez sağ partiler, bu “normalleşmeye” en büyük bedeli ödediler, ödemeyi de sürdürüyorlar. Basit bir benzetme ile, “hakikisi varken taklidini ne yapayım” anlayışı, aşırı sağın muhafazakâr seçmen üzerindeki çekiciliğini arttırdı. Türkiye örneğinde de, Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi son dakikada CHP’nin “sığınmacıları ülkelerine göndereceğiz” çıkışının partiye ne kazandırdığına bakıldığında anlaşılabilir

Beş yılda bir yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri, AB üyesi 27 ülkede gerçekleştirildi. Bir önceki 2019 seçimleri ile kıyaslandığında, neredeyse bütün ülkelerde aşırı sağ parti ve hareketlerin çok ciddi biçimde zemin kazandıkları görülüyor. Bu denli önemli bir seçim başarısı, ulusal siyasi dengeleri de büyük ölçüde etkiledi, Belçika’da Liberal Başbakan De Croo istifa etti, Fransa’da ise Cumhurbaşkanı Macron meclisi dağıtarak erken seçim çağrısı yaptı. Federal Almanya’da Şansölye Scholtz’un tarihi Sosyal Demokrat Partisi (SPD), aşırı sağ Alternative hareketinden daha az oy aldı. İtalya’da Başbakan Meloni’nin iktidardaki aşırı sağ hareketi birinci parti olma özelliğini korudu. Macaristan’da Victor Orban’ın partisi Fidesz gene birinci parti konumunu muhafaza etti, ancak geçmiş AP seçimleriyle kıyaslandığında 10 puana yakın oy yitirdi. 

Avrupa Parlamentosu seçimleri, seçmenler tarafından anlaşılan ve çok benimsenen bir süreç değil. AP, ismine rağmen tam anlamıyla bir yasama organı değil, kanun tasarısı önerme hakkı bulunmuyor. Yasa tasarısı basite indirgeyerek anlatmak gerekirse Avrupa Komisyonu hazırlıyor, nihayetinde Bakanlar Kurulu kabul ediyor. Ama bütçe kanunu başta olmak üzere bir dizi çok önemli yasa sürecinde Avrupa Parlamentosu, bir anlamda “demokratik kontrol” işlevi görüyor, bir üst kamara gibi, zorlama bir benzetmeyle bir senato gibi işlev görebiliyor. Yasaları bazı alanlarda tadil etme hakkına sahip. AB’nin esasen bürokratik işleyişini temsil eden Avrupa Komisyonu ve onun Başkanı için güvenoyu verme hakkına da sahip.

Uluslararası bir parlamento olup da doğrudan oy ile iş başına gelen yegâne meclis Avrupa Parlamentosudur. Ne var ki, bu son derece önemli demokratik işlevine rağmen, ortalama AB seçmeni bu parlamentonun ne işe yaradığını bilmez, anlaması da kolay değildir. AB’nin işleyişi, ortalama AB seçmeninin bildiği ve anladığı bir süreç değildir. Her ne kadar Avrupa bütünleşmesi, kuruluşundan bu yana AB ülkelerine çok ciddi bir istikrar, refah ve barış getirmiş ise de bu genelde toplumların alıştığı ve kanıksadığı bir husus olduğundan, AB çok sevilen bir üstyapı değildir. Geçen haftalarda 98 yaşında hayatını yitiren efsanevi AB liderlerinden, eski Komisyon Başkanı Jacques Delors “İnsan Tek Pazar’a âşık olmaz” diyerek bu durumu veciz biçimde izah etmişti.

Nihayetinde seçmenin bedel ödeyeceğini zannetmediği, ulusal hükümetin veya yerel yönetimin değişmeyeceği, gündelik yaşamına bir etki yapmayacağını düşündüğü bir seçim sürecinden bahsediyoruz. Dolayısıyla seçmenin parlamento ya da yerel yönetim seçimlerinde yapacağı tercihten uzak, daha rahat oy verebileceği, mutlaka müesses, oturmuş bir siyasi parti ya da lider aramayacağı daha rahat bir oy verme süreci yaşandığı bir gerçektir.

SEÇMENİN BEDEL ÖDEYECEĞİNİ ZANNETMEDİĞİ BİR SEÇİM

Bunun yanı sıra, yapılan tüm tanıtım kampanyalarına rağmen katılımın düşük kaldığı AP seçimlerini, AB seçmeni genelde yerel ve ulusal politikacıları, iktidarları uyarmak, bazen de cezalandırmak için kullanır. Nihayetinde seçmenin bedel ödeyeceğini zannetmediği, ulusal hükümetin veya yerel yönetimin değişmeyeceği, gündelik yaşamına bir etki yapmayacağını düşündüğü bir seçim sürecinden bahsediyoruz. Dolayısıyla seçmenin parlamento ya da yerel yönetim seçimlerinde yapacağı tercihten uzak, daha rahat oy verebileceği, mutlaka müesses, oturmuş bir siyasi parti ya da lider aramayacağı daha rahat bir oy verme süreci yaşandığı bir gerçektir.

Bu göreceli rahatlık, seçmeni daha radikal ya da popülist hareketlere oy vermeye itebilir. Nitekim son seçimlerde, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı, islamofobia, ekonomik istikrarsızlık ve düşmesi zaman alan enflasyonist baskılar bir arada seçmeni sandıkta aşırı sağ partilere ve söyleme oy vermeye itti.

Avrupa ülkelerinde aşırı sağın kazandığı bu mevzii, yalnızca AP seçiminin özgün yapısına bağlamak da çok ciddi bir yanılgı olur. Uzun bir süredir, belki son 40 yıla yayılan bir süreçte, eskiden gayet marjinal kalmış olan aşırı sağ/popülist hareketler giderek güç ve kalıcı seçmen kazandı. Kimsenin ciddiye almadığı Jean-Marie Le Pen’in kurduğu, kızı Marine Le Pen’in de onu tasfiye ederek ele geçirdiği siyasi hareket, Fransa’da oyların üçte birini almayı başarmış bulunuyor, ilk parti konumunu ele geçirdi. O partiden kopmuş olan yeğen Le Pen Marion Maréchal’in hareketi de yüzde yediyi aşan bir oy oranına uzandı. Dolayısıyla Fransa’da anti-AB aşırı sağ bugün itibarıyla yüzde kırk düzeyinde bir oy almış bulunuyor. 

İtalya’da isimleri değişse de, her seçimde yeni bir popülist/faşizan söylemli bir hareket birinci sıraya oturuyor. Belçika’da eskiden beri var olan aşırı sağ Flaman Bloğu bu kez Başbakanı koltuğundan edecek bir performans gösterdi. En önemlisi, aşırı sağa ve faşizme karşı aşılanmış ve tahammülü yok gibi duran Alman toplumunda, göçmen karşıtı bir söylemle ortaya çıkan ve kısa sürede neo faşist bir söyleme kayan Alternative für Deutschland, ikinci parti olmayı ve çok ciddi bir oy oranına uzanmayı başardı.

Çeşitli aşırı sağ/popülist partiler Avrupa’da ne istiyor? Her şeyden önce, bizde fevkalade revaçta olan tabiriyle “yerli ve milli” olmak istiyorlar. 1952’den bu yana iç içe geçmiş AB ekonomilerini birbirinden uzaklaştırmak gayet zor hatta olanaksız gibi göründüğünden, bu partilerin ortak düşmanı “Avrupa Birliği” olarak beliriyor. Birleşik Krallık AB’den ayrıldığından bu yana herhangi bir ekonomik başarı söz konusu olmadığından, AB’den ayrılarak çok daha iyi bir yönetişime kavuşacakları konusunda pek elle tutulur örnekler ileri süremiyorlar. Ancak AB’nin “Brüksel’de kapalı kapılar ardından karar alan bir dizi bürokrat” görüntüsü, bu partiler için ideal hedefi oluşturuyor.

Aşırı sağın asıl tutunduğu ve istismar ettiği alan, göç, göçmen kökenli nüfus, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi olarak kendisine ortaya koyuyor. Bu aşamada, AB ülkelerinin kiminde filizlenen “multiculturalism” hareketinin, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında çok etkin bir savunma yapamadığını teslim etmek gerekiyor.

AŞIRI SAĞIN TUTUNDUĞU ALAN YABANCI DÜŞMANLIĞI VE İSLAMOFOBİ

Ekonominin yeterince performans göstermemesi, işsizlik, sosyal yardıma muhtaç bir kesimin artması, orta sınıf içindeki farklılıkların giderek keskinleşmesi gibi hususlar için ideal günah keçisi Brüksel bürokrasisi olabiliyor. Kimi aşırı sağ partiler bir dönem ortak para birimi Euro’dan çıkmayı hedeflediler, hala bundan bahsedildiği duyulabiliyor, ama neo-faşistler için bile hayatın ve ekonominin gerçekleri, bunu ulaşılabilir bir hedef olma görünümünden çıkardı.

Aşırı sağın asıl tutunduğu ve istismar ettiği alan, göç, göçmen kökenli nüfus, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi olarak kendisine ortaya koyuyor. Bu aşamada, AB ülkelerinin kiminde filizlenen “multiculturalism” hareketinin, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı karşısında çok etkin bir savunma yapamadığını teslim etmek gerekiyor. İnsanların en temel korkularını ve güdülerini gıdıklayan yabancı düşmanlığı veya ırkçılık gibi akımlara karşı durmak için, demokrasiye inanan siyasi hareketlerin ve siyasetçilerin, daha ciddi bir ortak temelde birleşmeleri gerekiyor.

Bu ortak paydalar neler olabilir? Her şeyden önce, AB içindeki merkez, merkez sağ ve muhafazakâr partilerin, aşırı sağın kimi söylemlerini haklı ya da anlaşılabilir bulmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu yaklaşım, bugüne dek hiçbir müesses partiye en ufak bir katkıda bulunmadı, ama aşırı sağın söylemlerini “normal” hale getirdi. Eskiden “utanç verici” olarak addedilen söylemler, aşırı sağın üslubunun yaygınlaşması ile “kabul edilebilir” ya da hiç değilse “anlaşılabilir” duruma geldi. 

İkinci önemli husus, Avrupa Birliği ve aşırı sağın bu göreceli “uluslarüstü” yapıya olan nefretine karşı, özgürlükçü, sol, demokrat kanadın hiçbir zaman ciddi bir savunma mekanizması geliştirmemiş olmasıdır.

ÖZGÜRLÜKÇÜ, SOL, DEMOKRAT KANAT SAVUNMA GELİŞTİREMEDİ

Muhafazakâr ve Merkez sağ partiler, bu “normalleşmeye” en büyük bedeli ödediler, ödemeyi de sürdürüyorlar. Basit bir benzetme ile, “hakikisi varken taklidini ne yapayım” anlayışı, aşırı sağın muhafazakâr seçmen üzerindeki çekiciliğini arttırdı. Türkiye örneğinde de, Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi son dakikada CHP’nin “sığınmacıları ülkelerine göndereceğiz” çıkışının partiye ne kazandırdığına bakıldığında anlaşılabilir.

İkinci önemli husus, Avrupa Birliği ve aşırı sağın bu göreceli “uluslarüstü” yapıya olan nefretine karşı, özgürlükçü, sol, demokrat kanadın hiçbir zaman ciddi bir savunma mekanizması geliştirmemiş olmasıdır. Bu saptamayı daha da öteye götürerek, Brexit gelişmesinde İşçi Partisi’nin, Anayasal Metnin (2005 yılında gerçekleştirilmeye çalışılan AB Kurucu antlaşması tadilatının) reddedilmesinde Fransız Sosyalist Partisi’nin belirleyici rol oynadıkları hatırlanmalıdır. Belki ideolojik anlamda, Tek Pazar sol/sosyal demokrat sol liberal kesimler için ideal bir yaşam biçimi gibi görünmeyebilir, ne var ki her seferinde “bu taslağı reddedelim, yerine daha özgürlükçü, daha “sol” bir taslak oluşturalım” söylemi sadece anti-AB taraftarı aşırı sağ hareketlerin işine yaramış oldu. 

Bu aşamada Fransa’da 14 yıl Cumhurbaşkanlığı yapmış olan sosyalist François Mitterrand’ın bir demeci hatırlanmalıdır: “Bir dizi kapitalist ülkeyi bir araya getirerek sosyalist bir sistem kuramazsınız”… “Sosyalist” öğeler içeren rejimleriyle, sosyal refah devleti olma konusunda önemli adımlar atmış AB gelişmiş ülkelerinde, halk yığınlarının daha iyi bir geleceğe, daha ciddi fırsatlara, iş güvenliğine sahip olması, Don Quijote’nin değirmenlere saldırması türünde bir Avrupa Birliği karşıtlığıyla gerçekleşmeyecektir. Kimse sol partilerden “daha az sol” olmasını istemek hakkına sahip değildir, ne var ki alternatifi aşırı sağ olan bir çekişmede hangi tarafın destekleneceği de barizdir.

Bu seçimlerin Türkiye-AB ilişkilerine nasıl yansıyacağı konusu, aslında çok derin analizler yapmayı da gerekli kılmıyor. İlişkilerimizin uzun bir süredir dip noktasında olması, bunların düzelmesi için iki tarafta da siyasi irade yoksunluğu, genel görünümün çok değişmeyeceği havası veriyor. Ancak “siz bizi istemezseniz, biz de sizi istemeyiz, Şanghay İşbirliği Örgütü, olmadı BRICS gibi kurumlar var” söylemi ile pek bir yere gidemeyeceğimiz de bunca denemeden ve başarısızlıktan sonra iyice açığa çıkmış bulunuyor.

Türkiye-AB ilişkileri günümüzde sadece geçici, konjonktürel gelişmelerde hayatiyet göstermektedir. Kurumsal ilişkilerimiz dip noktasındadır, bunların az da olsa hayatiyet kazanmaları için AB kurumları, her defasında yeni referanslar, koşullar, engeller ortaya çıkarmayı adet haline getirmiş bulunmaktadır. Türkiye’de demokratik standartların içinde bulunduğu acıklı durum, AB için her defasında başka bir sorunu işaret etme açısından büyük kolaylık sağlamaktadır. 

Kurumsal ilişkilerin canlanması alanında, Avrupa Parlamentosu, sadece “tavsiye kararı” alabilme yetkisine sahip olduğundan, bu “demokrasi bekçisi” rolünü çok ciddiye almakta ve demokrasinin işleyişi düzelmedikçe Türkiye ile olan ilişkilerin daha da dondurulmasını istemektedir. Nitekim Parlamento, donmuş olan üyelik müzakerelerinin resmen ve kesin olarak lağvedilmesini istemiş, ancak Konsey bu tavsiyeye uymama kararı almıştır. 

Konjonktürel anlaşmalar tümüyle göç hareketleriyle ilgilidir. Bunu üç ayrı alanda incelemek gerekir:
Birincisi, Türkiye üzerinden AB ülkelerine giden kaçak göç;

İkincisi, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının AB içinde seyahat ve kısa süreli oturma serbestisi;

Üçüncüsü ise, Almanya merkez olmak üzere AB ülkelerinde resmi olarak oturma, çalışma ve iş kurma hakkına sahip “Türk diyasporası” denebilecek, AB yurttaşı olan ya da olmayan kitlenin hakları…

İlk sorun tamamen konjonktüreldir. Ortadoğu ülkelerinde ve Afganistan’da varolan gayrı insani rejimlerin yarattığı büyük göç dalgasını göğüslemekle ilgilidir. Kaçak göçmenlerin, AB ülkelerinde yakalandıklarında iade edilecek “insani” bir rejime sahip bir ülkeye geri gönderilebilmelerini hedefler. Türkiye bu “sınır bekçiliği” ve “kaçak göçmen deposu” işlevini üstlenecek partöner olarak AB için son derece önemlidir. Bazı insani hususlar dışında (deniz yoluyla geçmeye çalışırken boğulan göçmenler örneğinde olduğu gibi) bu sistemin savunulacak bir yönü yoktur, ancak her iki taraf da finansal açıdan ve göçmenlerin entegrasyonu boyutunda birbirleriyle işbirliği yapmaya zorunlu durumdadırlar.

Diğer iki sorun, bizim kurumsal ilişkilerimiz alanındadır, bu nedenle de iyileşme şöyle dursun, giderek mevzi kaybedilmektedir. Vize konusunun gelmiş olduğu utanç verici durum gözler önündedir. Artık Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak AB ülkelerine yolculuk, gerçek bir “80 Günde Devri Alem” romanına dönüşmeye yüz tutmuştur. İş dünyası açısından, yapılan tüm girişimlere, atılan tüm adımlara, Adalet Divanı kararlarına rağmen vize mecburiyeti, gerçek anlamda bir “tarife dışı engel” haline gelmiştir. Ulaştırma ve taşımacılık sektörlerinde bu sorunlar giderek dış ticaretimize ciddi darbe vurma noktasındadır.

AB içinde yaşayan Türk diasporası da giderek zorlaşan koşullarla mücadele etmektedir. Avusturya hükümeti, çifte vatandaşlığı yasakladığı için Türkiye Büyükelçiliğine giren Türk kökenli yurttaşlarını takip ederek çifte vatandaşlık alıp almadıklarını kontrol etmeye, eğer böyle bir durumu saptayabilirlerse kendi vatandaşlıklarından atma işlemlerini başlatmaya kadar işi götürmüşlerdir.

Kısacası, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi, bizim için asıl tehdidi oluşturmaktadır. Bunun karşısında kullanacağımız etkin enstrümanlar insan hakları, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık gibi hususlar da bugün itibarıyla çok kötü durumdadır.

AVRUPA’DA AŞIRI SAĞIN YÜKSELMESİ BİZİM İÇİN ASIL TEHDİT

AB ile kurumsal ilişkilerimizin zaten çok kötü olması, daha da kötüye gitmeyeceği anlamına gelmez. Türkiye’ye gelen doğrudan sermaye yatırımlarının neredeyse dörtte üçü AB ve ABD kökenli yatırımlardır. Türkiye Tek Pazar’a Gümrük Birliği ile bağlanmış, AB ekonomik hinterlandının ayrılmaz bir parçasıdır. AB ile ilişkiler düzelmedikçe, Türkiye dış dünyaya, yatırımlara, dış dünyadaki algılanmasına olumlu, umut veren bir görünüm vermeyecektir. En fazla ihtiyacımız olan sermaye ithalatı, son yıllarda önemli ölçüde donmuş bulunmaktadır. Bu ekonomik gelişmeyi de, sosyal gelişmeyi de etkileyen, son derece olumsuz bir faktördür. 

Bütün bunların ötesinde, “islamofobi” AB ülkelerinde aşırı sağın sancağı olarak yükselmektedir. Laik, sosyal, demokratik Türkiye Cumhuriyeti dışında, islam dininin işleyen çoğulcu bir demokrasi ile birlikte sorunsuz var olacağını gösterebilecek maalesef fazla sayıda ülke yoktur. Kendi geleceğinin ötesinde Türkiye Cumhuriyeti, böylesi bir misyonu da istese de istemese de üstlenmiş durumdadır. Kısacası, Avrupa’da aşırı sağın yükselmesi, bizim için asıl tehdidi oluşturmaktadır. Bunun karşısında kullanacağımız etkin enstrümanlar insan hakları, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık gibi hususlar da bugün itibarıyla çok kötü durumdadır.

Emre Gönen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir