Avrupa’da demokrasi krizi ve aşırı sağcı karşı devrim

Avrupa’da demokrasi krizi ve aşırı sağcı karşı devrim

Almanya’da her gün “casusluk”, “rüşvet”, “ırkçılık” gibi türlü türlü rezaletlerle adı anılan neofaşist parti Almanya için Alternatif (AfD), İtalya’yı -güya çaktırmadan- monarşi fikrine ısındırmaya çalışan faşist diktatör Mussolini hayranı Başbakan Giorgia Meloni, Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki faşist Ulusal Birlik ve Hollanda’da son seçimin galibi ırkçı Geert Wilders… Tüm bu siyasi aktörler, Avrupa demokrasisine karşı başlatılan aşırı sağcı karşı devrimin yapı taşları.

Avrupa’da birçok ülke, 2. Dünya Savaşı’nın ardından devam eden süreçte istikrarlı bir demokrasi deneyimi yaşadı ancak buna rağmen yaşlı kıtada şu aralar bir aşırı sağcı karşı devrim tehlikesi söz konusu. Almanya’da her gün “casusluk”, “rüşvet”, “ırkçılık” gibi türlü türlü rezaletlerle adı anılan neofaşist parti Almanya için Alternatif (AfD), İtalya’yı -güya çaktırmadan- monarşi fikrine ısındırmaya çalışan faşist diktatör Mussolini hayranı Başbakan Giorgia Meloni, Fransa’da Marine Le Pen liderliğindeki faşist Ulusal Birlik ve Hollanda’da son seçimin galibi ırkçı Geert Wilders… Tüm bu siyasi aktörler, Avrupa demokrasisine karşı başlatılan aşırı sağcı karşı devrimin yapı taşları.

Hiç şüphe yok ki zamanın politik ruhu sağa kaymış durumda. Yaşlı kıtayı bu zamana kadar mutlu eden ve gelişmesinin önünü açan, onu bir cazibe merkezi haline getiren demokrasinin sürekliliğine güvenilebilir mi? Güncel gelişmeler ışığında bu sorunun yanıtı “hayır” olacaktır kanımca. Liberal demokrasinin kıtada geçirdiği iyi zamanlar geride kaldı. Kafa kaldırılıp şöyle bir bakıldığında siyasi, sosyal ve kültürel ilerlemenin düşmanlarının çoğaldığı kolayca görülebilir. Bunlar arasında salt “modernitenin kaybedenleri” değil aynı zamanda paralı kulüplerde ve çevrelerinde lüksün keyfini sürenler de var. Almanya, geçtiğimiz hafta sosyal medyaya sızdırılan bir videoda, Slyt adasındaki pahalı bir kulüpte “Almanya Almanlarındır, göçmenler dışarı” diye bağıra bağıra şarkı söyleyip, bir yandan Hitler selamı veren zengin çocuklarını izledi örneğin. Babalarının, göçmen emekçilerin alın terini yağmaladığı fabrikalardan kazandığı paralarla lüks kulüplerde eğlenirken, “göçmenler dışarı” diye böğüren bu faşistcikler, birçok Alman’ın utanç içerisinde yüzlerini öne eğmesine neden oldu ama maalesef ülkede durum hızla buraya doğru evriliyor. 

Bu bağlamda, Almanya,  “halifelik isteriz, şeriat isteriz” diye ortalığı ayağa kaldıran İslamcı faşistler ve göçmenleri ülkeden kovmayı, yok etmeyi hayâl eden neonaziler arasında sıkışmış durumda. Arada kalan insanların tek bir seçeneği var o da demokrasiye güçlü bir şekilde sahip çıkmak. Neofaşizm destekçileri kendilerini kaybolmuş, dışlanmış ve göz ardı edilmiş hissediyorlar. Faşistler onlara çok özledikleri “aidiyet” hissini vadediyorlar. Bu bağlamda neofaşistler, ellerine geçirdikleri tüm argümanları ve durumları; özgürlükçü, modern, ilerici görünen her şeye karşı başlattıkları haçlı seferinde kullanıyorlar. 

Yeni nesil faşistlerin de aynı dedeleri gibi demokrasi hayranı olmadıklarını biliyoruz. Burada soru, “Demokrasi, kendisini yok etmeye programlı ideolojiler ve siyasi uzantılarına ne derece müsamaha gösterebilir” olmalı. İşte bu müsamahanın sınırları aşırı sağın etkisini, gücünü sınaması noktasında önemli.

AŞİKÂR ÇATIŞMA 

Demokrasi ile otoriteryanizm dünya çapında aşikâr bir çatışma yaşıyor. Bu çatışmanın temel dinamiği faşistlerin, insanlığın başına gelen her türlü kötü şeyden demokrasiyi sorumlu tutmaları ve bunun propagandasını yapmaları. Kör noktaları bulunan ve kusursuz olmadığını kabul ettiğimiz demokrasiyi yine de savunmanın ve her anlamda aşırı sağcı karşı devriminin önüne dikilmenin insani bir sorumluluk ve görev olduğunu biliyoruz. Dünya, bir umutsuzluk sarmalının hegemonyasında savruluyor. Öyle kuvvetli bir manipülasyon altındayız ki faşistler, “dünyanın yeni bir başlangıca ihtiyacı var, bildiğimiz dünya sona erdi” algısı yaratmaya çalışıyor. Bu tür umutsuzluk dönemleri her zaman faşist kalkışmalara zemin hazırlamıştır. Bütün bu yaşananlar 1930’ların dünyasını hatırlatıyor, “bir yıkımla karşı karşıyayız ve bunu sadece faşistler tersine çevirebilir” savunusu milyonlarca kanaldan subliminal ya da açık bir şekilde kulaklara fısıldanıyor. Oysa ki net bir şekilde görülüyor ki insanlığın emeği, duyguyu ve umudu önceleyen yönetim şekillerine ihtiyacı var, sevgiye ihtiyacı var, öfkeden, nefretten, kandan, baruttan beslenen faşistlere değil.

Bununla birlikte aşırı sağ partilerin siyasi geleceklerini şekillendiren önemli koşullardan biri diğer partilerin bunlara yönelik tutumları ve tavırları. Siyasetin merkezinde yer alan partilerin aşırı sağ ile olan ilişkisi belirleyici bir kıstas. Meselâ geçmişte, Belçika’da faaliyet gösteren aşırı sağcı Flaman Bloğu’na karşı diğer partiler bir araya gelerek onu meşru siyasetin dışına itmeyi başarmışlardı. Bununla birlikte aşırı sağcı partilerle işbirliğini geliştiren merkez siyaset enstrümanlarının ise bir süre sonra etkinliğini ve güncelliğini yitirmeye başladığını görüyoruz. Avusturya sosyal demokratlarında olduğu gibi.

Yasal ya da kurumsal düzenlemelerin aşırı sağın faaliyetlerini yeteri kadar sınırlayıp sınırlamadığı meselesi de diğer bir önemli konu. Yeni nesil faşistlerin de aynı dedeleri gibi demokrasi hayranı olmadıklarını biliyoruz. Burada soru, “Demokrasi, kendisini yok etmeye programlı ideolojiler ve siyasi uzantılarına ne derece müsamaha gösterebilir” olmalı. İşte bu müsamahanın sınırları aşırı sağın etkisini, gücünü sınaması noktasında önemli. Yani faşistler açısından baktığınızda “pervasızlıkta ne kadar cüretkâr olabiliriz” sorusunun yanıtı bir anlamda.

Hindistanlı Antropolojist Arjun Appadurai, “Yeni otoriter liderler, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işçi hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam anlamıyla kontrol edemeyeceklerinin farkındalar. Bunun yerine, ülkelerinin ‘kültürel arınma’ yoluyla küresel anlamda siyasi bir güce dönüşeceğini vadediyorlar” cümlesi tüm yaşanını özetliyor esasında. Appadurai, meselenin özüne temas etmiş. İşte “göçmenler dışarı” diye bağıran neofaşistlerin, “Farklı kültürler bir arada yaşayamaz” temalı güya salt kültürel farklara indirgenmiş “şirin ve masum ırkçılık”ları böyle bir anlayıştan esinleniyor.

AP seçimlerinin, yazının girişinde bahsettiğim aşırı sağcı karşı devrimin ete kemiğe bürünmüş hali olarak belirme olasılığı oldukça yüksek. Bu tedirginlikle merkez siyaset partilerinin, propaganda çalışmalarını daha çok sandığa gitmek istemeyen seçmene yönelik kurguladıkları görülüyor. Sandığa gidilmemesi kimin işine gelir bunu şimdiden söylemek zor. Ancak geçmiş seçimler incelendiğinde oy kullanmamanın daha ziyade sol partileri olumsuz etkilediği anlaşılıyor. 

KORKUYLA BEKLENEN AP SEÇİMLERİ 

Tüm bunların yanı sıra yaklaşan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri var. Politik açıdan son derece sıkıntılı bu tabloya bir de aşırı sağın güçlenerek çıkacağı seçim eklenecekmiş gibi görünüyor. Öyle ki anketlerin büyüsüne kapılan Avrupa Komisyonu Başkanı Alman Hristiyan demokrat politikacı Ursula von der Leyen bile koltuğunu koruyabilmek için neofaşitlerle flört etmeye başladı. Leyen, son açıklamasında, “Aşırı sağcılar ile çalışılması gerektiğini” söyledi. Bu açıklama epeyce tepkiyle karşılansa da esasında Alman muhafazakârların faşist hayranlığının bir yansıması olarak değerlendirilmeli bana göre. Anketler, solcular ve liberallerin; muhafazakâr ve aşırı sağcı gruplara karşı kaybedeceklerinin “neredeyse kesin” olduğunu gösteriyor ancak bu grupların nasıl bir yönelimle parlamentoya girecekleri konusunda bir şeyler söylemek için henüz erken. Burada önemli olan soru şu: “Aşırı sağcılar mı merkeze kayacak yoksa Hıristiyan demokratlar mı aşırı sağa yönelecek.” Bu sorunun yanıtı, AB’nin anlayış ve siyasaları açısından bir bütün olarak yeni yüzünü şekillendirecek. Merkez sağ partilerin daha da sağa yaslanacağı bir AP’nin özgürlükler ve demokrasi konusunda giderek sertleşeceğini söylemek yanlış olmaz.  Nitekim, AB’nin yeni göç yasasında bazı insanlık dışı uygulamaları içeren maddelerin yer almasını sağ ağırlıklı olması beklenen AP’nin öncü etkileri olarak değerlendirmek gerekiyor. Bir süre önce Yeni Arayış’ta yayımlanan, “https://yeniarayis.com/ozgurcoban/abnin-yeni-goc-pakti-asiri-sagcilari-mutlu-etme-cabasinin-son-ciktisi/ ” linkinde yer alan yazımda bu göç yasasına detaylı bir şekilde değinmiştim.    

AP seçimlerinin, yazının girişinde bahsettiğim aşırı sağcı karşı devrimin ete kemiğe bürünmüş hali olarak belirme olasılığı oldukça yüksek. Bu tedirginlikle merkez siyaset partilerinin, propaganda çalışmalarını daha çok sandığa gitmek istemeyen seçmene yönelik kurguladıkları görülüyor. Sandığa gidilmemesi kimin işine gelir bunu şimdiden söylemek zor. Ancak geçmiş seçimler incelendiğinde oy kullanmamanın daha ziyade sol partileri olumsuz etkilediği anlaşılıyor. 

Sonuç olarak, Siyaset Uzmanı Michael Walzer’in, “Eğer devletler büyük mahallelere dönüşürse muhtemelen mahalleler küçük devletlere dönüşecektir. Üyeleri, yerel ve politik kültürü yabancılara karşı korumak için örgütlenecektir. Tarihte görüyoruz ki devlet ne zaman açık olsa mahalleler kapalı ya da dar görüşlü cemaatlere dönüştüler” tespiti çok önemli. Bu bağlamda, Avrupalıların en temel görevi, neofaşistlerin ülkelerini dışarıya kapalı küçük mahallelere dönüştürmesini engellemek olmalıdır. Bunun için “Almanya Almanlarındır, göçmenler dışarı ya da Avrupa Avrupalılarındır” diye bağıranların değil “Almanya, Avrupa ve Dünya hepimizindir” diye bağıranların sesinin daha yüksek çıkması gerekiyor. Çünkü Avrupa’da, “görmezden gelirsek kaybolurlar” umuduyla susarak izlemenin faşizmi büyütmekten başka bir işe yaramadığını gördük.  Meşhur slogandır, “Susma, sustukça sıra sana gelecek.”

Özgür Çoban

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir