“Aptal” sakinleri için tasarlanmış bir “akıllı” dünya olabilir mi?

“Aptal” sakinleri için tasarlanmış bir “akıllı” dünya olabilir mi?
İllüstrasyon: Sam Whitney

Soru şu: Acaba “aptal” sakinleri için tasarlanmış ve düzenlenmiş bir “akıllı” dünya olabilir mi? Failleri içine almayan, onları aptal nesneler olarak gören -ya da haline getiren- bir politik düzenin kendi aklının olabileceğini hayal edebiliyor muyuz? Artık 19. yüzyıldaki ya da 20. yüzyıldaki gibi düzenleyici bir aklın hüküm sürdüğü, geri kalan dünyanın kendi kendisini resmederek, yeniden üreterek bağımsız varlığını korumaya çalıştığı bir dünyada değiliz. 

Marina Garcés’e göre iflah olmaz bir durumla karşı karşıya olduğumuz halde hala “akıllı” bir dünyadan söz edenler var. Ona göre insan türünün kendisini sürdürülebilirliğin sınırlarına getiren felaketin büyüklüğü göz önüne alındığında bilme biçimlerinin yeni güç ilişkilerini harekete geçirmekten başka bir işlevleri yok. Bunların hepsi yönetimleri güya daha akıllı yapacak, toplulukları ise tahakküm karşısında daha haysiyetsiz, daha aptal hale getirmeyi sağlayan teknikler

Soru şu: Acaba “aptal” sakinleri için tasarlanmış ve düzenlenmiş bir “akıllı” dünya olabilir mi? Failleri içine almayan, onları aptal nesneler olarak gören -ya da haline getiren- bir politik düzenin kendi aklının olabileceğini hayal edebiliyor muyuz? 

Artık 19. yüzyıldaki ya da 20. yüzyıldaki gibi düzenleyici bir aklın hüküm sürdüğü, geri kalan dünyanın kendi kendisini resmederek, yeniden üreterek bağımsız varlığını korumaya çalıştığı bir dünyada değiliz. 

Bütünüyle bu bönlüğü yaratan düzene teslim olmuş durumdayız. 

Devrimin dünyanın düzenleyici akıl tarafından teslim alınmasıyla gerçekleşeceği hayalini yaşıyorduk. Oysa dünya teslim olduğunda geriye düzenleyici bir akıl da kalmadı. 

Artık felaketin geri döndürülemezliğini kabul eder hale geldik.  

Bu nedenle çağımızın ona göre bir “ölüm-sonrası çağ” olduğu söylenebilir. Öyle bir durumdayız ki ancak birbirimizi yok ederek hayatta kalıyoruz. Bu şehir gibi kolektif bir yaşamın sürdüğünü varsaydığımız bir yerde topyekün bir felakete birlikte gitmekten başka bir şey değil. Birbirimizle mücadele ederken, sürüklenmekte olduğumuz felaketi görmüyoruz. Onun göz kamaştırıcı belirtilerine, yarattığı yıkımlara tanık olsak bile.

Yönetimlerle, müteahhitlerle iç içe girmiş imtiyaz sahibi uzmanlar İstanbul’u hala planlıyormuş gibi yapıyorlar. Atık suları arıtıyormuş gibi yapıyorlar. Ulaşım sorunu için çözümler geliştiriyorlar. Yönetimlerle ilişki içindeki uzmanlar yönetimleri daha akıllı hale getirdiklerini söylüyorlar. Sürekli tekrarladıkları şey şu: “Siz hiç merak etmeyin. Sorunlar varsa da çözülecek. Her şey daha iyi olacak…” 

AKILLI BÖNLÜĞE TESLİM OLMAK

Politikacılar şöyle diyorlar: “Hiç merak etmeyin. Sizin zahmet etmenize gerek yok. Şehri gücünüz yettiği kadar bol bol yağmalayın. Kaynaklarını istediğiniz gibi kirletin. Sizin kendinizi düşünmekten başka yapacağınız bir şey yok. Biz bütün sorunlarınızı çözüyoruz…”

Bu iflah olmaz bönlükle mücadele yöntemlerini bulamadığımız takdirde şehrin bir geleceği yok. Yönetimler bakıyorum bu durumda bile hala şehrin planlandığından, düzenlendiğinden söz ediyorlar. 

Yönetimlerle, müteahhitlerle iç içe girmiş imtiyaz sahibi uzmanlar İstanbul’u hala planlıyormuş gibi yapıyorlar. Atık suları arıtıyormuş gibi yapıyorlar. Ulaşım sorunu için çözümler geliştiriyorlar. Yönetimlerle ilişki içindeki uzmanlar yönetimleri daha akıllı hale getirdiklerini söylüyorlar. 

Sürekli tekrarladıkları şey şu: “Siz hiç merak etmeyin. Sorunlar varsa da çözülecek. Her şey daha iyi olacak…” 

Şehrin ne kadar yeşil alanı, az katlı yapısı varsa bunların hepsine gökyüzünü işgal eden yapılar inşa ediliyor. Şehir muazzam bir gelir transferi alanına dönüşmüş vaziyette. Buna rağmen belediyeler, şehir plancıları hala İstanbul’u hala planlıyormuş gibi yapıyorlar. Felaket karşısında hala akılları gelişiyormuş, üstelik daha da akıllı geliyormuş gibi yapıyorlar. Gözlerimizi kendi güçleriyle kamaştırarak, sanki anestezistler, uyuşturucu dağıtıcıları ya da şebekeleri gibi tuhaf bir rol üstleniyorlar.

“Kapitalist şehir” yeni bir şey değil. Hafızası antik zamanlara, köle emeğine uzanıyor. Şehrin bir nesne olarak tasarlanması, yeniden üretimi. Bu bir hayalin ürünü. Hayal diyorum çünkü ne ölçüde gerçekleştiği müphem.

POST-KAPİTALİST ŞEHRİN BİR GELECEĞİ OLABİLİR Mİ

19.ve 20. yüzyılın hiçbir zaman gerçekleşmeyen şehir tasarlama hayallerinden söz ettim. Bunlar pratikte iflas etmiş gözüküyor, ancak ortadan kalktıkları anlamına gelmiyor. Garcés’insöylediği gibi yönetimlerin, iktidarların ve seçkinlerin güya akıllı oldukları ama toplulukların aptal olduklarını varsayılan post-kapitalist düzenin tahakküm ilişkilerini ve ideolojisini üretiyor. Gözleri kamaştırarak felaketin görünmez olmasını sağlıyor.

“Kapitalist şehir” yeni bir şey değil. Hafızası antik zamanlara, köle emeğine uzanıyor. Şehrin bir nesne olarak tasarlanması, yeniden üretimi. Bu bir hayalin ürünü. Hayal diyorum çünkü ne ölçüde gerçekleştiği müphem. Kimi zaman şehrin küçük bir bölümünün, yapı adalarının, sokakların düzenlenmesi ile sınırlı kalıyor. Kimi zaman külliyelerde gördüğümüz gibi şehrin yalnızca iktidarı simgeleyen bir yapı bütünü ile sınırlı kalıyor. 

Ancak hiçbir zaman tam anlamıyla tasarlanmış değil. Yönetimin hizmetindeki mimarlar, ya da askerler geleneksel dediğimiz tipik bilgileri ihtiyaca göre devşirmekle yetiniyorlar. Sivil alandaki örnekleri ise Rönesans ile belirginleşiyor. Daha geniş bir seçkinler zümresinin hizmetindeki mimarlar efendileri için antik dönemden kalan bu villa (domus) yapı tipini ve onun içindeki yaşantı biçimini kopyalıyorlar. Burada mimari kadar yaşantı biçimi önemli. Önemli, çünkü bu efendiler sanatkarlardan da hizmet almaya başlıyorlar.  Ancak bu da tam anlamıyla kapitalist bir mekan kurgusu değil. Henüz efendilerin sınırlı ve göz kamaştırıcı yaşantısı. “Kapitalist” adı verilen bu mekan düzeni ve yaşam biçiminin burjuvaziye mal olması. 19. yüzyılda endüstri devrimi sonrası bu mekan ve yaşam biçiminin burjuvazi tarafından kopyalandığını görüyoruz. 

Post-kapitalizm bunun tüm topluluklara mal olması. Bu şehirleşme ve yaşantı biçiminin Rönesans mimarları tarafından antik dönemlerden aktarıldığını biliyoruz. Ancak daha sonra sanki Roma’yı hatırlatır bir şekilde kendi çöküşünü hazırlıyor. 

Post kapitalist şehir bir karşı hafıza girişimine sahne oluyor. Kalıntılar olarak kurumlar kendilerini yeniden üretiyorlar. Ancak şehri bir nesne olarak düzenleme, planlama hayali bir uyuşturucu işlevi görüyor. Eşitsizlikleri, şiddeti gizliyor. Post-kapitalist şehir bir büyü makinesi. Köleleri efendileri gibi düzenin içine yerleştiriyor…

POST-KAPİTALİZMİN BÜYÜSÜNÜ BOZMAK

Kapitalist şehir dediğimizde “Roma Villası” (Domus) adı verilen, şehir içinde bir şehir ya da külliye diyebileceğimiz konut tipinin devralınan ve yeniden üretime katılan bir hafızasından söz etmek mümkün. Kapitalist şehir dediğimizde bu yaşam biçiminin topluluklara mal olmasını, bulaşmasını anlıyoruz.20. yüzyılda şehri bir villa, bir nesne gibi tasarlama hayalleri dorukta. Ama gene de şehrin kendi kendisini resmeden ayrı bir dünyası var.

Post-kapitalist şehir ise görünüşte aynı yapıya sahip olsa da, bu oyunun tamamen tersine döndüğü bir mekan düzeni ve yaşam biçimi. Temsil edilmeyenler, antik dönemlere referansla “köleler” diyelim, büsbütün oyunun dışında ve etkisiz kalmıyorlar. Aynı efendilerin yöntemleriyle oyuna katılıyorlar. Yönetici sınıflarıyla, onlara hizmet veren emekçiler, işaretsizleştirilenler sanki sınıfsal çelişkilerini ve farkındalıklarını kaybetmiş gibi gözüküyorlar. Sanki aynı potada karışmış ve aynı yaşam biçimine sahiplermiş gibi davranıyorlar. “Kapitalist şehir” dediğimiz bu. Onun büyüsü, ya da ideolojisi diyelim, gözlerimizi kamaştırıyor, yeniden üretimindeki sınıfsal şiddeti görünmez kılıyor. 

Post kapitalist şehir bir karşı hafıza girişimine sahne oluyor. Kalıntılar olarak kurumlar kendilerini yeniden üretiyorlar. Ancak şehri bir nesne olarak düzenleme, planlama hayali bir uyuşturucu işlevi görüyor. Eşitsizlikleri, şiddeti gizliyor. Post-kapitalist şehir bir büyü makinesi. Köleleri efendileri gibi düzenin içine yerleştiriyor… Post-kapitalist şehrin işlevi büyü yapmak, muktedirlerle, iktidarın sahipleri, yani efendilerle onları, yani sıradan insanları aynı yere yerleştirmek. Onların kumanda ettiklerini zannettikleri yapılar, güçler sanki onları kontrol altına alan muazzam iş makineleri gibi çalışıyor. 

Zannettikleri diyorum, çünkü aslında yöneticiler, iktidar gibi gözükenler de bunun farkında değiller. Bu muazzam iş makineleri de onları inşa ediyor, güç ve imtiyaz sahipleri olarak yeniden üretiyor. İktidar sıradan insanları da büyülüyor, onlar da makinelere ve şiddete tapınır hale getiriyor

Post-kapitalist şehirde sermaye sahipleri ile sermayesizler, temsil edilmeyenler sanki sınıfsal olarak aynı yaşam biçimlerine, hayatta kalma stratejilerine sahipler. Bu tarihte köle çalıştıran efendinin aldığı hizmetleri sınıf ayrımı yapmadan herkesin, “eşitlikçi bir körlük” içinde, işaretsizleştirilenlerin de kopyalaması.

Failler sistemin içinde olmakla birlikte sanki sistemin dışındaymış gibi hareket etmeye yöneliyorlar.

Felaketin görünür olması -ki nasıl göründüğü bile müphem- hiçbir zaman bir şeylerin değişmesi için yetmiyor. Felaketin, kötülüğün teşhiri yoluyla da eşitsizlik ve şiddet yeniden üretiliyor, insanlar edilginleştiriliyor. Kötülüklerin bilinmesi, sergilenmesi bile bu büyünün bir parçası… Bu yüzden faillerin içinde olmadığı farklı bir politik durumun ya da geleceğin olamayacağını hissediyorum.

Korhan Gümüş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir