2007 Anayasa değişiklikleri üzerine

2007 Anayasa değişiklikleri üzerine

1995-2004 dönemi değişiklikleri 1982 Anayasasının rotasını ters yöne çevirdikleri için bir parantezi ifade ederler. 2007 yılında, rota, yeniden otoriter anayasa yönüne çevrildi ve günümüze kadar hiç sapmadan istikrarlı biçimde bu rotada ilerlendi.

Önceki yazılarımdan hareketle bir tespitle başlayalım.

Parlamenter sisteme geçildiğinden beri iki anayasamız oldu: 1961 ve 1982 Anayasaları.

1961 Anayasası özgürlükçü, 1982 Anayasası otoriterdi.

1971 ve 1973 değişiklikleri rotayı özgürlükten otoriteye çevirdi ve 1982 otoriterlik rotasını yerine oturttu.

1980’li yıllar boyunca bu rotada ilerlendi.

1995’ten itibaren önceki yazıda açıklanan krizlerin de etkisiyle rota yeniden 1961 Anayasasına, özgürlükçü eğilime geri döndü.

Yani, 1995-2004 dönemi değişiklikleri 1982 Anayasasının rotasını ters yöne çevirdikleri için bir parantezi ifade ederler.

2007 yılında, rota, yeniden otoriter anayasa yönüne çevrildi ve günümüze kadar hiç sapmadan istikrarlı biçimde bu rotada ilerlendi.

Bu analizde cevaplanması gereken bir soru ortaya çıkıyor:

AKP 2002’de iktidara geldiğine göre 1995-2004 parantezinin en azından son kısmında (2002-2004) yer almış ve özgürlükçü anayasa değişikliklerinin mimarlarından biri mi olmuştu?

Hayır.

1990’lı yıllarda ortaya çıkan krizleri çözmek için oluşan koalisyonlar reformlar yapmak zorunda kaldılar ve sonuçların olumlu olduğunu görünce bu sonuçları koalisyon ortağı olarak değil, tek parti olarak hanelerine yazmak istediler.

Seçmen koalisyon ortaklarının bu davranışını cezalandırdı ve onları baraj altında bıraktı.

Yapılan reformların istikrarlı biçimde sürdürülmesi görevini AKP’ye verdi.

İlk defa iktidara gelen AKP’nin elinde yapısal reformlara son vererek onların yerine yeni politikalar koyacak birikimi de, kadroları da yoktu.

Seçmenin isteği de reformların sürdürülmesi yönündeydi ve bu yüzden partilerin tümü seçimlere girerken reformların sürdürüleceği mesajı vermişlerdi.

AKP, İslamcı ideolojisiyle bağdaşmayan AB adaylığını bile, bu yüzden, bir süreliğine sahiplendi.

Bu arada AKP içinde AB üyeliğini isteyen ve reformları içtenlikle destekleyen kadrolar yok değildi.

Ancak AKP’nin geleceğine yön veren çekirdek İslamcı kadrolar için demokratik hukuk devleti yönündeki reformlar birer araçtan ibaretti; zamanı geldiğinde demokrasi tramvayından inilecekti.

İlk fırsatta otoriter anayasa yönüne dönülecekti, ancak bunun için aceleci davranılmayacak ve fırsatlar kollanacaktı.

Bu taktik iktidar ortağı haline gelen Gülen Cemaatinin yıllardan beri uyguladığı başarılı bir taktikti.

Bu reformlardan dönmeye ilişkin ilk fırsat 2007’de geldi.

AYM, AKP’ye bu fırsatı altın bir tepsi içinde sundu: 367 Kararı

367 Kararı çok sayıda saygın anayasa hukukçusunun da kabul ettiği gibi kesinlikle siyasal bir karardı.

Neden?

Nedenini anlamak için biraz tarihe gidelim.

Toplantı yeter sayısı 367 olduğundan, 367 milletvekili bulunmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçimine başlanamazdı, ancak tur tamamlanmış olurdu. Dört tur da bu şekilde toplantı yapılmadan tamamlanınca ve Cumhurbaşkanı seçilemeyince seçimlerin yenilenmesi gerekirdi. İkinci sonuç birinci sonuca göre daha makul olmasına rağmen, Anayasadaki kuralı yansıtmıyordu. Birinci sonuç Anayasanın amaçladığının tam tersine 367 oy bulunmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçimini olanaksız kılıyor ve seçimlerin yenilenmesine de izin vermiyordu. Buna rağmen her iki sonuç da Anayasa’nın ruhuna ve özüne aykırıydı.

Birinci ve İkinci Cumhurbaşkanlığı Muharebeleri

Türk siyasal tarihine “Birinci ve İkinci Cumhurbaşkanlığı Muharebeleri” geçen iki olay 1970-1980 döneminin bir istikrarsızlık dönemi olarak adlandırılmasında etkilidir.

İkinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesi 12 Eylül Askeri Darbesinin doğrudan nedeni olarak kullanıldı.

Bu muharebelerin nedeni 1961 Anayasasındaki Cumhurbaşkanı seçimine ilişkin şu kuraldı:

Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış kendi üyeleri arasından, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık bir süre için seçilir; ilk iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, salt çoğunlukla yetinilir”(m. 91/1).

Anayasa devletin başı olan ve bu sıfatla, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve milletin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanının manevi bir öneme sahip olduğunu dikkate alarak 2/3 nitelikli çoğunlukla seçilmesini öngörmüştü.

Bu çoğunluk sağlanamazsa üye tam sayısının salt çoğunluğuyla yetinilecekti.

Ya bu çoğunluk da bulunamazsa?

Kriz…

İşte tam da bu nedenle 1973 ve 1980 yılında yapılan her iki seçimde de bu çoğunluğun bulunmasında sorun yaşandı ve kriz çıktı.

Birincisinde uzun uğraşlardan sonra çoğunluğa ulaşıldı ve kriz atlatıldı. Ancak ikincisinde sonuca çok yaklaşılsa da yeterli çoğunluk bulunamadı.

Cumhurbaşkanı seçemeyen Meclis Askeri Darbeyle cezalandırıldı.

Önce Birinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesine bakalım.

TBMM 1973 yılında Cumhurbaşkanını 13 Mart-6 Nisan arasında yaptığı 15 tur seçim sonunda seçebildi.

Faruk Gürler 5 Mart tarihinde Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için Genelkurmay Başkanlığından ayrıldı. Ancak Cumhurbaşkanı adayı olabilmek için TBMM üyesi olmak gerekiyordu. Bunu sağlamak için kontenjan senatörü Mehmet İzmen aynı gün senatörlükten istifa etti ve 6 Mart’ta Gürler Cumhurbaşkanı tarafından kontenjan senatörü olarak atandı.

Gürler seçimlerde tek aday olmayı umuyordu.

Ancak sürpriz biçimde Gürler’in karşısında iki aday daha gösterilmişti: AP Cumhuriyet Senatosu Başkanı Tekin Arıburun’u, DP Ferruh Bozbeyli’yi aday göstermişti.

Sonuç Gürler ve dayandığı kesimler için hayal kırıklığı ya da tam bir “şok”tu.

Gürler ilk iki turda gereken 424 ve sonraki turlarda gereken 318 oyu alamadığı gibi AP’liArıburun’un bile çok gerisinde kalmıştı.

16 Mart’ta yapılan 5. ve 6. Turlarda Gürler’in oyu 150’nin altına kadar düşerken, Arıburun’un oyları 300’e yaklaştı.

21 Mart’ta yapılan 8. Birleşimin başında Gürler ve Arıburun adaylıktan çekildi.

Bu durumda daha önce konuşulan ancak Gürler’in adaylığı dolayısıyla rafa kaldırılan mevcut Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın görev süresinin uzatılması seçeneği masaya kondu.

Bu amaçla 20 Mart tarihinde TBMM’nin 303 üyesi tarafından Anayasa’ya şu maddenin eklenmesi önerildi: 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 95 nci maddesine göre yapılması gereken Cumhurbaşkanı seçimi, 13 Mart 1975 tarihine ertelenmiştir. 28 Mart 1966 tarihinde seçilmiş olan Cumhurbaşkanın görevi 28 Mart 1975 tarihine kadar devam eder.”

İlk bakışta Sunay’ın iki yıl daha görev yapacak olması bu Teklifle kesinleştirilmiş gibidir. Çünkü TBMM’nin üye tamsayısı bu dönemde 450’dir ve Anayasa değişikliği için gerekli sayı, üye tamsayısının 2/3’ü olan 300 sayısıdır. Teklifi 303 milletvekili imzaladığına göre, sadece Teklifi imzalayanların oyu bile Anayasa değişikliği için yeterlidir.

Bir başka anlatımla görev süresinin uzatılmasına ilişkin teklifte imzası olan milletvekilleri Genel Kurul’da da imzalarının arkasında duracak olsaydılar, Sunay’ın görev süresi uzatılmış olacaktı.

Ancak oylamada sürpriz bir sonuç çıktı: Oylamaya katılan 380 milletvekilinden 299’u kabul 81’i red oyu kullandı.

Sunay’ın görev süresinin uzatılması tek bir oy nedeniyle mümkün olamadı.

Gizli oylama olduğundan teklifte imzası olduğu halde oy vermeyen milletvekilinin kim olduğu bilinemedi.

Bu arada 26, 27, 28 ve Mart’ta 9, 10, 11, 12. turlar ile 2 ve 4 Nisan’da 13 ve 14. turlar yapıldı ve anlaşma sağlanamadığı için sonuç alınamadı.

Cumhurbaşkanı ancak liderlerin anlaşmasının ardından 15. Turun sonunda 6 Nisan 1973 tarihinde seçilebildi. 

Böylece “Birinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesi” sivil parlamento tarafından asker kökenli bir aday olan Fahri Korutürk’ün seçilmesiyle sona erdi.

Bu deneyim sonunda “tatlıya” bağlansa da Türk siyasal hayatı üzerinde büyük bir iz bıraktı.

Ancak İkinci Cumhurbaşkanlığı Muharebesi “tatlıya” bağlanamadı ve Askeri Darbenin nedenlerinden biri oldu.

1973 yılında seçilen Cumhurbaşkanı Korutürk’ün görev süresi 6 Nisan 1980 tarihinde sona eriyordu.

Yapılan oylamaların ilk iki turunda 2/3 çoğunluk (423), sonraki turlarda ise üye tamsayısının salt çoğunluğu (318) arandı.

22 Mart 1980 tarihinde yapılması gereken seçim, aday çıkmadığından 25 Mart 1980 tarihine ertelendi. 

25 Mart tarihinde Mardin Bağımsız Milletvekili Nurettin Yılmaz’ın aday olmasıyla seçimler başladı; 556 üyenin katıldığı oylamada Yılmaz 80 oy alabildi; ilk turdan sonra adaylıktan çekildi. 

26 Mart’ta yapılan üçüncü turda Bingöl Milletvekili Celâlettin Ezman aday oldu ve o da ancak 81 oy alabildi. 

Bu arada 200 oyun üzerine çıkan adaylar da oldu. 10 Nisan’da aday gösterilen Saadettin Bilgiç ilk gün 193 oy, 16 Nisan’da 218 oy alabildi. 

15 Nisan’da aday gösterilen Muhsin Batur 36. turda 265 oy alarak sonuca çok yaklaştıysa da gerekli 318 oyu alamadığından Cumhurbaşkanı seçilemedi.

11 Eylül 1980 tarihine kadar toplam 124 Birleşimde toplam 115 tur yapıldı.

21 Ağustos 1980 tarihinde yapılan 114. Turda Ankara Milletvekili Kemal Kayacan aday oldu ve toplam 410 oyun 201’ini alabildi. 

Bundan sonra 115. tur yapıldı ve sonuç alınamadı.

11 Eylül 1980 tarihine kadar birleşim çoğunluk olmadığından açılamadı.

Ertesi gün Askeri Darbeyle Cumhurbaşkanını seçemeyen Meclis cezalandırıldı.

Şimdi sorulması gereken bir soru vardır: Cumhurbaşkanı seçme konusunda bu kadar ağır deneyimi olan bir ülkede, yeni anayasa yapılırken, bu soruna yönelik çözüm getirilmemesi mümkün müdür?

Hayır!

Gerçekten de 1982 Anayasası özgürlükler yönünden eleştirilmesi gereken bir anayasa olmasına rağmen, Cumhurbaşkanının seçilememe sorununu tümüyle çözmüştü.

Anayasa maddesi şöyleydi:

MADDE 102. – Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir….

En az üçer gün ara ile yapılacak oylamaların ilk ikisinde üye tam sayısının üçte iki çoğunluk oyu sağlanamazsa üçüncü oylamaya geçilir, üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğunu sağlayan aday Cumhurbaşkanı seçilmiş olur. Bu oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu sağlanamadığı takdirde üçüncü oylamada en çok oy almış bulunan iki aday arasında dördüncü oylama yapılır, bu oylamada da üye tamsayısının salt çoğunluğu ile Cumhurbaşkanı seçilemediği takdirde derhal Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri yenilenir.”

Madde yukarıdaki acı deneyim gözönünde bulundurularak hazırlanmıştı ve Meclis’e Cumhurbaşkanı seçmesi için sadece otuz günlük bir süre vermişti.

Meclis bu sürede Cumhurbaşkanını seçemezse Anayasa gereğince seçimler derhal yenilenecekti; Meclisin bir erken seçim kararı almasına bile gerek görülmemişti.

Otuz günlük süre içinde dört tur seçim yapılacaktı.

İlk iki turda 2/3 çoğunluk (367 oy) gerekiyordu; bu çoğunluk sağlanamazsa salt çoğunlukla yetinilmesi öngörülmüştü.

Üçüncü turda salt çoğunluk bulunamazsa dördüncü turda salt çoğunluk aranacaktı. Ancak Anayasa seçimin sonuçlanmasını sağlamak için son bir kolaylaştırıcı daha eklemişti: Son oylamaya sadece en çok oy alan iki aday katılacaktı.

Böylece oyların boşa gitmesi engellenmiş ve iki adayda toplanarak çoğunluğun sağlanması olanaklı kılınacaktı.

Maddenin Danışma Meclisi gerekçesi bu konuda herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktı:

Cumhurbaşkanının seçilmesi yine Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılmaktadır. Ancak, ilk iki oylamada herhangi bir aday 2/3 çoğunlukla başkan seçilemezse, 3 üncü turda salt çoğunluk aranacaktır ve 3 üncü turda da salt çoğunluk elde edilemezse 3 üncü turda en fazla oy alan iki aday arasından seçim yapılarak çoğunluk oyu ile Cumhurbaşkanı seçilecektir. Görüldüğü gibi bu tamamen yeni bir sistemdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi uzun olmayan bir süre sonunda tercih yapmaya zorlanmakta ve seçimin müzminleşmesi önlenmektedir. Seçimlerin uzamasının, gerek Devlet Başkanlığı makamı ve gerekse seçilecek kişiler için arzu edilmeyen eğilim ve düşüncelerin doğmasına yol açtığı görülmüştür. Seçimi belirli bir sürede sonuçlandıramayan Meclisin feshinin kesin bir çözüm getiremeyeceği ve belki aynı duruma tekrar düşüleceği dikkate alınarak kısa sürede sonuç verici sistemin bünyemize daha uygun olduğu kanaatine varılmıştır.”

Gerekçedeki “arzu edilmeyen eğilim ve düşüncelerin doğmasına yol açtığı görülmüştür”ifadesi yukarıda sözü edilen Cumhurbaşkanlığı muharebelerine atıfta bulunmaktadır.

Bütün bu açıklığına rağmen AYM, hem geçmişte yaşanan deneyimi hiç dikkate almadı, hem de düzenlemenin 1961 Anayasası’nın sorunlu düzenlemesine tepki olduğunu görmedi.

Mahkeme yukarıdaki Danışma Meclisi gerekçesine de bakmadı.

Mahkemenin temel gerekçesi özetle şuydu: “Maddenin birinci ve üçüncü fıkrasında “üye tam sayısının üçte ikisi” ibarelerine yer vermektedir ve bunlardan birincisi toplantı yeter sayısı, ikincisi karar yeter sayısıdır.

Bu yorum iki farklı sonuca yol açabilirdi: 

(1) Toplantı yeter sayısı 367 olduğundan, 367 milletvekili bulunmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçimine başlanamazdı.

(2) Toplantı yeter sayısı 367 olduğundan, 367 milletvekili bulunmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçimine başlanamazdı, ancak tur tamamlanmış olurdu. Dört tur da bu şekilde toplantı yapılmadan tamamlanınca ve Cumhurbaşkanı seçilemeyince seçimlerin yenilenmesi gerekirdi.

İkinci sonuç birinci sonuca göre daha makul olmasına rağmen, Anayasadaki kuralı yansıtmıyordu.

Birinci sonuç Anayasanın amaçladığının tam tersine 367 oy bulunmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçimini olanaksız kılıyor ve seçimlerin yenilenmesine de izin vermiyordu.

Buna rağmen her iki sonuç da Anayasa’nın ruhuna ve özüne aykırıydı.

Anayasa Meclis’e şu emri vermişti: “Aranacak çoğunlukların sayısını düşürerek dört tur seçim yap, mutlaka seç, ama sonunda seçemezsen, seçimlerini yenile”.

AYM tarafından yapılan yukarıdaki siyasi yorumla Meclis üçüncü ve dördüncü turlarda öngörülen çoğunlukları aramaya hiçbir şekilde başlayamıyordu.

Başlayabilmesi için 367 kişinin toplantıya katılması gerekiyordu.

Bu yorumun sonucu şuydu, 184 milletvekili Cumhurbaşkanı seçtirmek istemezse karşılarında Cumhurbaşkanı seçmek isteyen 366 milletvekili bile olsa Cumhurbaşkanı seçtirmeyebilirdi. Çünkü 184 milletvekili salona girmediği sürece 366 milletvekilinin toplantıda hazır bulunması bir anlam ifade etmiyordu.

Hiç kuşkusuz bu absürd yorumun ardında bir ideolojik görüş vardı: Eşinin başörtüsünden dolayı bir adayı Cumhurbaşkanı seçtirmemek.

Aynı tepki Meclisteki muhalefet tarafından da gösterilmiş ve orada da 367 milletvekili bulunmadığı sürece toplantının başlayamayacağı itirazı yapılmıştı.

Sonuç alınamayınca AYM’ye başvurulmuş ve birinci turda yapılan işlemin iptali sağlanmıştı.

Ortada gerçekten büyük bir haksızlık vardı.

AKP bunun üzerine turlara devam etmedi ve erken seçim kararı aldı.

Seçmen bu haksızlığa cevap verdi ve AKP’yi daha büyük bir çoğunlukla iktidara taşıdı; bağımsızların verdiği destekle birlikte Cumhurbaşkanı seçildi.

AKP bu tür bir haksızlığın bir daha yaşanmaması için beş maddeden oluşan bir anayasa değişikliği yaptı.

Değişikliklerden birincisi özünde gereksiz (AYM’nin yapay olarak ürettiği krizi çözüyordu)ama doğruydu:

AYM’nin, bazı toplantılarda toplantı yeter sayısının üye tam sayısının 2/3 ü (367) olduğu biçimindeki “siyasi” yorumunun önüne geçiyordu; bundan sonra bütün toplantılarda aranacak çoğunluk üye tamsayısının 1/3’ü (184) olacaktı.

Bundan sonra TBMM’nin AYM yorumuyla da olsa Cumhurbaşkanı seçememesi gibi bir durum söz konusu olamayacaktı.

Uğranılan haksızlık erken seçim yoluyla giderilmiş, kriz çözülmüş ve benzer bir krizin doğmaması için gerekli önlem alınmıştı.

Ama o da ne?

Soysal 1986’da bize 2007’deki adım atılırsa 2017’ye geleceğimizi söylemişti.

Bu nedenlerle 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin adım, geçmişte yaşanan krize bir tepki değil, gelecekte atılacak adımların yönünü belirleyen bir rota değişikliğidir. 1971-1982 otoriter anayasa çizgisi 1995-2004 kesintisinden sonra 2007’de yeniden otoriterlik çizgisine dönüyordu.

Çözülmüş krizi fırsata dönüştürmek: Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi

Anayasa değişiklik paketi içinde getirilen düzenlemelerden biri Cumhurbaşkanının Meclis tarafından değil halk tarafından seçilmesini sağlamaya ilişkindi.

Oysa yukarıda gösterildiği gibi erken seçimle haksızlık giderilmiş durumdaydı ve benzer bir kararın alınmasını önlemek için Anayasa’daki kural değiştirilmiş durumdaydı.

Yani krizin bir kez daha ortaya çıkma riski de ortadan kaldırılmıştı.

O halde bu değişikliğe ne gerek vardı?

Bu sorunun cevabı çok önemlidir, çünkü bu cevap AKP’nin siyasal İslamcı ideolojisini açığa çıkarır niteliktedir.

Buna biraz eğilelim.

1995-2004 değişikliklerini incelerken, bu dönemde yapılan Anayasa değişiklikleriyle Anayasa’nın özgürlükçü yönünün güçlendirildiği ve bu yönüyle 1961 Anayasası standartlarının yakalandığı söylenmişti.

Ama Anayasa’da hala yapılması gereken değişiklikler vardı.

Bunlar 1982 Anayasası’nın yürütmeyi güçlendirmek için getirdiği düzenlemelerdi. 

Örneğin Cumhurbaşkanına, klasik parlamenter sistemleri aşan yetkiler verilmiş ve Cumhurbaşkanı bu yetkilerden dolayı sorumlu tutulmamıştı.

Oysa hukuk devletinde kullandığı yetkiden dolayı sorumlu olmayan kimse olamazdı. Bu yüzden de yürütmenin sorumsuz kanadı Cumhurbaşkanına verilen ve parlamenter sistem kurallarıyla bağdaşmayan yetkilerin törpülenmesi gerekiyordu.

Yargı bakımından yapılan bazı eleştiriler vardı: Yargı bağımsızlığı üzerinde çok büyük etkisi olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) oluşumunun sorunlu olduğu ileri sürülüyordu.

Adalet bakanı ve müsteşarı HSYK’nın üyesi ve Adalet Bakanı Kurulun başkanıydı. Hakim ve savcıların özlük haklarıyla ilgili kararlar veren bir kurulda yürütme organı üyelerinin oy hakkına sahip bulunması yargı bağımsızlığını zedeleyebilirdi.

Dolayısıyla Anayasa’da hala bu tür değişiklikler yapılmasına ihtiyaç vardı.

2007 Anayasa değişiklikleri içinde Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi bu ihtiyacın tam tersi bir etkinliği ifade ediyordu.

Çünkü doktrin Cumhurbaşkanının yetkilerinin, sistemin kuralları gereğince sınırlandırılması gerektiğini ifade ederken tam tersi yapılmış ve Cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılması sonucuna götürecek bir değişiklik yapılmıştı.

Mümtaz Soysal hoca daha 1986 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sakıncalarını şöyle açıklıyordu:

…siyasal sisteme verilecek olan ad “parlamenter sistem” de olsa ve hükümet ile parlamento arasında sorumluluğa dayalı bir bağlantı da kurulsa, cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi, o sisteme ister istemez bir “başkanlık sistemi” niteliği verecek, dolayısıyla, ya başkanı doğrudan doğruya yürütmeye ilişkin yetkilerle donatmak, ya da kendisine “devleti koruma ve anayasayı kollama” etiketi altında verilecek olan yetkilerin giderek yürütme yetkilerine dönüşmesine şaşmamak gerekecektir. Bu bakımdan, Türkiye’de hem özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi yaşatabilecek, hem de anayasal düzenlemeler konusunda toplumun tarihsel çizgisine ters düşmeyecek siyasal sistem, “cumhurbaşkanının doğrudan doğruya halk tarafından seçilmesini içermeyen” bir parlamenter sistemdir….cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi…parlamenter sistemin mantığına ters düş”er….”

Mümtaz hoca özetle diyor ki eğer parlamenter sistemde Cumhurbaşkanını halk tarafından seçerseniz artık parlamenter sistemi sürdüremezsiniz.

Mümtaz hoca büyük bir öngörüyle sonrasını da gözlerimizin önüne getiriyordu:

Devlet başkanının halk tarafından seçilmesini öngören bir sistemin Türkiye bakımından elverişsizliği son derece açık birtakım nedenlerden ileri gelmektedir. Bir kere uzun yüzyıllar mutlak yetkilere sahip bir tek kişinin, padişahın yönetiminde yaşamış olan ve siyasal iktidarın kendini gönüllü olarak sınırlaması diye bir geleneği bulunmayan Türk toplumunda, ikisi de genel oydan çıkan, dolayısıyla ikisi de genel oydan gelmenin yarattığı güçle donatılan başkanlık makamı ile parlamentonun aynı siyasal parti egemenliğine geçmesi, yönetilenlerin temel güvenceleri bakımından ciddi tehlikeler yaratacaktır….”

Hoca daha 1986 yılında bize bugün ortaya çıkan durumu tasvir ediyor.

Ersin Kalaycıoğlu hoca, Weber ve Linz’e dayanarak bugün gelinen noktada rejimin “sultanizm” olduğunu söylemektedir.

Soysal 1986’da Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi halinde adını belirtmese de “sultanizm”in geleceğinin haberini vermekteydi.

Keşke hocaları ve bilimi dinleseydik, dinlesek…dinlemedik sonuçları çok pahalıya patladı…

Neyse tekrar konumuza dönelim.

AKP ortaya çıkan krizi çözmek için önlem almakta haklıydı.

Ancak krizi çözmek için Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine yönelik bir değişiklik yapmaya gerek yoktu.

Asıl yapması gereken şey Cumhurbaşkanını parlamenter sistemlerde olduğu gibi sembolik yetkili biri olarak düzenlemekti.

Yapılan düzenlemenin krizle de, sistemin gerekleriyle de ilgisi yoktu.

Çözülmüş olan kriz bahane olarak kullanılmıştı.

AKP siyasal İslamcı ideolojisinin gereği olarak önemli adımlardan birini atmıştı.

Ama bunun arkasının gelmesi de kaçınılmazdı, çünkü Soysal’ın yukarıda belirttiği gibi artık “ya başkanı doğrudan doğruya yürütmeye ilişkin yetkilerle donatmak, ya da kendisine “devleti koruma ve anayasayı kollama” etiketi altında verilecek olan yetkilerin giderek yürütme yetkilerine dönüşmesine şaşmamak gerekecektir.”

Gerçekten de bunların ikisi de oldu.

Önce “kendisine “devleti koruma ve anayasayı kollama” etiketi altında verilecek olan yetkiler giderek yürütme yetkilerine dönüş”

Sonra “başkan doğrudan doğruya yürütmeye ilişkin yetkilerle donat”ıldı.

Ancak bunu sağlamak için 2010 ve 2017 Anayasa değişiklikleri yapıldı.

Dolayısıyla 2007, 2010 ve 2017 değişiklikleri “sultanizm”in kurumsallaşmasının aşamalarıdır ve bir bütünün parçalarıdır.

Soysal 1986’da bize 2007’deki adım atılırsa 2017’ye geleceğimizi söylemişti.

Bu nedenlerle 2007’de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin adım, geçmişte yaşanan krize bir tepki değil, gelecekte atılacak adımların yönünü belirleyen bir rota değişikliğidir.

1971-1982 otoriter anayasa çizgisi 1995-2004 kesintisinden sonra 2007’de yeniden otoriterlik çizgisine dönüyordu.

Ama bunun için bir mıntıka temizliği yapmak gerekiyordu.

Bu mıntıka temizliği, kuvvetler birliğine dayalı bir rejimin inşasına dur diyecek güçlerin tasfiyesi idi.

İşte 2010 Anayasa değişiklikleri bu inşaya dur diyecek yargı gücünü durdurmaya yönelik bir adımdı.

Son bir ekleme

Kimi yorumcular AKP’nin 2002- 2007 döneminde özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi savunduğunu ve bu duruştan vazgeçtiğinde gerilemeye başladığını savunmakta, ona bu döneme geri dönme tavsiyesinde bulunmaktadırlar.

Bu tavsiyeye uyulması olanaksızdır.

Çünkü AKP’nin 2007’den sonra gerilemeye başladığı doğrudur, ancak AKP’nin 2002- 2007 döneminde özgürlükçü ve çoğulcu demokrasiyi savunduğu doğru değildir.

AKP iktidara geldiğinde bir reform yapılmış durumdaydı ve bu reforma sahip çıkılmasından başka bir seçenek yoktu.

Bu nedenle bu dönem AKP’nin kendi politikalarını uygulayabildiği bir dönem değildir; bu bir geçiş dönemidir ve 2007 Anayasa değişikliği bu geçiş döneminin sona erdiğini göstermektedir.

Dolayısıyla AKP’nin kendisine ait ilan siyasal İslamcı ideolojisini 2007 öncesinde değil, sonrasında aramak gerekir.

Bu nedenle AKP’nin 2007 öncesine dönmesi olanaksızdır.

Gelecek yazıda 2010 Anayasa değişikliklerinin ne olup ne olmadığı…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir