1995-2004 Dönemi Anayasa değişikliklerinin nedenleri üzerine (2)

1995-2004 Dönemi Anayasa değişikliklerinin nedenleri üzerine (2)

Paradoksal biçimde bu dönem ülkenin ağır ekonomik bunalım, siyasal ve toplumsal krizler yaşadığı yıllardan oluşuyordu. Siyasal partileri radikal anayasa değişiklikleri konusunda bile uzlaşmaya zorlayan tam da bu derin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerdi: Krizler siyasal partileri çözüm arayışına itti ve bu arayış AB üyeliği üzerinde uzlaşmayla sonuçlandı. 

Geçen yazımda 1995-2004 döneminde yapılan anayasa değişiklikleri üzerinde durmuş ve bu değişikliklerin yönünün özgürlükler olduğunu söylemiştim.

Acaba Anayasanın özgürlükçü bir yöne evrilmesi nasıl olmuştu?

Ülkede özgürlük yanlısı bir siyasal parti seçimleri kazanarak iktidara mı gelmişti?

HAYIR!

Oluşan ağır krizler siyasal aktörleri işbirliği yaparak krizleri çözmeye zorladı.

Nasıl mı?

Sorularla devam…

İkinci soru: 1995-2004 değişiklikleri kim tarafından yapıldı?

Bu sorunun cevabı mevcut siyasal iktidar tarafından başarılı biçimde yaratılan algıyı yıkacak potansiyele sahiptir.

Mevut siyasal iktidar gerek iktidarı elinde tutarken, gerekse anayasa değişiklikleri yaparken sürekli olarak şu “koalisyon öcüsü”nü kullandı: Ülkenin başına gelen bütün felaketler koalisyon hükümetlerinden kaynaklanmıştır.

Örneğin idam cezasının kaldırılmasına karşıtlığıyla bilinen MHP idam cezasının kaldırılmasına terör suçlarının istisna edilmesi koşuluyla destek verdi ve ardından AB üyelik sürecinin de zorlamasıyla cezanın tümüyle kaldırılmasını onayladı. MHP koalisyon içinde olmasaydı, devrim niteliğindeki bu değişikliği yapmak çok zor olabilirdi. Dolayısıyla koalisyonlar ülkede krizlerin nedeni değil ama kriz çözücü oldular.

KOALİSYONLAR KRİZLERİN NEDENİ DEĞİL, KRİZ ÇÖZÜCÜ OLDULAR

Oysa 1995-2004 Anayasa değişiklikleri bunun tam tersini ispatlamaktadır: Bu dönemde koalisyonlar o kadar başarılı olmuştur ki otoriter bir anayasayı özgürlükçü bir anayasaya dönüştürmek konusunda uzlaşabilmişlerdir.

Yapılacak anayasa değişikliklerine karşı çıkacak olan siyasal partiler, koalisyon ortağı olduklarında bu değişikliklere karşı çıkamadılar ve pazarlık yoluyla değişikliklerin aşamalı olarak gerçekleşmesine izin verdiler.

Örneğin idam cezasının kaldırılmasına karşıtlığıyla bilinen MHP idam cezasının kaldırılmasına terör suçlarının istisna edilmesi koşuluyla destek verdi ve ardından AB üyelik sürecinin de zorlamasıyla cezanın tümüyle kaldırılmasını onayladı. MHP koalisyon içinde olmasaydı, devrim niteliğindeki bu değişikliği yapmak çok zor olabilirdi.

Koalisyonlar toplumsal, siyasal ve ekonomik meselelerin şeffaf biçimde tartışılmasını sağladı ve siyasal aktörleri uzlaşmaya zorladı.

Tek parti iktidarlarının kapalı kapılar ardında tartıştıkları gizli projelerini koalisyonlarda yürütme olanağı olmadı. Her siyasal aktör karşıdaki siyasal aktörleri ikna etme ve bu amaçla çeşitli tavizler verme zorunluluğu duydu.

Dolayısıyla koalisyonlar ülkede krizlerin nedeni değil ama kriz çözücü oldular.

Koalisyonların kriz nedeni oldukları biçimindeki saptamanın tarihsel gerçeklerle bir ilgisi yoktur.

Üçüncü soru: 1995-2004 Anayasa değişikliklerini yapmaya zorlayan koşullar nelerdir?

Bu sorunun cevabı önceki soruyla ilişkilidir.

Paradoksal biçimde bu dönem ülkenin ağır ekonomik bunalım, siyasal ve toplumsal krizler yaşadığı yıllardan oluşuyordu.

Siyasal partileri radikal anayasa değişiklikleri konusunda bile uzlaşmaya zorlayan tam da bu derin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerdi: Krizler siyasal partileri çözüm arayışına itti ve bu arayış AB üyeliği üzerinde uzlaşmayla sonuçlandı.

AB üyeliği belirli yükümlülüklerin belirli bir takvim içinde yerine getirilmesi koşuluna bağlandı ve oluşturulan koalisyon hükümetleri bir taraftan tıkanmış olan ekonomide yapısal reformlar yaptı, diğer taraftan ülkeyi demokratik bir ülke standardına yükseltmek için anayasa ve yasalarda önemli değişiklikler yaptı.

Bu dönemde siyasal partileri uzlaşmaya zorlayan krizlerin ana başlıkları şöyle özetlenebilir:

  • Derin devlet son derece etkindi.

Bu dönemde faili meçhul cinayetlerin sayısı olağanüstü boyutlarda arttı.

Bunların “faili meçhul” olarak adlandırılmasını nedeni, faillerin derin devlet içinde örgütlenmiş bir gizli yapı tarafından korunmasıydı.

Aslında suçlar bu yapı tarafından planlanıyor ve bu yapının mensupları tarafından işleniyordu.

  • Sistematik işkence yaygındı.

Bu dönemi yaşayanların aklında kalan en önemli olgulardan biri sistematik bir işkencenin varlığıydı.

Kanıtlardan yola çıkarak olayları aydınlatamayan güvenlik güçleri kişilerden yola çıkarak, yani işkence yaparak olayları aydınlatmaya çalışıyordu.

Bu dönemde TBMM İnsan Hakları Komisyonu karakollarda yaptığı incelemelerde işkence aletlerini buluyor ve bu aletler Komisyon Başkanı tarafından basın yoluyla kamuoyuyla paylaşılıyordu.

İşkencenin tek amacı suçlulara suçlarını itiraf ettirmek değildi; gözdağı vermek için de işkence yapılabiliyordu.

  • Terörün tırmandığı yıllardı.

Bu yıllarda terör olayları tırmandı ve silahlı çatışmaların sayısı arttı.

Bölgede görev yapan güvenlik güçlerinden sivrilenler “kendi yöntemleriyle” mücadele yöntemleri geliştirdiler.

Örneğin “Yeşil” kod adlı Mahmut Yıldırım yerel halka hayvan dışkısı yedirdiğine ilişkin haberler basında yer alıyordu.

Ancak bu olayın arkasında ekonomik, siyasi ve ticari ilişkiler de yer alıyordu ve Susurluk olayında bu ilişkiler açığa çıkmıştı.

  • Siyaset, mafya, ticaret üçgeni ve Susurluk olayı 

Bu dönemde karanlık ilişkilerin ifşa olmasını sağlayan “Susurluk Olayı” adıyla tarihe geçen bir trafik kazasıydı. 

3 Kasım 1996 tarihinde Balıkesir’in Susurluk ilçesi yakınlarında bir trafik kazası meydana geldi ve kazada, bir milletvekili, bir mafya lideri ve bir emniyet müdürünün aynı araçta bulundukları tespit edildi.

Olayda “siyaset-ticaret-mafya” üçgeninin ilişkisi ortaya çıktı ve toplumda bu konuda çok yüksek bir duyarlılık oluştu.

Genel Kuruldaki görüşmeler sırasında bir milletvekili durumu şu sözlerle açıklamaktaydı:

Ülkücü mafya şefi Abdullah Çatlı, Milletvekili Sedat Edip Bucak, Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ… Hangi neden, bu ilişkiyi bir gezide, bir arabada bir araya getirebiliyor?!Bu insanların ortak paydaları nedir?! İpliği pazara çıkmış, 1978 yılından beri cinayet işlediği, uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı, Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca’nın hapishaneden kaçmasına yardımcı olduğu iddia edilen, üzerinde sahte polis, kimliği ve yeşil pasaport taşıyan ve Interpol tarafından kırmızı bültenle arandığı söylenen Abdullah Çatlı, nasıl oluyor da, Hükümet ortağı bir partinin bir milletvekili ve bir üst düzey görevliyle bir araya geliyor?! Nedir ortaklıkları?.. İtalya’nın ünlü bir savcısının dediği şey çok ilginç: “Doğrusu, böylesi bizde bile görülmedi” diyor; mafyanın yatağı İtalyanları bile şaşırtmış oluyoruz.””

Olayla ilgili olarak TBMM’de bir araştırma komisyonu kuruldu. Resmi komisyon raporundaki şu bilgiler gelinen noktayı çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu:

Çıkar amaçlı yasadışı örgütlerin devletle olan ilişkileri vardır ve devletin içinde yasadışı örgütlenme oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu örgütlenme esas olarak, hukuk devletinden uzaklaşılmasından kaynaklanmıştır. …Devletin gizli istihbarat örgütleri ile ilgili yapı bozuklukları vardır. Bu örgütler kendi asıl işleri yerine, operasyonlara ve başka işlere katıldıkları anlaşılmıştır. Bu nedenle, hukuk dışı faaliyetlere girişmelerinin denetlenmesinin zor olduğu ve kendi mevzuatlarına uyup uymadıkları dahi bilinememektedir. … Organize suç örgütlerinin devlete sızmalarının başka bir nedeni de, ekonomiktir. Bu örgütler ekonomik güç elde etmek için siyasal gücü de kullanmaktadırlar. Karaparanın aklanmasında, özellikle uyuşturucudan sağladıkları gelirlerin (tahminen 50 milyar $) aklanması gerekliliği devlete sızmalarında etkili olmuştur. İhracatı teşvik eden kararlar alınmıştır. Bu, önce ihracatın verilen teşvikler ile desteklenmesi şeklinde olmuştur. Yapılan bu uygulamalar kayıtdışıekonomi içinde karapara aklama işlerini kolaylaştırmıştır. Bunların bir kısmı hayali ihracat şeklinde gerçekleşmiş ve ihracatı patlatmıştır. Karapara ile ilgili ihracat teşvikleri, siyasîler tarafından düzenlenen Karar, Tebliğ ve Genelgeler ile uygulanmıştır….”

Komisyon raporunda yukarıda sözü edilen “Yeşil” kod adlı kişiyle ilgili çarpıcı bilgilerden bazıları şöyleydi:

“…YEŞİL denilen kişinin önceleri Jandarma tarafından Güneydoğu’da eleman olarak kullanılırken daha sonra bu gruplar içinde en büyük para tahsilatçısına dönüştüğünü, YEŞİL’in şu anda MİT içinde Mehmet EYMÜR ve arkadaşları tarafından resmen eleman olarak kulanıldığını, Ege Bölgesinde JİTEM’e bağlı Yüzbaşı Sinan YAŞAR ve bazı astsubayların mafya işlerine giriştiklerini, bunların ve Ankara jandarma İstihbarat görevlisi binbaşı Ali YILDIZ’ın mafya örgütleriyle de görüşerek menfaat temin ettiklerini, Kocaeli Jandarma Alay Komutanı, Veli KÜÇÜK’ün mafyacılarla sıkı diyaloğunun olduğunu, Nurullah Tevfik AĞANSOY’un yurtdışına kaçırılışını MİT görevlisi Yavuz ATAÇ’ın organize ettiğini, Alaattin ÇAKICI ve adamlarına MİT tarafından yardımcı olunduğunu…”

Devletin resmi raporlarına giren bu sözler yaşanmakta olan kriz durumunu açık biçimde yansıtmaktaydı.

1999 Marmara Depremi ekonomik krizi bir felakete dönüştürdü. Kimi zaman memur maaşlarının ödenmesinin sorun olabileceği endişeleri dile getirilmeye başlandı. Bu durumda ortaya yanıtlanması gereken zor bir soru çıkmaktadır: Toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlerin birbirini besleyerek derinleştiği bir dönemde Anayasa’yı özgürlükçü yönde değiştirmek nasıl mümkün oldu? İlk bakışta çelişki gibi görünebilir ama ortada çelişki yoktu: Derin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler siyasal aktörleri uzlaşmaya ve koalisyon yapmaya zorladı.

KRİZLER SİYASAL AKTÖRLERİ UZLAŞMAYA ZORLADI

  • Ekonomik kriz 1999 depremiyle derinleşti.

Ekonomide yapılması gereken yapısal reformların yapılamaması ekonomik krizi derinleştirdi.

1999 Marmara Depremi ekonomik krizi bir felakete dönüştürdü.

Kimi zaman memur maaşlarının ödenmesinin sorun olabileceği endişeleri dile getirilmeye başlandı.

Bu durumda ortaya yanıtlanması gereken zor bir soru çıkmaktadır: Toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlerin birbirini besleyerek derinleştiği bir dönemde Anayasa’yı özgürlükçü yönde değiştirmek nasıl mümkün oldu?

İlk bakışta çelişki gibi görünebilir ama ortada çelişki yoktu: 

Derin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizler siyasal aktörleri uzlaşmaya ve koalisyon yapmaya zorladı.

Avrupa Birliği üyeliği ekonomi, siyaset ve hukukta varolan yapısal sorunları çözecek kurtarıcı olarak göründü:

AB’ye üye olunduğunda Avrupa’da geçerli standartlara sahip olunacak ve bu yolla bütün yapısal sorunlar da kendiliğinden çözülmüş olacaktı.

Kriz koşulları işe yaramış ve siyasal aktörler çözüm bulma arayışı içinde Avrupa standartlarını kurtarıcı seçmişlerdi.

Dördüncü soru: Toplumun krizlere tepkisi ne oldu?

Bu dönemin akılda kalan sloganı “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” idi.

Susurluk Kazası ile birlikte kimi devlet kurumlarının ve yasal görevli kişilerin yasadışı gruplarla ve aranmakta olan kimi isimlerle iş birliği yaptığının ortaya çıkması nedeniyle tüm yurttaşlar her akşam saat 21:00’da evlerindeki ışıkları bir dakikalığına kapatmaya çağrıldı.

Olayların aydınlatılması ve mafya ile ilişkisi olan milletvekillerinin yargı önüne çıkarılması isteniyordu.

Eylem, medyanın da desteğiyle zaman zaman kendiliğinden örgütlenen kitle gösterilerine dönüştü. 

Özellikle varoşlarda meşale eşliğinde yürüyüşler yapıldı; tencere ve tavalar birbirine vurularak tepkiler ifade edildi.

Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan, eyleme katılan vatandaşlar için, “Gulu gulu dansı yapıyorlar.” dedi ve büyük tepki çekti.

Adalet Bakanı Şevket Kazan eylemle ilgili olarak, “Mumsöndü oynuyorlar.” dedi ve toplumun geniş kesimleri ile siyasetçilerden büyük bir tepki gördü. 

15 Şubat 1997’de eyleme Türkiye genelinde yaklaşık 30 milyon kişi katıldı.

Eylemler hükümetin düşmesiyle sonuçlandı. 

Ancak toplumsal tepki, siyasal aktörleri gerçek bir çözüm bulma arayışına da itti.

AB adaylığı, siyasal aktörlerin buldukları çözümdü.

Krizin topluma faturası çok ağır olsa da, bir reform sürecine neden olması olumlu bir sonucuydu. 

Beşinci soru: Siyasi aktörler tarafından çözüm olarak AB yolunun seçilmesi toplum tarafından nasıl karşılandı?

2002 yılında yapılan genel seçimlerde bu çözüm üzerinde anlaşan siyasal partiler baraj altında kaldı ve barajı aşan iki parti oldu.

AKP oyların %34.4 ünü alarak 365 milletvekili çıkarırken, CHP oyların 19.4 ünü alarak 177 milletvekili çıkardı.

Bu sonuçlar iki farklı şeyi ifade ediyor olabilirdi:

(1) Seçmen AB adaylığı çözümünü benimsemediğinden, farklı bir çözüm için AKP’yi seçti.

(2) Seçmen bulunan çözümü benimsedi, ancak koalisyon ortaklarının bu çözümü yürütebileceklerinden endişe duyduğundan onları cezalandırdı.

Bu cevaplardan ikincisi daha makul görünmektedir.

Ekonomideki yapısal reformlar, anayasa değişiklikleri, AB üyelik sürecinin canlandırılması çok önemli adımlardı ve bu reformlar krizlere yönelik kalıcı çözümler getirmişti.

Koalisyon ortakları ANAP, DSP ve MHP’nin her üçü de başarının farkındaydı ve herbirisikendisinin reformların mimarı görüyordu.

Ortaklar bu durumu topluma anlatmaları halinde tek başlarına iktidara gelebileceklerini hayal ediyordu.

Oysa sıkıntılı günler geçirmiş olan seçmenin derdi başkaydı: Onun için kimin iktidar olacağının bir önemi yoktu.

Önemli olan yapılmış olan reformların sürdürülmesi ve krizlerin kalıcı olacak ortadan kaldırılmasıydı.

Bu yüzden reformları yapmış olmakla birlikte arkasında durmayan ve erken seçim kararı alan koalisyon ortakları cezalandırıldı ve hiçbiri barajı geçemedi.

Onların yerine tek başına reformları sürdürmesi için AKP iktidara getirildi.

Bu mesajı alan AKP 2007 yılında kendi projelerini hayata geçirinceye kadar koalisyon tarafından benimsenmiş politikaları olduğu gibi uyguladı.

AKP’nin başarısı da bununla sınırlıdır.

Bu dönemde AKP’nin iktidarı ele alacak ve yeni projeler üretecek kadrosu da yoktu. Uzun yıllardır devletin çeşitli kademelerinde görev yapan “Gülen Cemaati” mensupları bu boşluğu doldurdu. AKP ile cemaat iktidarı paylaştılar.

Bu dönemde AB Adaylığı süreci hızlandı, ekonomide yapılan yapısal reformlar yerine oturdu.

Burada bir noktayı açıklığa kavuşturmak gerekir: AKP’nin bu dönemde arkasında durduğu projeler kendisine ait değildi; koalisyon hükümeti projeleri başlatıp meyvelerini toplayamadan AKP’ye devretmişti.

2007’de kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan AKP rotayı başka bir yöne çevirdi ve AB üyeliği dâhil yapısal reformlardan aşamalı olarak vazgeçti. Bu yüzden de 2002-2007 dönemindeki başarıların AKP’den çok geçmiş koalisyona ait olduğu söylenebilir.

2002-2007 DÖNEMİNDEKİ BAŞARILAR GEÇMİŞ KOALİSYONA AİT

Bu yüzden de AKP bu dönemin mimarı değildi.

Başarı AKP’nin hanesine yazıldı ancak başarını mimarı koalisyon ortaklarıydı.

Zaten 2007’de kendi ayakları üzerinde durmaya başlayan AKP rotayı başka bir yöne çevirdi ve AB üyeliği dâhil yapısal reformlardan aşamalı olarak vazgeçti.

Bu yüzden de 2002-2007 dönemindeki başarıların AKP’den çok geçmiş koalisyona ait olduğu söylenebilir.

AKP’nin önceki döneme ait politikaları sürdürmesinin üç temel nedeni vardı:

  1. Seçmen AKP’ye yapılmış olan reformları uygulama görevi vermişti.
  2. AKP’nin elinde uygulayabileceği alternatif politikalar henüz yoktu.
  3. AB üyeliği ve demokratik standartlar, AKP’nin kapatılma gibi bir sorunla karşılaşmamasının güvencesini oluşturuyordu.

Özetlemek gerekirse bu dönemde yaşanan derin krizler, AB üyeliğinin toplum için ciddi bir alternatif haline gelmesini sağladı ve siyasal aktörler bu yönde oluşan toplumsal baskının da etkisiyle AB üyeliği yönünde ciddi adımlar attılar. Bu adımlar bir önceki yazıda incelenen anayasa değişiklikleri dahil olmak üzere hukuksal reformlar ve ekonomik reformların yapılmasına neden oldu. Yaptıkları reformları uygulama becerisi göstermeyen siyasal partiler seçmen tarafından cezalandırılarak sistemden tasfiye edildi. Onların yerine reformları uygulama taahhüdünde bulunan yeni bir parti iktidara getirildi.

2007 yılında oluşan bir siyasal-hukuksal kriz AKP tarafından fırsata dönüştürüldü ve AKP’nin kendi ideolojisi doğrultusunda bir yola girmesini sağladı.

Bu nedenle AKP dönemini, Sultanizm” rejimine ulaşmak üzere kendisine ait politikaları uygulamaya başlayacağı 2007’den başlatmak gerekir.

1995-2007 dönemi Anayasanın özgürlükçü bir yöne evrildiği bir parantezdir. AKP’nin kendi iktidarının başladığı, yani kendisine ait İslamcı politikaları uygulamaya başlayacağı 2007 yılından sonra Anayasa yeniden eski otoriter rayına girdi ve günümüze kadar sapmadan geldi.

Sonraki yazıda 2007 ve 2010 değişiklikleri…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir