Fransa’da da aşırı sağ mı kazanacak?

Fransa’da da aşırı sağ mı kazanacak?

Tablo açık, aşırı sağ %33 oy almış durumda, sol cephe ve belki merkez sol bağımsız adayları toplarsak %29 oy oranına ulaşılıyor, merkez cephe %20 gibi hala önemli bir ağırlık oluşturuyor. Mesele muhafazakâr seçmenin ikinci turda aşırı sağa oy verip vermeyeceğinde düğümleniyor. Yaklaşık %10 oy ve onun seçmeni, ikinci tur seçimlerde aşırı sağa destek ya da köstek olarak seçimlerin sonucunu belirleyecek.

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin yarattığı, aşırı sağın yükselmesiyle oluşan kesif şaşkınlık ve endişe ortamı henüz ortadan kalkmamışken, Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, gayet karakuşî bir karar alarak Fransa Parlamentosu’nu feshetti. Çok kısa bir sürede yeni bir seçim tarihi belirledi. Seçimler de belirlenen tarihte gerçekleşti. Başkan Macron’un erken seçim düzenleyerek neyi hedeflediğini pek bilemesek de ilk tur sonuçları katiyen iç açıcı ve umut verici olmadı.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan, aynı siyaset ailesinden geldikleri sürece, sistemin çalışmasında bir sorun yaşanmaz. De Gaulle ve Pompidou başkanlıklarında daima sağ partilerden (özellikle de De Gaulle’ün muhafazakâr partisinden) gelen isimler Başbakanlık yaptılar. Daha sonra seçilen Valéry Giscard d’Estaing, orta sağ liberal bir siyasetçiydi, başkan seçilmesinde büyük destek aldığı muhafazakâr parti başkanı Jacques Chirac’ı başbakan atadı. Ancak sadece iki sene kadar bir süre birbirlerine tahammül edebildiler. Chirac istifa etti, bir daha da Giscard ile birlikte hiç çalışmamaya özen gösterdi.

CUMHURBAŞKANI VE BAŞBAKAN AYNI SİYASİ AİLEDENSE SORUN YAŞANMAZ

Fransız yönetişim sistemi, 1959 yılından itibaren 5. Cumhuriyet olarak nitelendirilir ve “yarı başkanlık” sistemi olarak adlandırılır. Halk tarafından doğrudan seçilen bir Cumhurbaşkanı, yürütmenin başı olarak görev yapar. Ancak Parlamento’nun da (Türkiye’de artık kalmamış olan) son derece önemli bir ağırlığı bulunur. General De Gaulle için kurgulanmış bu sistemde, esas iktidar Cumhurbaşkanı’nın elinde olsa da Parlamento seçimleri ve oluşan çoğunluk, Başbakan’ın kim olacağını belirler.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan, aynı siyaset ailesinden geldikleri sürece, sistemin çalışmasında bir sorun yaşanmaz. De Gaulle ve Pompidou başkanlıklarında daima sağ partilerden (özellikle de De Gaulle’ün muhafazakâr partisinden) gelen isimler Başbakanlık yaptılar. Daha sonra seçilen Valéry Giscard d’Estaing, orta sağ liberal bir siyasetçiydi, başkan seçilmesinde büyük destek aldığı muhafazakâr parti başkanı Jacques Chirac’ı başbakan atadı. Ancak sadece iki sene kadar bir süre birbirlerine tahammül edebildiler. Chirac istifa etti, bir daha da Giscard ile birlikte hiç çalışmamaya özen gösterdi.

1981 yılında beklentilerin aksine cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Mitterrand için, 1986 yılına dek Başbakan atama sorun olmadı, Sosyalist Parti’nin mecliste salt çoğunluğu vardı. Ancak 1986 parlamento seçimlerini sağ partiler kazandıkları için Mitterrand ile Chirac Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak birlikte çalışmak zorunda kaldılar. Zorunda kaldılar terimini özellikle kullandım çünkü gerek karakter gerek siyasi anlayış bakımından iki ayrı kutup teşkil eden bu iki siyasetçinin birbirleri hakkında pek olumlu düşünmedikleri, daha sonra çevrelerince yazılan hatıralar ve verilen söyleşilerde iyice ortaya çıkmıştı. 

“Cohabitation” (birlikte ikamet etme/Yaşama) adı verilen bu sistem, Cumhurbaşkanı ve Başbakan ayrı siyasi ailelerden ve düşüncelerden gelseler dahi, işlerin yürümesinin ciddi sorunlar yaratmadığı bir dönemi oluşturur. François Mitterrand, 1988 yılında yeniden başkan seçildiğinde, bir dahaki parlamento seçimlerine dek sol kesimden gelen Başbakanlar atasa da, 1993 yılında sağ partiler gene parlamento seçimlerini kazanınca, muhafazakâr siyasetçi Edouard Balladur’ü 1995 yılına dek başbakan atamıştı.

Sistemin doğal çalışması, önce iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılması, seçimi kazanan yeni başkanın parlamentoyu feshetmesi ve yeni parlamentoda, kazanılan seçimin rüzgarıyla, yeni seçilen başkanın siyasi görüşünü destekleyen parlamenterlerin çoğunluğu sağlaması biçiminde özetlenebilir.

SİSTEMİN DOĞAL ÇALIŞMASI İÇİN…

Cumhurbaşkanlığı süresi yedi yıl, parlamento seçimleri ise beş yılda bir yapıldığı için, sıklıkla “cohabitation” denilen bu süreç yaşanıyordu. Bunu belirli ölçülerde engellemek için Jacques Chirac’ın başkanlığında, 2000 yılında düzenlenen bir referandumla cumhurbaşkanlığı süresi de beş yıla indirildi. Böylelikle “cohabitation” dediğimiz zorunlu koalisyon sisteminin de önüne geçilmesi hedeflendi.

Sistemin doğal çalışması, önce iki turlu Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılması, seçimi kazanan yeni başkanın parlamentoyu feshetmesi ve yeni parlamentoda, kazanılan seçimin rüzgarıyla, yeni seçilen başkanın siyasi görüşünü destekleyen parlamenterlerin çoğunluğu sağlaması biçiminde özetlenebilir.

Buraya kadar sıkılmadan okuyabildiyseniz, Emmanuel Macron’un erken seçim kararının neden tüm sistemi sarsacak bir adım olduğunu nispeten anlatabildiğimi umuyorum. Son kazandığı Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası Macron, parlamento seçimlerini nasılsa kazanacağını düşünerek pek kampanya yapmamış, bunun sonunda da parlamentoda partisi yeterli çoğunluk elde edememişti. Ne var ki, merkez ve merkez sağ partilerin de desteğiyle, hükümetin güvensizlik oyu almaksızın iktidarda kalabilmesi sağlanmıştı. 

Önümüzde, parlamento seçimlerinin asıl düğümlendiği aşama var. O da seçimlerin ikinci turu… Biraz daha canınızı sıkmak pahasına, Fransa’daki seçim sisteminin nasıl işlediğini açıklamakta büyük yarar var. Parlamento seçimleri dar bölge tek aday iki turlu sisteme göre yapılır. Yani her seçim bölgesinden tek bir aday seçilir, dolayısıyla seçim bölgeleri küçüktür, seçmenler genelde oy verecekleri adayları tanımak şansına sahiptir. 

Bu sistemde, 1970li yıllarda önemli bir ayırımın iki tarafı, yani sağ partiler ile sol partiler birbirine muhalif iki blok oluşturduklarından, ikinci tur seçimleri, genellikle en iyi pozisyonda bulunan sol adayın lehine diğer sol adayın çekilmesi, ya da sağ aday önde ise diğer sağ adayın çekilmesi biçiminde gerçekleşirdi. Buna neredeyse “otomatik çekilme” adı verilirdi. Nadir haller dışında bu anlayış 1980li yıllarda da sürdü.

“OTOMATİK ÇEKİLME”

Seçimler iki turludur, ilk turda kullanılan oyların %50’sinden bir fazla alan aday doğrudan milletvekili seçilebilir (bu oyların kayıtlı seçmenlerin en az %25’ine denk gelmesi şarttır). Eğer hiçbir aday bu düzeyde oy alamazsa ikinci tura gidilir. Seçim bölgesinde kayıtlı seçmenlerin %12,5’una denk gelen bir oyu toplayan her aday, ikinci tura kalabilir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden farklı olarak, ikinci tura en çok oy alan iki aday kalmaz. Seçimlerin çekişmeli olduğu dönemlerde, çok partinin seçimlere katıldığı hallerde üç adayın yarıştığı ikinci tur seçimleri yapılabilir. Bu defa da öyle bir ikinci turun eşiğindeyiz, genel çizgileriyle 3 büyük blok adayları yarışıyor ve ilk tur sonrasında, 577 seçim çevresinin 300 kadarında 3 adayın katıldığı bir ikinci tur olacak.

Bu sistemde, 1970li yıllarda önemli bir ayırımın iki tarafı, yani sağ partiler ile sol partiler birbirine muhalif iki blok oluşturduklarından, ikinci tur seçimleri, genellikle en iyi pozisyonda bulunan sol adayın lehine diğer sol adayın çekilmesi, ya da sağ aday önde ise diğer sağ adayın çekilmesi biçiminde gerçekleşirdi. Buna neredeyse “otomatik çekilme” adı verilirdi. Nadir haller dışında bu anlayış 1980li yıllarda da sürdü. 1991 yılında SSCB’nin kendini feshetmesi ve dünya sosyalist sisteminin son bulması, Komünist Partilerin büyük ölçüde sonunu getirdi. Sağ ve sol bloklaşma büyük ölçüde törpülendi. Sağ partilerin bloğu içinde merkez liberal ve aşırı sağ öne çıkmaya başladı. Sol blokta ise Yeşiller önem kazandı. Ne var ki sağ/sol ayırımı kadar belirgin bir saflaşma olmadı. 

Fransa’da kutuplaşma Sosyalist Parti ile muhafazakâr parti arasında gerçekleşti. Muhafazakâr Parti, Jacques Chirac’ın başkanlık döneminden sonra neredeyse her seçimde ismini değiştirerek önce Sarkozy, daha sonra çeşitli liderler altında bugünkü marjinal konumuna geriledi. Sosyalist Parti de benzer biçimde François Hollande başkanlığı ertesinde girdiği her seçimde giderek azalan oylarıyla siyaset sahnesindeki ağırlığını tamamen yitirdi.

2017 yılı, Fransa’da İkinci Dünya Savaşı sonrası tamamen kaybolmuş olan Merkez Parti’nin (eski Parti Radical) diriltilmesi oldu. Kimsenin tahmin etmediği biçimde Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan Emmanuel Macron, sağ kanat sosyal demokratlar, merkez sağ ve liberaller ile bir yeni merkez oluşturmaya çalıştı. İki kere Cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen, tabanda iyi organize olamayan bir merkez siyaset, karşısında giderek güçlenen bir aşırı sağ buldu.

Aşırı sağ (önce Jean-Marie Le Pen’in Front National’i, sonra onu devirerek yerine geçen kızı Marine Le Pen’in Rassemblement National’i), Fransa’daki iki turlu dar bölge seçim sistemi yüzünden çok uzun bir süre mecliste sandalye kazanmayı başaramadı. Seçimlerde yüzde 14 gibi yüksek bir oy almasına rağmen mecliste hiç bir sandalye kazanamayan Aşırı Sağ, bu başarısızlığına aşırı sağ adaylara karşı bir “Cumhuriyet Cephesi” oluşturan diğer tüm adayların tavrı yüzünden çözüm getiremedi.

Bugün ise dengeler bir hayli değişmiş durumda… Başkan Macron’un “merkez” siyaseti, oyların ancak yüzde yirmi kadarını elde edebilmiş durumda bulunuyor. Emmanuel Macron’un şahsıyla kaim gibi duran bu hareketin, cumhurbaşkanlığı sona erdiğinde geleceğinin ne olacağı meçhul. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde çeşitli listeler aracılığıyla %41’e ulaşan aşırı sağ oyları, sol cenahta ciddi bir panik havası yarattı ve aşırı solu temsil eden bir iki ufak hareketin dışında kalan tüm partiler ve hareketler birleşerek “Yeni Halk Cephesi” adını verdikleri bir seçim ittifakı kurdular.

Şimdi asıl soru, ikinci turda, merkez adaylar ve sol cephe birbirleri için adaylıklarını çekecekler mi? Sol Cephe içinde bulunan aşırı popülist “İsyankâr Fransa” (La France Insoumise) partisinin kurucusu ve doğal lideri Jean-Luc Mélenchon, kamuoyunda Marine Le Pen’den daha fazla tepki çeken ve “sol cenahın kapanmayan yarası” olarak adlandırılan bir görüntü veriyor. Onun partisinden gelecek adaylar için, seçim bölgelerinde merkez ya da liberal adayların çekilmesi, seçmenlerin de Mélenchon’un destekleyeceği adaya oy vermesi bir hayli sorunlu gözüküyor.

BİRBİRLERİ İÇİN ADAYLIKLARINI ÇEKECEKLER Mİ?

“Halk Cephesi” ya da Front Populaire, Fransa siyasi tarihinde çok önemli bir yere sahip. 1936 yılında Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar diktaları iktidarda iken, Fransa’da sol partilerin oluşturduğu Halk Cephesi, başlarında sosyalist ve musevi bir öğretmen olan Léon Blum ile seçimleri kazanarak iktidara gelmişti. İlk büyük sosyal reformların temelinin atıldığı, işçilere yıllık izin kararının çıkartıldığı bu dönem, solun bir “umut” olmasını sağlamış ve siyaset alanında etkisinin artarak sürmesinin temelini oluşturmuştu. Bu seçimlerde de “faşizm tehlikesine karşı yeni Halk Cephesi”, sol partilerin kendilerini nasıl konumladıklarına önemli bir gösterge olarak ortadadır.

Şimdi asıl soru, ikinci turda, merkez adaylar ve sol cephe birbirleri için adaylıklarını çekecekler mi? Sol Cephe içinde bulunan aşırı popülist “İsyankâr Fransa” (La France Insoumise) partisinin kurucusu ve doğal lideri Jean-Luc Mélenchon, kamuoyunda Marine Le Pen’den daha fazla tepki çeken ve “sol cenahın kapanmayan yarası” olarak adlandırılan bir görüntü veriyor. Onun partisinden gelecek adaylar için, seçim bölgelerinde merkez ya da liberal adayların çekilmesi, seçmenlerin de Mélenchon’un destekleyeceği adaya oy vermesi bir hayli sorunlu gözüküyor. Geri kalan siyasi liderler, Macron da başta olmak üzere, bir “Cumhuriyetçi Cephe”oluşturulmasının gereğinden bahsettiler. Sol cephe, ikinci turda eğer adayı üçüncü gelmişse otomatik olarak aşırı sağ adayın karşısında her kim varsa onu destekleyeceğini duyurdu.

Asıl bilinmeyen de, bir zamanların en büyük partisi olan, Chirac, Balladur, Sarkozy gibi adayları çıkarmış olan muhafazakâr parti, yeniden değişmiş adıyla Les Républicains (Cumhuriyetçiler) hareketinin ne yapacağı? Yüzde 10 gibi bir sonuca ulaştığı öngörülen hareket, resmi rakamlarla ancak yüzde yediler düzeyinde kalmış görünüyor. Görevden alınan (ama kendisini bürosuna kilitleyen) başkanı Eric Ciotti, aşırı sağın adayı Jordan Bardella ile bir anlaşma içinde olduğunu ve aşırı sağı destekleyeceğini belirtti, kampanyasını da ona göre gerçekleştirdi. Parti tamamen bölünmüş durumda, seçmeni de ne yapacağını bilemiyor. Bu seçmenin sol ya da merkez adaylara ne kadar teveccüh göstereceği fevkalade tartışmalı bir husus.

Fransa İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı, kesinleşmemiş de olsa resmi seçim sonuçları, seçim akşamı tahminlerine göre bazı farklılıklar gösteriyor. Sonuçlar Aşırı sağ (Rassemblement National) % 29,25, Sol cephe %27,55, Cumhurbaşkanı’nı destekleyen cephe (ENS) %20,04, Muhafazakâr parti (Les Républicains) % 6,55, Aşırı sağın Birliği (UXD) %3.90, Çeşitli sağ % 3,66, Çeşitli sol % 1,53 olarak ayrıntılı biçimde açıklandı.

Tablo açık, aşırı sağ %33 oy almış durumda, sol cephe ve belki merkez sol bağımsız adayları toplarsak %29 oy oranına ulaşılıyor, merkez cephe %20 gibi hala önemli bir ağırlık oluşturuyor. Mesele muhafazakâr seçmenin ikinci turda aşırı sağa oy verip vermeyeceğinde düğümleniyor. Yaklaşık %10 oy ve onun seçmeni, ikinci tur seçimlerde aşırı sağa destek ya da köstek olarak seçimlerin sonucunu belirleyecek.

Neresinden bakılırsa bakılsın 289 sandalyenin salt çoğunluk oluşturduğu bir mecliste, eğer aşırı sağ 250-270 civarı bir sandalye kazanırsa, ona karşı bir muhalefet cephesini hükümete taşımak imkansıza yakın bir egzersize işaret edecek. Değil koalisyon yapmak, aynı masanın çevresinde oturmakta ciddi sorun yaşayan Mélenchon yanlıları ile Cumhurbaşkanını destekleyen hareketlerin nasıl anlaşacaklarını hep beraber izleyeceğiz. Bunu yaptırabilecek yegane dinamiğin “anti-faşist dayanışma” olduğu açık, ama her seçmende, her siyasetçide bu tavır yeterince güçlü mü? Fransa seçimlerinin ikinci turu bunu gösterecek.

Emre Gönen

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir