Simülasyonun İçinde miyiz?

Simülasyonun İçinde miyiz?

İnsan değişmez bir gerçekliğin içerisinde değil, sürekli değişen ilişki biçimleri çerçevesinde sürekli değişen deneyimler ağı içerisinde yaşar. Bu ağ, dille bildirilebilir, ortaklaşa karar verilebilir, oylanarak tesis edilir bir yapı olduğundan, son derece zihin yapısıdır. Bu içinde bulunduğumuz bir dünyanın değil, zihinlerimizdeki kurgularımızın temsilidir. Bu, bir simülasyondur. İnsan, simülasyonda yaşar.

Varlığın deneyimin ötesinde algılanamaması, onun yalnızca ilişki kurulduğunda duyumsanabilir olmasını sağlar. Varlık, ilişkiler ağı içerisinde değilken, deneyimin dışındadır. Yaşanan her deneyim ise, kurulan ilişkinin niteliği bağlamında değişir. Bu yüzden varlıklar farklı zamanlarda, konumlarda, bağlamlarda ve koşullarda ilişki kurduklarında, farklı deneyimler elde ederler. İki özne birbirleriyle kurdukları ilişkilerde – tartışırken, dertleşirken, film izlerken, sevişirken, kutlama yaparken – farklı deneyimler yaşarlar. Fakat deneyim farklılığı bu kadarla kalmaz. Her bir tartışmanın, dertleşmenin, film izlemenin, sevişmenin ve kutlama yapmanın da farklı zamanlar, konumlar, bağlamlar ve koşullar altında oluşturduğu ilişki deneyimi farklılaşır. Her varlığın, her varlıkla kurduğu ilişki deneyimi biricik ve tek seferliktir. Çünkü o ilişkinin kurulmasını sağlayan sayısız bileşenin pek çoğu her bir ilişki tesisi sırasında değişir. Bileşenler hızlı değişirse, varlıklar arasındaki ilişki deneyiminin niteliği de hızlı değişir. Bileşenler yavaş değişirse de ilişki deneyiminin değişimi yavaş gerçekleşir. Değişimlerin görece yavaş olması, özneleri herhangi bir değişim olmadığı hissiyatına düşürebilir. Fakat bu bir yanılgıdır. Her bir ilişki, her seferinde sayısız değişkenden birçoğu farklıyken gerçekleştiğinden biriciktir, tekrarlanamaz.

Deneyimlemenin her seferinde minik ya da büyük farklılıklarla gerçekleşmesi, bize ilişkide bulunduğumuz varlık hakkında bir açılım sağlamaktan çok, o varlıkla yaşadığımız deneyimler hakkında bir açılım sağlar. Dışımızdaki varlıkları onlarla kurduğumuz iletişimin deneyimlemeleri olarak biliriz. Onları “kendinde varlıklar” olarak algılamayız. Ortamla ve bizimle kurdukları ilişkiler bağlamındaki varlıklar olarak algılarız.

Her bir zihin, kendi dışındaki varlıkları ve zihinleri, onların oldukları biçimiyle değil, içine bırakıldıkları ortam ve o ortam içerisindeyken kendisiyle kurdukları iletişim bağlamında tanımaya atıldığı için başka zihinlerden çok daha farklı bir dünya tasarımına sahiptir. Her bir zihnin dünyayla iletişimi, bu iletişim sırasındaki konumu, koşulları, ön yargıları bağlamında farklı olduğundan ve bu iletişim de anlık ve biricik bulunduğundan, sürekli değişen ilişkiler ağı bağlamında, sürekli değişen bir dünya tasarımı söz konusudur. Her zihin hem herkesten farklı bir dünya tasarımı üretirken, bir yandan da dünyayla ve varlıklarla her karşılaşmasında başka deneyimler yaşadığı için, kendi dünya tasarımına da sadık kalmaz.

İnsanlar (zihinler) arasındaki ilişkiyi tesis etmek, görece sabit ve yoksul temsil olan dilin yükümlülüğünde olunca, deneyimle, dilin gerçekleştirdiği öyküleme arasında ciddi bir farklılık meydana gelir. Her zihnin dünyayla zorunlu olarak bambaşka şekillerde kurduğu ilişkiler, dilin görece güdüklüğü ve sabitliği yüzünden, benzer temsillerle temsil edilirler.

Fakat bu kadar çok eşzamanlı değişim zihnin kendi dışıyla olan ilişkisini belirsizliklerle donattığı için bir kaygı ve endişe ortamı oluşturur. Zemin sürekli değişmekte, değişimin ne tarafa yöneleceği çok fazla bileşen aynı anda değiştiği için kestirilememekte, kişi şimdiki zamanın kısacık saniyelik anından başka hiçbir yere değememektedir. O kısacık tek saniyelik – hatta saliselik – an da hemen uçup giderek, kişinin her anlamda yersiz yurtsuz kalmasını daimi kılar. İnsan dünyada var olmaktan çok, onun sürekli değişen girdapları içerisinde savrulmaktadır. Ne bir kerteriz noktası, ne bir sabitleme aracı: her şey aynı anda hareket etmekte, bu hareketlerin hiçbirisi aynı yöne yönelmemekte, sayısız bileşen sayısız farklı yöne olanca rastgelelikleriyle yol almaktadır. Hiçbir hareket yönünü korumamakta, her an başka yöne dümen kırabilmekte, derin bir olasılıklar havuzu içerisindeki her ihtimali sayısız kez yoklamaktadır.

Sürekli değişen ilişki biçimlerinin ürettiği farklı deneyimlerin her birisi için farklı sözcükler, kavramlar ve tanımlar üretilmediği sürece, dil yaşam deneyiminin çok gerisinde kalır. Oysa deneyimlerin başka zihinlerle aktarımı için, öykülemeyi mümkün kılan dilden başka bir araç yoktur. Dil, deneyimlerin kendileri kadar hızlı değişemediğinden, zihinler (insanlar) arasında dilsel bir iletişim kurulduğunda, o deneyimlerin kendilerini değil, temsillerini oluşturmaktadır. Ve bu temsiller, deneyimin değişkenliğini aynı hızla ve zenginlikte yakalayamadıklarından daha sabit ve yoksul bir temsil olmak durumundadırlar.

İnsan, kendi dışına her atılım denemesinde hem varlık hakkında herhangi bir bilgi edinemeyip, yalnızca varlıklarla kurduğu ilişkinin deneyimi hakkında veri çekebilirken, bir yandan da çektiği verileri dilsel malzemeye tercüme ederken onu pek çok açıdan çarpıtarak, zihinler arası transfer edilebilir bir indirgeme ve dönüştürmeyle yıpratır

İnsanlar (zihinler) arasındaki ilişkiyi tesis etmek, görece sabit ve yoksul temsil olan dilin yükümlülüğünde olunca, deneyimle, dilin gerçekleştirdiği öyküleme arasında ciddi bir farklılık meydana gelir. Her zihnin dünyayla zorunlu olarak bambaşka şekillerde kurduğu ilişkiler, dilin görece güdüklüğü ve sabitliği yüzünden, benzer temsillerle temsil edilirler. Bambaşka duygular, yaşantılar, düşünceler ve düşler, dilin getirdiği ortak ifade etme olanaklarının darlığına sıkışarak, çok daha aktarılabilir, sabitlenebilir, deneyim dışı olarak algılanabilir biçimlere transfer olurlar/tercüme edilirler. Böylece ortak bir mutabakat bulmak adına, hiç kimsenin deneyimlemediği ve hiçbir deneyimin biricikliğine denk gelmeyen bir deneyimler ötesi (deneyimlerin zenginliğine oranla çok yoksul ve deneyimlerin her birinin farklılığına oranla çok daha birbirine benzer) öyküler – dilsel anlatılar – dolaşıma girer. Bu deneyimlenen dünya değil, zihinlerin birbirlerine aktarabildikleri bir metinler arası ilişkidir. Temsillerden örülü, değişime ve farklılığa çok daha dirençli bir gerçeklik taklididir bu dilsel dünya tasarımı. Gerçeği taklit eden bu dilsel dünya tasarımı, içinde bulunduğumuz simülasyon dünyasının kendisidir.

Üstelik bu dilsel dünya tasarımı yalnızca deneyimleri temsil ederken çarpıtmakla kalmaz. Deneyimleri sabitleme ve yoksullaştırma aracılığıyla dile tercüme edip, zihinler arası metinler haline getirdikten sonra, bu metinlerin zihinlerdeki korsanlığı aracılığıyla, zihinlerin yeni deneyimlere atılırken, varlıklarla bu metinler çerçevesinde iletişim kurmasını sağlayarak, deneyimin oluşma anlarına da doğrudan müdahale eder. Yani deneyimin kendisini öykülerken değiştirdiği gibi, sonraki deneyimlerin deneyimlenmelerini de dönüştürür. Kurgul olan, gerçekleşene müdahale eder.

Böylece insan, kendi dışına her atılım denemesinde hem varlık hakkında herhangi bir bilgi edinemeyip, yalnızca varlıklarla kurduğu ilişkinin deneyimi hakkında veri çekebilirken, bir yandan da çektiği verileri dilsel malzemeye tercüme ederken onu pek çok açıdan çarpıtarak, zihinler arası transfer edilebilir bir indirgeme ve dönüştürmeyle yıpratır. Bu yıpranmış ortak mutabakatla da yeniden kendi deneyimlerini yaşayarak, her seferinde biricik olan deneyimini dilsel mutabakatın getirdiği ön yargılarla kuşatarak, deneyimlerin kendilerini de yeniden sakatlar.

İnsan değişmez bir gerçekliğin içerisinde değil, sürekli değişen ilişki biçimleri çerçevesinde sürekli değişen deneyimler ağı içerisinde yaşar. Bu ağ, dille bildirilebilir, ortaklaşa karar verilebilir, oylanarak tesis edilir bir yapı olduğundan, son derece zihin yapısıdır. Bu içinde bulunduğumuz bir dünyanın değil, zihinlerimizdeki kurgularımızın temsilidir. Bu, bir simülasyondur. İnsan, simülasyonda yaşar.

Yalın Alpay
Latest posts by Yalın Alpay (see all)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir