Türkiye’de dini rejim inşası üzerinden yükselen linç kültürü

Türkiye’de dini rejim inşası üzerinden yükselen linç kültürü

Türkiye’de özellikle sosyal medya mecraları üzerinden yürütülen organize bir linç kültürü var. İstisnasız tüm siyasi kesimlere, farklı sosyoekonomik ve sosyokültürel sınıflara, farklı din, mezhep, inanç veya inançsız kitlelerin tamamına gözü kara bir linç isteği hakim durumda.

Geçtiğimiz günlerde Diamond Tema ve Asrın Tok isimli iki genç fenomenin din ve şeriat üzerinden tartıştıkları bir youtube yayınında taraflardan Diamond Tema’nın İslam Peygamber’inin eşi Ayşe’yle evlenme yaşı üzerine yaptığı bir yorum özellikle sosyal medya üzerinden geniş tartışmalara neden oldu ve yankıları hala sürüyor.

İslamcı ve şeriatçı kesim ile laik ve seküler kesim arasında sert tartışmalar yaşanırken İletişim Başkanlığı Dijital Medya Koordinatörü Aslan Değirmenci, X hesabından “Yer6 adlı programda Peygamber Efendimize hakaret eden Diamond Tema isimli şahıs hakkında TCK 216/ 2. ve 3. fıkralarda düzenlenen halkın bir kesimini aşağılama ve dini değerleri aşağılama suçlarından soruşturma başlatıldı. Program hakkında erişim engeli de talep edildi.” paylaşımını yaptı.

Daha sonra Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, Diamond Tema hakkında yakalama kararı çıkarıldığını duyurdu ve gelen yoğun tepki üzerine şu açıklamayı yaptı:

“Peygamber efendimize yönelik İfade özgürlüğü sınırlarını aşan, karalayıcı ve çirkin ifadelerin kullanılması nedeniyle başlatılan adli soruşturmalardan rahatsız olanların yaptığı eleştiriler, haksız eleştirilerdir. Düşünce açıklamalarının suç olup olmadığını değerlendirecek olan tarafsız ve bağımsız mahkemelerimizdir.”

Benim amacım bu gençlerin hangisinin doğru, hangisinin yanlış konuştuğunu değerlendirmek değil çünkü ortada üzerinde durulması gereken çok daha önemli olgular var. Öncelikle devletin konuya müdahil olması ve yargı üzerinden “tek taraflı” olarak devreye girmesi gözden kaçmamalı çünkü bu durum “zamanın ruhuna” ve Türkiye’de inşa edilmeye çalışılan rejimin kodlarına çok uygun. Tek taraflı diyorum çünkü şeriat savunuculuğu yapan Asrın Tok hakkında herhangi bir işlem yapılmadı.

Anayasa’nın hükmüne bakıldığında; Türkiye İslami, dini ve şer’i hükümlerle yönetilen bir devlet değildir. Dolayısıyla; şeriata karşı çıkmak suç olmadığı gibi aslında şeriatı savunmak anayasal suçtur.

ŞERİATA KARŞI ÇIKMAK DEĞİL, SAVUNMAK SUÇ

Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu hükmü düzenlenmiştir. Yani; anayasal olarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir dini, mezhebi ve inancı yoktur ve dinin devlet işlerinden ayrıldığı bir laik sistemin varlığı söz konusudur.

Anayasa’nın hükmüne bakıldığında; Türkiye İslami, dini ve şer’i hükümlerle yönetilen bir devlet değildir. Dolayısıyla; şeriata karşı çıkmak suç olmadığı gibi aslında şeriatı savunmak anayasal suçtur.

Devletlerin dini, inancı ve mezhebi yoktur, olmamalı çünkü bir devletin çatısı altında birbirinden farkı dinlere inanan, aynı din içerisinde birbirinden farklı mezhepleri benimseyen, hiçbir dine ve tanrıya inanmayan birbirinden farklı ve heterojen milyonlarca yurttaş vardır. Hiçbir egemen güç kendi dinini ve inanç doktrinini “çoğunlukçu” ve “totaliter” bir anlayışla toplumun bütününe dayatamaz, dikte edemez.

Ancak; Türkiye’de son 22 yılda AKP iktidarı eliyle yaratılmak ve hakim kılınmak istenen rejim anlayışında çoğulcu bir perspektif bulunmuyor ve toplum tek tip bir totaliter anlayışa hapsedilmek isteniyor.

Milliyetçi-mukaddesatçı yapı, dini tarikatlar ve cemaatler güçlendikçe, siyasal ve ekonomik olarak mevzi kazandıkça artık kendi inanç perspektifini teoriden pratiğe geçirmek istiyorlar ve uygulamada da toplumun tümünü “milli değerler, milli hassasiyetler ve İslami inanç” adıyla kendi tahakkümleri altına almaya çalışıyorlar.

İslami görüşe sahip olanlar ve radikal olarak şeriat düzenini “Allah’ın hükmü ve kuralları” olarak görenler din konusunda en ufak bir eleştiriyi kendi kutsallarına hakaret olarak görüp tahammül etmezlerken, kendilerinin benimsemedikleri her dini, mezhebi, inancı ve inançsızlığı eleştirmeyi ve şeytanlaştırmayı mutlak hakları olarak görüyorlar. Oysaki dinlerin ortaya çıkışı kendi dönemlerinin “müessses nizamları” ve hakim inanç düzenlerini tartışmaya açarak ve karşı çıkarak olmadı mı?

Ancak günümüzde İslam dininin uygulamalarına yönelik en ufak bir eleştirinin cevabı “Gerçek İslam bu değil” veya “Siz İslam’dan ne anlarsınız” sığlığıyla toplu bir linç ve organize bir saldırı oluyor. Bu saldırganlığın sebebi şu; İslam’ın ve dinin içinin boşaltıldığı ve yıpratıldığı Ortadoğu’da ve Türkiye’de dini ve şeriatı savunduklarını söyleyenler artık karşı cenahın savlarına yönelik ortaya nitelikli gerekçeler koyamıyorlar, tartışmalardan ve münazaralardan galip çıkamıyorlar, siyasal iktidarı ellerinde tutsalar da İslam dinini tüm toplum nezdinde kurumsallaştırmaya muktedir değiller. Çünkü kendileri israfın, yolsuzluğun, nepotizmin, adam kayırmacılığın ve paranın içinde boğulmuş durumdalar. Dolayısıyla da ellerinde bulundurdukları siyasallaşmış yargı sopasıyla ve geniş medya ağıyla karşı cenahı sindirmeyi, korkutmayı ve tehdit etmeyi tercih ediyorlar. Kültürel ve inanç olarak iflas etmiş siyasal İslam anlayışı “yumuşak gücünü” kaybettiği için kendi doktrinlerini uygulamak için sert dayatmalara tevessül etmekten başka yol bulamıyor kendine.

Baskı ve dayatma yöntemlerinin işe yaramadığını görmek için komşu İran’da özellikle son dönemlerde yaşanan toplumsal patlamalara bakmak yeterli aslında. İran İslam rejimi 45 yıldır dini doktrin ve Şii mezhebi üzerinden tüm siyasi, ekonomik ve baskı gücüyle tasarlamaya çalıştığı toplumsal mühendislikte başarısız olmadı mı? Kadınlar ve gençler özellikle zorunlu başörtüsü üzerinden yürüttükleri geniş toplumsal ve özgürlük talepli protestolarla molla rejiminin uykularını kaçırmadılar mı? Uzun hapis cezaları, polis ve Devrim Muhafızları şiddeti, taciz, tecavüz, sürgün, işkence ve idamlar toplumsal muhalefeti yıldırmayı başarabildi mi?

Eskiden de “Vurun kahpeye, vurun abalıya” kültürü bu topraklarda vardı ama sosyal medyanın getirdiği konfor alanının içinden daha kitlesel, acımasız, yaygın ve hızlı hale geldi. Kimse sorgulamıyor, “Ya hu bir dakika, konudan emin miyiz?” diye sormuyor çünkü içine hapsoldukları “Yankı Odaları” ve “Filtre Balonları” içinde tıpkı kendileri gibi düşünen ve hisseden yığınlarla birlikte ağızları köpürerek saldırmanın şehvetine kapılıyorlar.

KİMSE SORGULAMIYOR

Türkiye’de özellikle sosyal medya mecraları üzerinden yürütülen organize bir linç kültürü var. İstisnasız tüm siyasi kesimlere, farklı sosyoekonomik ve sosyokültürel sınıflara, farklı din, mezhep, inanç veya inançsız kitlelerin tamamına gözü kara bir linç isteği hakim durumda.

Eskiden de “Vurun kahpeye, vurun abalıya” kültürü bu topraklarda vardı ama sosyal medyanın getirdiği konfor alanının içinden daha kitlesel, acımasız, yaygın ve hızlı hale geldi. Kimse sorgulamıyor, “Ya hu bir dakika, konudan emin miyiz?” diye sormuyor çünkü içine hapsoldukları “Yankı Odaları” ve “Filtre Balonları” içinde tıpkı kendileri gibi düşünen ve hisseden yığınlarla birlikte ağızları köpürerek saldırmanın şehvetine kapılıyorlar.

Artık gerçeğin kitleler nazarında bir değeri yok çünkü Hakikat Ötesi (Post-Truth) çağının gönüllü köleleri olmak onlara daha cazip geliyor. En önemlisi de kitlelerin gerçeklik algılarıyla birlikte etik ve ahlak anlayışları da değişiyor. İnsanlar olası sonuçlarını düşünmeden sosyal medyada birbirlerini kıyasıya ve acımasızca linç ediyorlar, hedefe koyup lime lime ediyorlar.

Anayasa’nın 26. Maddesinin hükmü gayet açık; herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.

Her ne olursa olsun, hangi konuda olursa olsun; tartışma, müzakere ve münazara kültürünü korumak gerekiyor. Böylesine yükselen tahammülsüzlüğün faturasının ağırlığı şu an birbirleriyle çatışan toplumun tüm kesimlerinin omzuna aynı derecede yüklenecektir. İfade özgürlüğü canla başla korunması gereken bir kaledir, aksi halde kimsenin hiçbir alanda hürriyeti kalmayacak…

Savash Porgham

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir